Patronsuz Medya

Hayvan masalları, Ayşecik filmleri

Necdet Şen - 24 Haziran 2003  


Bazı hayvan severlerin, hatta birçoğunun hayvanları gerçekte olduğundan daha erdemli, kılı kırk yaran, zayıfı incitmeyen, doğayı kirletmeyen, harama uçkur çözmeyen, hani neredeyse ilâhî adaletin şaşmaz yanılmaz bir uygulayıcısı gibi algılayışına bakar, gülümserim.

Hayvan düşmanı değilim; hatta pek severim hayvanları, bilen bilir. Ama sevmek başka, onları gerçek ötesi masal kahramanları gibi görmek, karikatürleştirmek başka. Ben hayvanları nasıllarsa o halleriyle seviyor, kabul ediyorum. Ne itaat bekliyorum onlardan ne de erdem.

Her zaman ayak altında dolanan muhtelif kediler olmuştur zaten hayatımda. Şimdi buna birkaç ay önce taşındığım bol ağaçlı apartmanın bahçesinde tıngır mıngır dolanan bir kirpi, bir tosbağa, gün boyunca bet gaklamalarıyla kafa ütüleyip duran kabadayı kargalar, ağlak sesli martılar, dallarda cıvıldaşan serçeler de eklendi.

Ama ispiyonlamak gibi olmasın, bizim kuyruklu afetimiz, "Mülâyim" hanımefendi, sincapları kıskandıracak güzellikteki azametli kuyruğuyla sadece erkek kedileri değil, insanları bile kendine aşık etse de, aynı zamanda Kimmeryalı Konan'ı önüne katıp kovalayacak kadar da gözü kara bir katildir.

Ağaçları apartmanlardan daha yüksek ve bol olan bu kent ortası sayfiyesi kargaların istilâsı altında. O kargalar ki, her biri birer Haluk Levent klonu. Hani normal zamanlarda üç-beş gaklayıp susacaklar belki, ama dallara kurdukları çırpıkondulardan sık sık düşen ve uçmayı henüz öğrenememiş yoluk bağırlı yavrular ortalıkta paytak paytak dolanırken, bizim Mülâyim'i zapt edebilene aşk olsun! Kaşla göz arasında sıvışıyor evden. Çok geçmeden dışarıda bir karga oratoryosudur başlıyor, ki ne kulak dayanır ne asap.

"Bu kesin Mülâyim'in işidir!" deyip fırlıyorum terlikle falan sokağa. Gerçekten de bizim başına buyruk kıçına kuyruk kız, tepesinde pike yapan bir karga filosunun alayına postasını koya koya yavruyu tepelemeye çalışıyor.

Be kızım, ne istersin elin garibanından?

Aslında gariban da sayılmazlar ya. Ben bu karga kuşu kadar iyi örgütlenen, kitle ruhuyla hareket eden başka hayvan görmedim. Ola ki bizim işçi sınıfı şunlardan azıcık feyz alsaydı, bu ülkede ne darbe olurdu, ne de burcuvazi/bürokrasi ikilisi böyle pervasız, böyle çapulcu davranabilirdi. Hatta devrim olurdu be, devrim!

Her lodos sonrası sahil şeridi, hatta apartmanların damları, kırık midye kabuklarıyla dolar. Çünkü açıkgöz kargalar onların içindeki eti çıkarmak için kapar gagasıyla bir tane, yükselir yükselir, sonra bırakır betonun ya da kiremitin üstüne. Kırılmazsa, hoooop bir daha… Kırılana kadar.

Kuru ekmek verirsin, alır gagasıyla, götürür suya bandırır, yumuşatır, çamurluysa çamurunu yıkar, öyle yer. Daha büyük su birikintilerinde döne yuvarlana banyo yapar bu kargalar, görsen insan sanırsın.

