Patronsuz Medya

Körler sağırlar reklamcılar…

Necdet Şen - 3 Ağustos 2020  


Hayat dediğin, yanında kurulum ve kullanma kılavuzu verilmiş bir tak-sök alet değil. Bütün uçları açık, sürprizlerle dolu, karıncanın yönünü bulmasına benzer şekilde döne dolaşa ve düşe kalka adımlanan, hatalar yapılıp pişmanlıklar yaşanan bir tür düşük yoğunluklu fırtına.

Kullanma kılavuzu yok ama gündelik rutin içinde birçok kez, hiç sorulmadığı halde, neyi nasıl yapman gerektiği konusunda fetva vermeye hevesli birileriyle kesişir yolun. Hayatın sırrını çözmüşlerdir ve cüz cüz tebliğ ederler. İstesen de öğretirler istemesen de. Yaşaya ede biraz tecrübe kazandığında görürsün ki bu fetva ehli, en akıllılar en bilgililer en irfan sahibi kişiler arasından değil, en çocuksu en kompleksli insanlar arasından çıkmaktadır daha çok. Kendi eksikliklerini, kusurlarını, içlerinde bir yerlere mıh gibi saplanmış olan değersizlik duygusunu, başkalarına büyüklenerek, talimat verircesine konuşarak tatmin etmeye, kendi defolarını bu yoldan unutmaya ve unutturmaya çalışmaktadırlar.

Son yıllarda dilimden düşürmediğim bir necdettin efendi aforizması var: "İnsanın ahmağı karşısındakinin nezaketini kendi cesareti zanneder."

Bu da öyle bir fasıl işte. Bahsettiğim bu insan türü, pabuçlarına su değmesin diye taştan taşa hoplayarak dereyi geçmeye çabalayan kişilere benzer biraz; burnu iyi koku alır; efendiliği elden bırakmayan, densize "kes lan" deme hakkından feragat eden muhatapların kendine açtığı istismar edilebilecek alanların birinden diğerine zıplaya hoplaya, büyüklenme, akıl öğretme, başkalarının kafalarını aşağı doğru bastırarak kendi bulunduğu düşük irtifanın ezikliğini telâfi etmeye uğraşır.

Ne yapsa tatmin olamadığından mı bilmem, bu davranış, ömür boyunca tekrarladığı bir iptilâya dönüşmüştür; zinhar iflâh olmaz ve hep "yukarıdan" konuşur.

Dediğim gibi, burnu iyi koku alır böylesinin; kim içinden lâ havle çekerek dinler ve ses etmez, kim "kes lan" diye tersleyebilir, birine baktığında ilk bunu görür, hisseder ve kendi türüne özgü çark etme becerisiyle hızlıca alan değiştirir, bir sonraki kibar muhatabını arayarak sıçramalarını sürdürür.

Bu tiplerden çok tanıdım. Çoğumuz tanımışızdır. Bazen bir tanıdığın arkadaşı, bazen filâncanın eşi, bazen kayınço bacanak enişte, hayatımıza teğet geçer, geçerken de öğretir ve kınar. Benim gibi ıssızlığın ortasında değil de her anını kalabalık içinde yaşayanlara kök tengri kolaylık versin diyorum. Böyleleri çekilir kahır değil. Zira her bir karşılaşma bir sabır sınavı. Her seferinde gönül kırmamak için susmak -ve kendi iç huzurundan yemek- ya da susmayıp konuşmak -ve gene aynı sermayeyi ziyan etmek- arasında bocalarsın.

* * *

Bu tipin bir de şu ya da bu şekilde bir gazetede, dergide, televizyonda, radyoda, kısaca, çok görünür bir mecrada köşe kapmış olanları var. O köşenin hangi meziyetlere ya da ahbap çavuş kayırmalarına binaen edinildiğini dışarıdan bakarak anlamak pek mümkün olmuyor; ama yıllar boyu işgal edilen o köşelerde kedi oldu olalı tek fare tutamayışlarına bakarak, işin liyakatten çok bir kliğe, bir camiaya mensubiyetten kaynaklandığını hissediyorsun.

