İlk imza günümü 1988 yılında Nişantaşı'ndaki Akademi Kitabevi'nde yapmıştım. Zamanında bir miktar patırtı koparmış olan çizgi romanım Bacı kitap olarak basılmıştı ve sanırım bizim yayıncı kitabı aynı günlerde çıkan iki yazarına imza günü ayarlamıştı.
İmza için kitabevine gittiğimde diğer yazar arkadaşı benden önce gelmiş ve birkaç okuruyla konuşurken buldum. Usulen tanıştırıldık. Usulen diyorum, çünkü gıyaben zaten tanışıyorduk. Hatta o zamanlar yazılar yazdığı Elele dergisinde Bacı'yı ve çizerini göklere çıkaran uzun bir methüsena yazmış, hatta yazının bir yerinde "siz onu tanımazsınız, Hızlı Gazeteci'ye hiç benzemez, ufacık tefecik bir çocuktur" diye boy pos tarifi bile vermişti.
Oysa karşılaştığımızda gördüm ki, ufak tefek olan aslında kendisiymiş. Cüsse olarak tabii.
Engin Ardıç'tan bahsediyorum.
Tanıştırılmanın hemen ardından "ya şimdi hiç kimse kitap imzalatmaya gelmez de madara olursak?" diye endişesini dile getirdi. O anda ben de aslında aynı şey için endişeleniyordum ama o benden önce söyleyince bilgiçliğim tuttu, "yok, gelirler" dedim.
Geldiler de nitekim. Kitabevi sahibi memnun kalmıştır her halde o akşam kasayı kapatırken.
Engin Ardıç'la bir daha hiç karşılaşmadım. Daha sonra da -eksik olmasın- birkaç kez bu fakirin yazıp çizdikleri için övücü yazılar yazdı. Bir iki kez telefonda konuştuk. Bir keresinde de -televizyonda yorumcuyken- Hürriyet'te yazıp çizdiğim Değişim Rüzgârı'nın iki günlük bölümünü "bugün size yorum yapmayıp necdet şen'in cümlelerini okuyacağım, altına imzamı atarım" diyerek okuduğu için, teşekkür kabilinden aradım. Her konuşmamızda "şöyle bir buluşup Kadıköy'deki birahanelerden birinde birer arjantin içsek" dediyse de bu bir türlü gerçekleşmedi.
O epeydir paçasını plaza dünyasına kaptırmış, zaman zaman patron kavgalarına bulaşmakta ve bu yanlış yerlerde sermayesini harcamakta olan çaplı bir adamdır. İnşallah çok geç olmadan, ayakları üstünde dimdik yürüyerek ve alnının akıyla terk eder oraları.
Bilirim, güçtür köşe yazarlığının insana sunduğu gücü elinin tersiyle itip önemsizliği seçmek. Ama imkânsız değildir. Bunu yapabilenler var.
Aslında bu yazı bir Engin Bey yazısı olmayıp, kafi miktarda maruz kaldıktan sonra "bir daha asla yapmam" diye yemin ettiğim imza günü ve söyleşi deneyimlerimi aktarmaktır.
* * *
İlk söyleşim Bilsak'dakiydi galiba. O zamanlar Beyoğlu'nda bir yerlerde o isimde -sanat kültür sosuna bulanmış- bir bar vardı. Adını hep duyardım da gitmişliğim yoktu.
Günün birinde Bilsak'ın sanat yönetmeni olduğunu söyleyen bir hanımefendi, telefonla mı aradı, mektup falan mı yolladı hatırlamıyorum, orada bir söyleşi yapıp yapamıyacağımı sordu.
Çiçeği burnunda "meşhur" adayıyız ya, "olur" dedim.
- "Bu Pazar günü saat onikide bekliyoruz o zaman" dedi ve kapattı.
Acemiyim, her halde bu işler böyle oluyor diye düşünmüş olmalıyım. Pazar günü sora sora Bilsak'ı buldum.
Sanıyorum ki kibar tavırlı birileri beni kapıda karşılayacak, söyleşinin yapılacağı salona davet edecek, konuklara takdim edecek falan.
Oysa ortalıkta kimsecikler yoktu.