Kedilere gelince, biz bu kuyruklu kerataları kendimiz sade makarnaya talim ettiğimiz günlerde bile en pahalı ithal mamalarla beslemekteyiz "aman hastalanmasınlar, mutsuz olmasınlar" diye. Ama bu piç kuruları gene de buldukları her kanatlı nesneyi sinek, kelebek, karga, uçurtma demeden indiriveriyorlar aşağı. Hani yeseler, anlayacağım; ama yok, boğup bırakıyorlar.

Birkaç gün önce de koca göbekli Hokkabaz oğlumuz boğazlamış bir tane karga yavrusu. Kapıcı söyledi. Tevekkeli değil, ondan pike yapıp duruyorlarmış namussuzun tepesine kamikaze pilotları gibi!

Bir de "zıbıdık" namıyla maruf bir Mercan'ımız var ki, o şimdilik kın kanatlılar konusunda uzmanlaşma yolunda son sürat ilerliyor. Tabii o kanatlı zavallıları kovalarken evin içinde ve dışında kırıp dökmediği şey kalmıyor.

Uyuyan bir kediden daha huzur verici görüntü var mıdır bilemiyorum. İnsan o an yanı başında bir melek uyuyor sanır. O masumiyetin içinde uyuklamakta olan vahşeti görmek istemez. Ama birazdan kuyruklu meleğimiz ufacık bir sinek vızıltısıyla ya da kuş cıvıltısıyla uyanıverir ve anında gözü dönmüş bir katile dönüşüverir.

* * *

İlk öğretmenin kim senin, kim öğretti alfabeyi?

Düşünüp duruyorum; bunların derdi ne, aç olmadıkları halde neden corc dabılyu buş gibi cümle mahlûkata ölüm yağdırıyorlar? Cevap bulamıyorum. Galiba bunların genlerinde avcılık konusundaki buyruk, kibar ve merhametli olmak konusundaki buyruktan daha baskın.

Neyşınıl Ceografik'te falan seyrettiğim hayvan belgesellerini hatırladığımda bu yargım adam akıllı pekişiyor: Galiba hayvanların bizimki gibi etik estetik takıntıları yok. Daha doğrusu, galiba doğada "ahlâk" diye bir mevzu yok. Hayvan soyu -ki buna biz de dahiliz esasında- özünde acımasız bir katil barındırıyor.

Bunda bir tuhaflık yok elbette. Tuhaflık, sanırım bizim bunu algılayışımızdaki çocuksulukta.

İnsanlar yüz binlerce yıllık sürü yaşamı ve ardından on binlerce yıllık toplumsal düzenin dayattığı birtakım ahlâkî buyruklara uymak zorunda. Dahası, bu buyruklar karşısındaki itaatini "ama zaten hayatın özü bu, bakınız, hayvanlar da doğayı tahrip etmiyor, yok yere öldürmüyor, sapık ilişkilere girmiyor, rüşvet almıyor, yalan söylemiyor, biz de yapmamalıyız" diyerek ussallaştırıyorlar.

Ne desin insanoğlu başka? "Toplumsal yapının altında kendime yabancılaşmış halde yamyassı ezilirken kaderimi sevmeye, büyük yerden gelmekte olan buyruğu içselleştirmeye, sakatlığımı benimsemeye çalışıyorum" mu desin? Kendince akla uyduruyor toplumun tahakkümünü. İçinden geçenleri, sezgilerini, rüyalarından taşan sinyalleri, bedeninin ve diğer bedenlerin çaktığı işmarları görmezlikten gele gele yaşayıp gidiyor.

Sen gene uslu çocuk ol yavrucuğum. Benden duymuş olma ama bu hayvanlar var ya bu hayvanlar, sadece katil olsalar gene iyi, oğlancılıktan sübyancılığa, hırsızlıktan gaspçılığa, hilebazlıktan kalleşliğe, ensestten ölü seviciliğe kadar yemedikleri halt yok gibi bir şey.

Neler gördü bu gözler, şimdi şurada çıtlatacak olsam, bırak hayvan sevmeyenleri, sevenlerin bile evdeki kuyrukluya küseceği gelir. Ama küsmemek gerek; çünkü onlar Ezop masalları okuyarak büyümemiş.