Daha evvel de yazmıştım bu köşe sahipliğiyle ilgili "toptancıdan kiloyla mı alıyorlar acaba bu tür yazarları" diye. Hâlâ o kanaatteyim.

Söz konusu, kıymeti ve etkisi kapıp yerleştikleri manzaralı odayla sınırlı tiplerden biri de -bir yerlerde gözüme ilişti, o sayede öğrendim- kurulduğu köşesinden şöyle buyurmuş:

"Özür dileyeni bağışlayan da olur bağışlamayan da. Burada istenen zaten bağışlanmak değildir, sadece cumhuriyet elden gitmeden, laiklik can çekişirken bunda hepimizin sorumluluğu olduğunu dürüstçe, yüreklice kabul etmektir. Bundan sonra neler yapılabilirse, ne yapabilirsek, elimizi taşın altına koymak içindir. Akil insanlar, açılım toplantılarına katılanlar, bildirilere imza atanlar, ülkeyi AB'ye taşıyarak demokratikleştirecekler düşüncesiyle bu iktidarı destekleyenlerin, yazı yazanların, yani bu sürece bilerek ya da bilmeyerek katkı sağlayan herkesin özür dilemesi gerekiyor."
(Önemsiz günler ve haftalar-10)

Ah canım, ölenlerin hangisinin cennete hangisinin cehenneme gideceğine de sen karar ver istersen, davul başkasının boynunda tokmak da senin elindeyken.

İroni bir yana, bu kadar kof klişeler yığıntısını bir tek paragrafa sığdırabilmek için, insanın kafasının -ya da duygusal aleminin- bayağı karman çorman olması gerekiyor.

Her biri başka fasılların konusu oldukları için, yukarıdaki listede sıralananların neden özür dilemek zorunda oldukları -ya da olup olmadıkları- konusunun ayrıntılarına burada girmeyeceğim. Kısaca değinip geçeyim; o cümlede kategorize edilerek bir torbaya tıkıştırılmış ve üzerine "kabahatli" etiketi yapıştırılmış olanların özür gerektirecek bir durumları olduğu kanısında değilim. Ama o listedekileri diline dolayıp her fırsatta linç kalabalığı ruhuyla gagalamaya çalışanların, en azından sığlıklarından ve çapsızlıklarından dolayı azıcık hicap duyup biraz daha az konuşmalarını önerebilirim.

Diğer yandan, geçmişinde solculuğa devrimciliğe bulaşıp da işler sarpa sarınca hayrete şayan bir kıvraklıkla metin yazarı kadrosundan reklam sektörüne kapılanan, bir önceki adımda sermaye sınıfının tahakkümünden kurtarmayı vaad ettiklerine (emekçiye, yoksula, hor görülene) bir sonraki adımda o kaka sınıfın maaşlı yalancısı, sahtekârı, ayartıcısı olarak kuyruklu yalanlar kaleme alan, toplum aklının ayarlarıyla oynayarak emekçinin cebindeki son kuruşu da şirketler hesabına ceplerden çekmeye uğraşan, bununla da yetinmeyip yüksek okullarda bu suç ortaklığının derslerini verenlerin, eğer bir gıdım haysiyetleri varsa, hayatlarının geri kalanında bir kuytuya saklanıp tövbe istiğfarla vakit geçirmeleri, çile doldurmaları, kendi utanç verici zigzaglarının "dürüstçe, yüreklice" özeleştirisini yapmaları gerekir. Sahiden pişman olduklarına ve sahiden utandıklarına herkesi inandırana kadar.

Hicap ve suskunluk şöyle dursun, ahbap çavuş ilişkileriyle kapılmış köşelerinden sağa sola kostaklanan, racon kesenlere artık terbiye dahilinde edilecek başka lâf kalmadığından sözü burada kesmek zorundayım.

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

66
Derkenar'da     Google'da   ARA