"Tufaya mı geldik yoksa?" diye pimpiriklenerek durumu öğrenecek birilerini bakınmaya başladım. Kapının karşısında tuvalet kapısı mı vestiyer mi olduğunu anlayamadığım bir yerde duran temizlikçi benzeri birine beni arayan şahsın adını verdim. "- Pazar günleri gelmez o" dedi.
İşe bak! "Kim var o zaman burada görevli?" diye sordum, "bu saatte kimseyi bulamazsın, akşama doğru gelirler" diye açıkladı.
Utana sıkıla "benim bugün burada bir söyleşim vardı da" dedim, "gazetede duyurdular hatta".
Kafasıyla sol taraftaki bir kapıyı gösterdi.
Kapıdan çekinerek girdim. İçeride masalara ya da kenardaki sedirlere oturmuş erkekli kadınlı üç beş kişi var ama kimsenin söyleşi izlemeye gelmiş gibi bir görüntüsü yok. Soramazsın ki şimdi "bana mı geldiniz?" diye.
Salonun en dip köşesinde bir sedire utana sıkıla sığıştım, beklemeye başladım. Saate bakıyorum, tam oniki, söyleşi falan olacaksa, izleyicilerin en azından bazılarının gelmiş olması gerekir diyorum içimden. Gelmişler midir acaba? Şu karşıda oturanlar gazetedeki çizgi romanımı okuyorlar mıdır?
Sonunda utangaçlığımı yenip sordum: "Afedersiniz, acaba siz…"
- "Evet" dediler, "sizin söyleşiniz için geldik."
Biraz rahatladım. Demek ki kaybolmamışım! Demek bütün bunlar bana, yani Hızlı'ya uyuz olan birilerinin tertiplediği pis bir şaka değilmiş.
Ucundan kıyısından konuşmaya başladık. Arada sırada içeri giren yeni birileri oluyor. Bazıları sessizce bir köşeye ilişirken, bazıları öyle bir tantanayla ve kendisiyle meşgul bir halde ortama dalıyor ki, söyleşiyi kesip onları bir yerlere yerleştirmek zorunda kalıyorum.
Böyle kâh sohbet kâh kapıdan girenlere teşrifatçılık yaparak saatlerimizi geçirdik. Saat öğleden sonra üç buçuk cıvarında hâlâ gelenler var. Artık iyice ısınmış olmalıyım ki, ev sahibi gibi hesap soruyorum bazılarına "bu saate kadar nerede kaldın?" diye. Ne yapsınlar, gazetedeki ilânı anca görmüşler, "belki hâlâ oradadır" diye bir şanslarını denemek istemişler. Tabii buradayız, ilk kez bu kadar okur (yani ilgi) bir arada, başka nerede olalım ki?
En son gelen gruptan birisi o kadar geveze çıktı ki, o andan itibaren söyleşi onun söyleşisi oldu. Sonunda ta en baştan beri sol tarafımda oturmakta olan ufak tefek bir kız sinirden kıpkırmızı, "sus be adam, buraya seni dinlemeye mi geldik?" diye bir celâllendi, araya girip yatıştırmak zorunda kaldım.
Tam o sırada daha önce ortalıkta olmayan bir garson girdi içeri ve bana doğru yürüdü. Garson olduğunu nereden anladın diye sual eden olursa, üstündeki smokinden anladım tabii. Öyle yerlerin -yöneticileri değilse bile- garsonları lord gibi oluyor.
Safım ya, şunca saat konuşmaktan tükürük bezleri katılaşmış bir konukları olduğunu hatırladılar her halde, "boğazınız kurumuştur, ne içmek istersiniz" diye sormaya geliyor garson sandım, alel acele ne içeceğimi düşünmeye başladım. Düşünmekle de kalmayıp sordum da.
Garson bir hükümdar edasıyla "bir şey içmek istiyorsanız bar şu tarafta" dedi ve ekledi:
- "Söyleşinizi burada kesmeniz gerekiyor, saat dörtte bar devreye girer, içki satmak zorundayız."
Bilsak yönetimi hakiri karşılamaya değilse de kovalamaya eleman tahsis etmiş.
Bana kalsa, hayatımda belki de ilk kez, ağzımın içine bakan, ne söylediğimi önemseyerek dinleyen bu insanları bulmuşken, günlerce aç susuz konuşurum, ama madem kültür faaliyetinin süresi doldu, sıra içki satma işinde, saygı duymaktan başka seçeneğimiz yok.