Yılanı "hain", tilkiyi "kurnaz", baykuşu "bilge", sırtlanı "uğursuz", çakalı "kalleş", ayıyı "görgüsüz" yapan, bizim hayal gücümüzden başkası değil. Toplumsal hayatımızı tüm kurumları ve insanî eğilimleriyle hayvanlar dünyasına yansıtan muhayyilemiz, çocukluk günlerimizde okuduğumuz hayvan masallarından ilham alıyor.

Burada durup düşünmek gerekiyor, acaba bu hayvan masalları bizi toplumsal hayata hazırlarken, kimi yanı başımızda kimi uzağımızda yaşayıp da masalsı olmayan bir hayatı sürdüre gelen hayvanları daha baştan yanlış anlamamıza, onlara bulunmayan -bulunması da zaten gerekmeyen- birtakım erdemler atfetmemize neden olmuyor mu?

Bir adım daha öteye gidelim hatta. Yetmişli yıllardan başlayarak birkaç kuşağın okuldaki derslerinden daha fazla zaman ayırdığı Ertem Eğilmez filmlerinin, her biri gerçek ötesi birer pagan tanrısı gibi sadece tek bir ahlâkî motiften ibaret olan boyut fıkarası tiplemelerinden çıkardığımız dersler nedir acaba? Hayatımızın gündelik gerçekleriyle çok az yerde örtüşebilen o kent masalları, kendimiz gibi olmayanlarla buluşabileceğimiz ortak paydayı ararken, toplumsal kültürümüze ne katmış olabilir?

Ya da annelerimizin gözlerini ayırmadan seyrettiği, adeta ezberlediği 32 kısım tekmili birden Lâtin Amerika dizileri, babalarımızın -ve artık bizim de- gün sektirmeden satın alıp hatmettiğimiz, adı her nasılsa hâlâ gazete olarak kalmış holding pazarlama bültenleri, maarif müfredatı, video klipler, reklam kuşakları, hayata bakışımızı acaba ne yönde doğrulttu, ne yönde yamulttu?

Merak eder dururum, sadece karate filmleri seyrederek, sadece "kadın" romanı ya da "kişisel gelişim" kitabı okuyarak, sadece sırtımızı zincirleyerek, sadece lâikçi ayetler ezberleyerek, sadece "para" ya, sadece "kaba kuvvet"e ya da sadece "kara sevda"ya inanarak büyümüş olsaydık, kişiliklerimiz ne yönde çarpılacak, hayata bakışımız ve yorumlayışımız -olumlu ya da olumsuz anlamda- neye benzeyecekti?

* * *

Bombardıman altındaki Aklıselim Efendi hazretleri

Artık evlerimizde televizyon var. Dolayısıyla idrakimiz çok daha yoğun sıklıkta ve artan sayıda uyarana maruz kalıyor, hızla ve düzensizce geçen verilerle serseme dönüyoruz. Bu uyuşukluğu "kültür" sananlar da var. A, evet, bir bakıma "kültür" de denebilir buna, etrafımızı çevrelediğine, aklımıza ve dilimize dolandığına, reflekslerimizi belirleyebildiğine göre…

Bu uyaranlardan bazıları, en azından diğerlerinden daha fazla tekrar yaptıkları ve daha fazla zamanımızı aldıkları için aradan sıyrılıp, dikkatimize diğerlerinden daha fazla talip oluyor. Örneğin, "Çocuklar Duymasın" ya da "Asmalı Konak" dizileri yarının dünyasında yaşayacak olan çocuklarımızın bilinç altına hangi minik yongaları kaydediyor olabilir?