Tam konuklarıma teşekkür edip ayaklandığım an garson elime ince uzun bir zarf tutuşturdu. Herhalde teşekkür mektubu olmalı diye düşündüm, "bak" dedim, "o kadar da kaba değillermiş".
Ama evde zarfı açınca anladım ki, teşekkür falan değil, bahşiş varmış içinde. Daha doğrusu bir kupon. Bilsak'da iki üç kez indirimli içki içme kuponu.
İçkiyle aram pek sıkı fıkı değildir, aylarca içmesem aklıma gelmez. İçtiğimde de damlalıkla içerim. Oraya bir daha ne gittim, ne de kullandım o kuponları.
Bilsak diye bir yer olduğu da silinmiş gitmişti aklımdan, bu yazı vesilesiyle hatırladım. Kimdi acaba oranın sahibi? Ya yöneticisi kimdi? Ya bu söyleşileri düzenleyen sanat yönetmeni hanımefendi? Hayatta mıdırlar? Bu dünyada bir iz bırakmışlar mıdır acaba? Ya da bu dünya onların üzerinde nasıl bir iz bırakmıştır?
Yıllar sonra bir yerlerde yazar Feride Çiçekoğlu'yla tanıştığımda, o gün Bilsak'daki konuklar arasında kendisinin de olduğunu söylemişti. Bir köşede sessizce oturup dinlemiş. Bilsak'da söyleşi yapmaktan değil ama onun oraya gelmiş olmasından dolayı gurur duymuştum.
* * *
Sanırım en kalabalık söyleşimdi. Harbiye'deki Muhsin Ertuğrul tiyatrosunun fuayesi tıka basa doluydu. Merdivenler bile. Niye oradaydılar bilemiyorum.
O söyleşiden aklımda kalan şeylerden biri, karikatüre başlamama sebep olan şeyin cebimdeki son 25 kuruşu harcamaya korkarak sokaklarda dolandığım günlerde Gırgır dergisine yolladığım karikatürün yayınlanmasının ve ardından gelen 35 liralık posta çeki olduğunu anlatırken, ön sıradaki bir delikanlı gözlerinden öfke saçarak "keşke o parayla psikoloğa gitseydin!" diye lâf atması, diğeri de sorular kısmına geçildiğinde, herkese soru sorma fırsatı verdiğim halde, pencere kenarında duran ve söyleşi boyunca yutkunmama neden olan afeti durmaksızın el kaldırdığı halde ısrarla görmezlikten gelişimdi.
Kızcağız sonunda umudunu kesip elini indirdi ve söyleşinin sonunu beklemeden terk etti orayı.
Oysa "öl" dese, oracıkta ölürdüm o kız için… Öylesine güzeldi.
Acaba insanların birbirlerine ilgi göstermesini iğneleyen, sarakaya alan, duygusunu açığa vurduğuna pişman eden hoyrat çocukluk arkadaşlarının açtığı yara sandığımdan daha mı derin? Bu olabilir mi o şamsalaklığımın arkasındaki neden?
Herhalde "buyurun, sizin sorunuz neydi" desem, bütün salonun "puhaha, necdet'e bak, kızı görünce dibi düştü!" diye alay edeceği korkusu elimi kolumu bağladı.
Günler haftalar boyunca o kızı düşünüp iç geçirdim. Var mıdır böyle bir takozluk? Evet vardır. Hayat bunlarla doludur. Yazarlarımız her ne kadar değinmese de, sadece "ilâhî" aşklar yazılmaya değer bulunsa da, bu memlekette birinden hoşlandığını söylemekten, hatta belli etmekten çekinecek türde kıyamet kadar insan vardır. Bu hakikat süpermarket edebiyatının ilgi alanına girmez. Bunları dile getirene de "lumpen" sıfatını yapıştırmaya hevesli birkaç tabur dantellektüel vardır kent sokaklarında.
Bir çocuğum olsaydı, ona "sana karşı alaycı hoyrat davranan insanların üstüne tereddütsüz çek çiziği. Kendinle barışık olduğun sürece yeni arkadaşlar bulmakta zorlanmazsın. Ama giden gider. Bir daha bulsan bile o heves gitmiştir. O nedenle, hoşlandığın kişiyle yakın çevren arasında tercih yapmaya zorlanırsan gözünü kırpmadan yakın çevreni feda et" derdim.
Ne yazık ki, toslaya toslaya öğreniliyor bunlar.
O kızgın gence gelince, o gün onu kendisinden daha kızgın olanların hışmına karşı gene ben korumak zorunda kaldım.
* * *
Bir keresinde de bir Tıp Fakültesi'nde söyleşi yaptığımı hatırlıyorum. Son sınıf öğrencileri rica etmişti. O günden aklımda kalan tek şey -nasıl bir salonsa orası- konuşma boyunca gıcırtılarla açılıp kapanan kapılar ve her gıcırtıda topyekûn kapıya dönüp kim giriyor diye bakan dinleyicilerdi.
* * *
Bir başka söyleşi davetine icabet ettiğimde, ortalıkta yine kimseyi görememiş, nedenini sorduğumda da hiç kimseye duyurulmadığını öğrenmiştim. Meğer benim duyurmamı beklemişler. Deneyimsizlik tabii benimki. Orası bar, onların işi içki satmak, benim işim de oraya söyleşi ayağına müşteri toplamak. Racon bilmeyen adama böyle şeyler teklif edersen olacağı budur. Yağmurlu bir gündü üstelik. Olağan bar müşterileri bile evde oturmayı yeğlemişti. İşletmeciler bunun acısını da benden çıkardılar. Ayağım uğursuz gelmişti sanat aşığı içki perakendecilerine.
* * *
Bir diğer söyleşi maceram Bakırköy'deydi. Trafik sıkışıklığına takılıp iki saat gecikmeyle ulaşmıştım söyleşinin yapılacağı salona. Ve orada hâlâ oturmuş bekleyen insanlar görünce mahçubiyetimden yerin dibine geçmiştim.
* * *
Bir tane daha hatırlıyorum. İstanbul'un en çatapatlı semtlerinden birinde, belli ki militan solcuların cirit attığı bir lokalde, oradakilerin yarısından fazlasının sempatizanı ya da militanı olduğu sol örgütün liderinin "devletin ajanı" olduğunu iddia etmiştim. Ne belge ne kanıt; sadece kişisel kanaat. Gençlik işte. Götürürler ulan adamı! Ağzından çıkanı tartsan da öyle söylesen ya. Oysa oradaki insanlardan çıt çıkmamıştı. Sadece bir tanesi, utana sıkıla itiraz etmişti.
- "O kişinin emniyette nasıl ağır işkencelerden geçirildiğini bilseniz, bunları söylemezdiniz. Devletin kendi ajanına böyle işkence yaptığı nerede görülmüş?"
Bu kez de utanmıştım. Komplo teorisinin bokunu çıkardığımı ve kestirme yargılar uğruna bir davaya baş koymuş, ağır bedeller ödemiş ve halen ödemekte olan insanları bir kalemde harcadığımı düşünmüştüm içimden.
Belki şöyle demeliydim onlara:
- "Sizin devrim adına yaptığınıza inandığınız bazı eylemler acaba tam tersi bir amaca hizmet ediyor da olabilir mi? Kendi iradenizle karar verdiğinize inandığınız ve hayata geçirebildiğiniz her eylem, gerçekten de sizin özgür iradenizle mi oluşuyor? İşin içinde göremediğiniz olası yönlendirmeler, komplolar da olabilir mi?"
* * *
Bir başka söyleşi için taa İzmir'e gitmiştim. 1989 yılı sonuydu. Bir sinema salonunun sahnesine kurulmuş uzun bir masada, yazar Füruzan, aktör Aytaç Arman, türkücü Tolga Çandar, Sivas'ta katledilen şair Behçet Aysan, toplantıyı yöneten gazeteci Hasan Uysal ve bendeniz "1990'lı yıllarda Türkiye'de sanat nasıl olacak?" türünden çok gerekli bir mevzuda lâklâka eylemiştik.
O günden aklımda kalan, içimde en derin yer etmiş olan anı da, düşünmeden pat diye konuşma huyum yüzünden devirdiğim bir başka çam.
Toplantı uzayınca, hem konuşmacılar biraz soluk alsın, hem de salondakiler rutin ihtiyaçlarını falan gidersin diye on dakika ara verilmişti. Arada da yerlerimizden kalkmadık, bize oturduğumuz yerde çay servisi yapıldı.