Bir zamanlar milletçe Dallas ya da Küçük Ev seyrederek büyüyen bizim kuşağımızın bilinç altında Ceyar'ın ya da Komiser Kolombo'nun hiç bir hükmü yok mudur acaba? Nasreddin Hoca ya da Namık Kemal fıkralarının, Keloğlan masallarının, Tommiks, Teksas, Malkoçoğlu, Karaoğlan, Tarkan, Cep Fotoroman, Tan gazetesi, Ses mecmuası, Gırgır dergisi gibi yayınların, Zeki Müren ya da Orhan Gencebay şarkılarının, Aziz Nesin öykülerinin, Olacak O Kadar skeçlerinin, Kemalettin Tuğcu romanlarının, Ayşecik, Ömercik, Bademcik, Türkân Şoray, Yılmaz Güney ve Cüneyt Arkın filmlerinin ve daha bin bir çeşit pop starının kimliğimize ve hayatı algılayışımıza hiç etkisi olmamış mıdır? Olmuşsa nasıl olmuştur? Bunu inceleyen, tez ya da doktora konusu yapan, kitap yazan kaç tane sosyoloji öğrencisi, kaç tane "gündelik hayat yorumlayıcısı" çıkmıştır bu hayhuy arasından?

Daha düz bir söyleyişle, biz kimiz, aklımızın, şahsiyetimizin yapı taşları nelerden oluşur, etrafımızdaki olup bitenleri nasıl algılar, nasıl yorumlarız? Tabldot menü gibi önümüze konmuş ve sorgulamaksızın kaşık salladığımız bu karavananın içinde neler var, hangileri gözümüzdeki perdeyi açar, hangileri perde indirir, bunların bilincine varabilir miyiz?

Burnumuzun dibinde yaşayan kedileri ve köpekleri bile şu yaşımızda hayvan masallarının masa başında üretilmiş yapay gerçeğiyle yalan yanlış algılar ve yorumlarken, acaba hayatımızın özünü teşkil eden, sefaletimize de saltanatımıza da sebep olabilecek toplumsal mekanizmaları acaba ne kadar doğru okur, ne kadar sağlıklı yorumlayabiliriz?

Her gün birkaç saat gazete ineklesek, sabahlara kadar televizyonda Siyaset Meydanı ya da Ceviz Kabuğu seyretsek, memlekette olup bitenleri anlamanın altın anahtarını elde edebilir miyiz? Bu kadar derme çatma, sistematiği falan olmadan ne gelirse buyur edilmiş rastgele bilgilerin üst üste yığıldığı ve eskileri yerli yerine yerleştirecek vakti bulamadan onların da üstüne yenilerinin istif edildiği yorgun dimağlarımız gerçeğe ne kadar yaklaşabilir?

İçinizden biri çıkıp bilginin ölçüsü Passa Parola yarışmasındaki imkânsız kelimelerin hepsini tek seferde söylemek ve arabayı kapmaktır diyebilir mi?

Malumatfüruş muyuz? Evet! Bilgiç miyiz? Hem de nasıl! Ukalâ mıyız? Fazlasıyla! Önyargılı mıyız? Peeeh! Kafamız karışık mı? Allahına kadar!

Ya biz neyiz peki?

Biz, kafasının içi arı kovanı gibi uğuldayan, yıllar boyunca hiç seçmeden üst üste yığdığı gelişi güzel malûmatın altında ezilen, serseme dönmüş, uyuşmuş, bu kadarı yetmezmiş gibi daha fazlasını talep eden, daha da çok uyuşan, kendi kendimize eyleme geçtiğimizi sansak da bir program dahilinde güdülmekte olan bilgizedeleriz.

Toplum Mühendisliği bugün bulunmuş bir kavram değil. Hep vardı. Toplumların mürekkep yalamış, ilim irfan görmüş seçkinleri, geriye kalan kara kafalı kalabalığı kendilerine benzetmek için didinip durdular ve kısmen başardılar da. Tıpatıp onlara benzemedik belki, ama yine de onlardan (marangozlarımızdan) muhtelif izler taşıyoruz.