Çayları getiren adam sahneye çıkamadığı için, bardakları aşağıdan uzatıyordu. Bize kolaylık olsun diye de şekerlerini içine atıp öyle veriyordu. Aksi gibi, ben de şekerli çay içemem. Fakat bu adamcağız bunu nereden bilsin? Ben "dur" diyene kadar iki tane iri kesme şekeri çayın içine attı, karıştırdı.
Birden öfkelendim ve öyle zamanlarda volümü artan sesimle gürleyiverdim:
- "Arkadaşım, bazı insanlar çayı şekersiz içer, bunu düşünemiyor musun?"
İkram be! Zehir olsa içilir! Bu ne şimdi?
İşin daha vahimi, bu sözlerimi önümdeki kapatmayı unuttuğum mikrofondan bütün salon duydu. Bir salon dolusu ayıplayan bakışla göz göze geldim. Üstelik adamcağız çaycı değil, o toplantıyı kültür aşkına düzenleyen gönüllülerden biriymiş. Kibarlığından kendi sunuyormuş çaylarımızı.
* * *
Bir söyleşi daha var hatırladıklarım arasında. Bunların çoğunu unutmuştum, yazarken hatırlıyorum.
Mekân, İstanbul Dudullu'da bir özel lise. İmza günü ve söyleşilerden -özellikle de birkaç sevilme açlığı içindeki entel danteli okurlarıyla, yani ayran budalalarıyla hayran budalalarını birbirleriyle buluşturup, kültür sanat faaliyeti ayağıyla içki satılanlardan- sıtkım sıyrıldığı için, bu tarz teklifleri dinlemeden reddetmeye başladığım dönemde rica minnet çağrıldığım, yüzüm tutmadığı için peki demek zorunda kaldıklarımdan bir tanesi.
O zamanlar arabam vardı (hani şu iki yıl önce satıp, parasının bir kısmıyla bilgisayara tarayıcı aldığım araba) atladım o arabaya, sora sora buldum liseyi. Sora sora desem de, o kadar kolay olmadı tabii. Dudullu cıvarında yol sorduğum bir manav, neden bilmem, sövdü meselâ. Uymadım tabii. Söyleşi ve imza günü yapan bir seçkin bir adamın elin manavıyla tepişecek hali yok ya.
Başkalarına sordum yolu. Onlar sövmediler, tarif ettiler, okulu buldum. Hatta -epey zor olsa da- okulun giriş yapılabilen bahçe kapısını da bulabildim. Arabayı park ettim, kapıya yöneldim ve bil bakalım kime rastladım orada?
Hani bir tiyatro eleştirmenimiz vardı ya, "saçlarımda yıldız, yüreğimde hüzün, ben çok duyarlı biriyimdir, dün tiyatroya gittim, ilk perdeden son perdeye kadar duygulandım" diye kendini anlatmaktan bir türlü sadede gelemeyen, iki yıl önceki tenkisatta kapının önüne konunca "kendisini tecavüze uğramış gibi hisseden" bayan yazar, işte o.
Bendeniz, 1975 yılında Milliyet'te de çalışmıştım beş ay kadar. Ayak işlerine bakıyordum grafik servisinde. O zaman bitişik odada da sanat dergisi çıkartılıyordu ve Türkçeyi Paris aksanıyla konuşan bu zarif hanımefendiyi sık sık görüyordum koridorlarda falan. Demek ki o da imza günü ve söyleşi için gelmiş. Büyük bir olasılıkla yan yana masalarda oturup imza vereceğiz. Tanımıyormuş gibi yapmak olmaz.
Gerçi çocukken okuduğum adab-ı muaşeret kuralları kitabında "bayanla bay karşılaştığında önce bayan selâm verir, bay onun selâmını alır" falan yazıyorsa da, taşrada büyümüş biri olarak bu kitaba harfiyen riayet etmem gerekmiyordu.
- "Merhaba Zeynep Hanım, adım necdet, ben de imza günü için…"
- "Sizi tabii ki tanıyorum, taa Milliyet yıllarından" dedi.
İnanmıyorum! Koskoca Zeynep Oral beni tanıyor. Ama nasıl olur? Ben o zaman daha ufacıktım (yaş olarak).
- "Olsun, ben sizi tanıyorum, çizgi romanlarınızı da okumuşluğum var".