Öyle bir programlama yöntemi ki bu, bir kez başlatıldı mı, artık programlananlar kendilerinden sonra gelen kuşakların da programlayıcısı olur. Bu programın ilk kez ne zaman başlatıldığını bilemediğimize göre, şu an kaleme aldığımız masalların ya da şarkı sözlerinin ne kadarının bizim iç dünyamıza, ne kadarının programcının veritabanına ait olduğunu kestiremeyeceğiz demektir.

Çizgi romanlardaki ucu çengelli konuşma balonlarını ya da kafadan yükselen minik -ve en sonda kocaman- kabarcıklardan oluşmuş düşünce balonlarını ben icat etmedim. Kimin icat ettiğini bilemiyorum. Ama çizgi romanlarımdaki konuşma ve düşünme eylemlerini bunlarla ifade ediyor(d)um. Bu gramer bana ve diğer çizerlere kim olduklarını bilemediğim eski bir çizer kuşağından miras kaldı. Doğru bir gramer midir yanlış mıdır, sorgulamadan kullandım gitti.

Olağan -olduğunu var saydığımız- yaşantımızı sürdürüp giderken de kimler tarafından ve hangi amaçla oluşturulduğunu sorgulamadığımız bir grameri kullanıyor ve bu gramerle bize ait olduğunu var saydığımız düşünceleri dile getiriyor, haklı olduğuna kendimizi inandırdığımız tepkiler gösteriyoruz.

Bu sayede, tek tek tartıya konduğunda pek fazla kıymeti harbiyesi bulunmayan tekil enerjilerimiz, bir program dahilinde telkine tâbî tutmuşsak ve imal edilmiş bir "gerçeğe" inandırılmışsak, aynı uyaranlara aynı otomatik tepkileri verir hale getirilmişsek, büyük ve tek yönlü (kararlı) bir enerjiye dönüşebiliyor. Ne olduğunu fark edemeyebileceğimiz bir amaç için topyekûn seferber olabiliyoruz. Zaman geçip de o günkü kollektif yanılgımız apaçık ortaya çıktığında da "ne yapalım, o günün koşulları öyleydi" diyor, daha derin yüzleşmelerden kaçınıyoruz.

İşte programcılığın kralı budur. Adına eğitim de denebilir. Etten, kemikten, kandan ve "düşünce" olduğunu var saydığımız programlanmış tepkilerden müteşekkil, hüdainabit robotların dünyasıdır bu. Kendi kendini üretir. Kendi var oluşunu sorgulamaz. İlk hareketi başlatmak yeterlidir. Devasa sistemi yürütebilecek devasa enerjileri üretmek için altı milyar tanesini bir araya getirebilir, onlara piramitler, kentler, ikiz kuleler, uçak gemileri, uçaklar yaptırır, sonra o uçaklarla o kuleleri yıkar, o uçak gemileriyle kentlerini yerle bir edersin; "ne oluyor?" diye sormazlar. Program başarıyla yürümekte, altı milyar minik makineden oluşmuş dev fabrika tıkır tıkır çalışmaktadır.

İçimizden çıkmayacak mıdır, makineyi söküp, dağıtıp, tek tek inceleyen, eleyen, sonra tekrar ve doğru bir biçimde kurmayı, kendini yeniden üretmeyi deneyebilecek cesur insanlar? Elbette çıkacaktır. Ama muhtemelen onlara "deli" ya da "uçuk" gözüyle bakılacaktır diğerleri tarafından.

Çünkü bizler Ayşecik filmleriyle, Zeki Müren şarkılarıyla, Kemalettin Tuğcu romanlarıyla aklı formatlanmış kuşaklarız; ya da onların çocuklarıyız. Bize anlatılacak her doğru fikir, bütün bunlardan oluşmuş binlerce tonluk çapağın arasından süzülerek varacaktır beynimizin bilgi işlem merkezine.

Görünen o ki, kendi hakikatimizi bütün bu moloz yığınını eşeleyerek gene kendimiz keşfedeceğiz. İşimiz kolay olmayacak. Ama yine de denemeye değmez mi?

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

66
Derkenar'da     Google'da   ARA