Vay be! Sanat yazarı benim dandik çizgi tefrikamı okumuş ha! Billâha çok gururlandım.
(Bilemiyorum, adı Zeynep olanların bir özelliği midir bu ama, bir başka Zeynep daha hatırlıyorum. O da hem aynı gazetede karşılıklı odalarda, hem de koskoca İstanbul'da sokak yokmuş gibi aynı sokakta, karşılıklı apartmanlarda oturmamıza ve her Allah'ın günü sokakta ya da gazete koridorunda burun buruna gelmemize rağmen, ben ayağına gidip, "merhaba, sizinle hem muhitte hem gazetede kapı komşusuyuz, benim adım filânca" diyene kadar göz teması bile kurmamakta ve tanımıyormuş gibi yapmakta ısrar etmişti. Oysa o da köse köse dolandığım Güneş gazetesi günlerinde bile biliyormuş kim olduğumu. Öyle yedi göbekten aristokrat birinin benim bile haberdar olduğum adab-ı muaşeret ilmini bilmemesi düşünülemeyeceğine göre, "acaba bu kurallardan daha öncelikli bir başka kural mı var?" diye düşünürüm zaman zaman. Meselâ "avam her daim asillerin ayağına gidip eteğine yüz sürer, ondan sonra lütfen kabilinden muhatap olunur" diye? Özünde gayet zarif olan bu insanlardaki bu arkaik kibir nedir, hiç anlayamam. Madem bu kadar asil bu insanlar, neden gazetecilik gibi kıçı kırıklara has bir işle iştigal ederler?)
Uzatmayalım. Zeynep hanımla birikte bahçe kapısından içeriye yöneldik. Burada da karşılayan falan yok, konuk yolu kendi bulmak zorunda. "Ben, " dedi Zeynep Hanım, "aslında böyle imza günleri falan yapmam, ama şimdi kendimi mecbur hissettim."
Acaba önce "ben de yapmam aslında" mı desem, yoksa kendimden bahsetmeyip "neden mecbur hissettiniz?" diye mi sorsam?
Sormama gerek kalmadan kendisi açıkladı:
- "Biz aydınlar şeriata karşı halkı bilinçlendirmek zorundayız; o nedenle kendimi zorunlu hissettim."
Ah şu aklıma geleni aniden dan diye söyleme huyum! İşte asillerle sefilleri birbirinden ayıran temel bir hususiyet farkı. Onlar düşündüklerini değil, söylenmesi gerekeni söylerler. Çoğunlukla da sükût ederler. Ben çenemi tutamam.
- "Hanımefendi, sizin neyinize gerek şeriat-meriat? Komitacı mısınız? Kendi tiyatro yazılarınızı yazsanıza!" deyiverdim bir anda.
Ve der demez çok utandım. Koskoca kültür abidesi beni tanıyor, ben onunla cühelâ anneme hitap eder gibi konuşuyorum.
Bu utancım söyleşi boyunca da sürdü. İkimiz de farklı salonlarda, farklı konularda farklı sınıflara konuştuk tabii. Söyleşi sonrasında, koridorda bizim için hazırlanıp üzerine kitaplarımız dizilmiş olan işporta (imza) masacıklarına yürürken, çenemi gene tutamadım…
Bir saat önceki gafı tamir edeceğiz ya, tiyatrodan söz açıp eleştirilerinin felsefî derinliğinden söz açsam fena çuvallarım, çünkü ilgilenmediğim konuların başında ekonomi, spor, şiir, bir de tiyatro gelir.
Araya bir anı daha sıkıştırayım: Yıllar önce bir gün karikatürist akranım Selçuk Demirel'le karşılaşmıştık İran Konsolosluğu'nun önünde. Eksik olmasın, ayak üstü çizgi romanlarımı güzel bulduğunu falan söylemişti. Ben de kendimi eşdeğer bir karşılık vermek zorunda hissetmiş, "senin de kazağın güzel" demiştim. Ayıp olmuştu sanırım. Her zamanki gibi, o zaman da ağzımdan çıkan lâftan gizlice utanmıştım.
Hobimdir, sonradan hep utanırım düşünmeden dan diye söylediklerimden.
O gün de ne yapayım, koridorda yürürken, illâ konuşmam gerekiyormuş gibi, Zeynep Hanım'a tuttum aklıma gelen ilk ve en basmakalıp şeyi söyleyiverdim
- "Ne kadar da güzelsiniz hanımefendi!"
Hay demez olaydım! Hanımfendi bu sözümü nasıl yorumladıysa, "ama benim 26 yaşında bir oğlum var" diye yanıtladı.
Bir kez daha tutamadım çenemi.
- "Hanımefendi ben size gençsiniz demedim, güzelsiniz dedim!"
Biraz sert bir ses tonuyla söyleyiverdim sanırım bunu. Terslercesine.
Var her halde bende bir arıza! Yüzde yüz! Bir türlü ortak bir lisan bulamıyorum asillerle. O kadar da Fransızca okuduk halbuki orta mektepte ve lisede. Nafile!
Neyse ki Zeynep Hanım çok zarif bir hanımefendiydi, her halde bu lâtifeden olmayacak anlamlar çıkarmadı, hatta kitaplarını imzalayıp hediye bile etti.
Hakikaten, güzel bir kadındı Zeynep hanım. O yaşında bile. Allah torunlarına bağışlasın.
Ama o günden sonra ne kadar yaşlı olurlarsa olsunlar kadınlara iyice düşünmeden iltifat etmemeye karar verdim. Gerçi insanlar bir tuhaf, yaşlı bir adama da "ne kadar yakışıklısınız amca" diyecek olsam, "hayrola, cinsel tercihlerini mi değiştirdin" diye soran okumuş yazmış akademik ünvanlar kapmış dostlar çıkıyor. Bu insanlar kafayı bir yerleriyle mi bozmuş, ben mi dünyayı anlamaktan uzağım, bilemiyorum. Birine bir çift tatlı söz söylemek için mutlaka cinsel bir motivasyon mu lâzım?
* * *
Benim bu patavatsızlıklarımın haddi hesabı yoktur arkadaş. Bursa'da yapılan bir imza gününden sonra kitabevi sahibi o yılların pop starlarından Erdal Atabek'i ve bendenizi oranın en meşhur İskender kebapçısına götürmüştü ikram kabilinden. Ben de tutup orada "bu kebap kültürü de Urfa'dan kalktı her yanı sardı" diye yersiz bir herze yumurtlayıp rüsva kepaze olmuştum. Meğer İskender Bursa'ya özgü bir kebap çeşidiymiş, bunu cümle alem bilirmiş de bir ben bilmezmişim. O gün öğrenmiş oldum.
İşte kültürün tanımı da budur zaten aziz Bursalılar! Yediği kebabın teritoryal orijinini bilmeyen bir teres, Saint Just'tan vecizeler ezberlese noolur, Rilke'yi Almanca orijinalinden okusa kaç yazar? Mamafih, ben bunları da bilmem. Türkiye'de entellektüel diye tanınan zevatın birçoğu -başta bu satırların yazarı olmak kaydıyla- aslında dantellektüeldir.
Neyse efendim, uzatmayalım. Bu yazı, şekilde görüldüğü gibi, Derkenar adabına aykırı bir biçimde, bir sürü isim zikrediyor. Olsun, kime ne zararı var? Kayıtlara geçsin, vakanüvisler -o da olmadı, sanat magazincileri- faydalansın.
Hadi, bir imza gününden ve söyleşiden daha bahsedeyim de niye bu işlerden sıtkım sıyrılmış, anlasın seçkin konuklarımız. Ama önce biraz ihtiyaç molası…
Mevzunun devamı: Masaya buyur! Ne içersin?
Üstadım, tam da size "davet etsek imza günü ve söyleşi yapar mısınız" diye teklif getirmek üzereydim, bu yazınızı okudum, vazgeçtim. Gerçi "biz öyle abuk şeyler yapmayız" desek siz yine tatmin olmazsınız ama gene de söyleyeyim benden günah gitsin, imza günü ve söyleşi yapmama kararınızı bir kere daha gözden geçirmeye ne dersiniz?
Erhan Akkuzu - 23 Eylül 2009 (02:22)
Necdet Bey, epeyce bir yazınızı okudum bu gece. Çok iyi geldi. Kendini bu kadar didikleyen birine nasıl iltifat edilir bilemedim. Biraz korkaraktan varolun diyorum sadece.
Özlem Yağız - 12 Temmuz 2010 (01:55)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.