Devletin zorbalığından sıtkı sıyrılmış bir toplumun bilinçli desteğiyle iktidara gelmişlerdi. Ve o zorba çekirdeğin her saldırısında toplum, "mazlumun temsilcisi" olarak gördüğü siyasî kadroya ve onun kaptanına daha da büyük destek vermişti.
Şu işe bak ki, hırsı aklının çok ötesine geçmiş olan bu zevat, onlara özgürlüklerimiz adına verilmiş olan o vekâletnameyi kendi öz sermayesi zannetti ve müsrifçe harcıyor.
Galiba siyasetin doğasında var dünün eziğinin bugünün nobranına dönüşmesi. Hikmet Kıvılcımlı'nın "Osmanlı Bizans'ı fethederken, aynı zamanda Bizans tarafından fethedildi" tespitine benzer bir önerme, bugünkü AKP (Erdoğan) iktidarı için de söylenebilir. AKP Devlet'in omurgasına çöreklenirken, Devlet de AKP'nin hard diskine kendi işletim sistemini yerleştirdi.
Üstelik de -ah garibim- onca yılın görgüsüzlüğü ve kavrukluğuyla olsa gerek, eline ilk kez geçirdiği bu kontrolsüz güçle feci şekilde esridi, küstahlaştılar.
Taksim Gezi Parkı'nın "ben yaptım oldu"cu bir tavırla yandaş sermayeye peşkeş çekilmesi girişiminden ve buna verilen halk tepkisinden yola çıkarak konuşuyorum.
Sandıktan çıkan tiranın "ben öyle uygun gördüm öyle yaparım, gıkını çıkaranın ensesine şaplağı yapıştırırım" zihniyeti, toplumun sağduyusuna fena toslamış gibi görünüyor. İktidar densizce gaz çıkarıyor, toplumu öksürtüyor.
Bana öyle geliyor ki, bu kez şaplağı yiyecek olan, bu şaşkınların "bir avuç serkeş" zannettikleri protestocular değil, devletin zirvesini atadan miras çiftlik zannettiren o kibir ve hoyratlık olacak.
Beş-altı yıl önce televizyonda gördüğüm bir sahneyi hatırladım şimdi: Bir 23 Nisan'da kendi koltuğuna birkaç dakikalığına oturttuğu kız çocuğuna "artık yetki sende, istediğin gibi asıp kesebilirsin" diye -kendi meşrebince- nükte yapan bir adam vardı…
O koltuğun canının çektiğince asıp kesme yeri olmadığını, bu toplumun -daha önce defalarca yaptığı gibi- verdiği yetkiyi aynı kararlılık ve kıvraklıkla geri alabileceğini, neye uğradığını bile anlayamadan siyasal envanterden düşülebileceğini öğrenecek olan bir adam görüyorum şimdi de haberlerde.
Belki biraz daha zaman lâzım bunun için, belki günü geldi. Ama olacak.
Güç sarhoşu adam için acı bir ders, Türkiye için kayıp zaman olacak bu. Umarım yol yakınken fark eder direksiyonuna azametle kurulduğu ve konya asfaltında riskli zigzaglarla lastik cayırdattığı bu vasıtanın frenlerinin patlak olduğunu…
Yobazdan demokrat olacağını sanan sizin gibilerin de çok payı var bu hoyratlıkta. Bütün eksikliklerine rağmen bu cumhuriyet rejimi bir balıkçının oğlunu başbakan, Kayserili bir tornacının oğlunu da Cumhurbaşkanı yapmıştır. Kendi özledikleri rejimde ibrikçibaşı olamayacak insanların kinini kusmasına sizler de izin verdiniz.
Ali Sancı - 1 Haziran 2013 (03:13)
Ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan, ne de bakanlar yığını, yer yarıldı da içine mi girdiler? Bir park ve birkaç ağaç koruma amacıyla başlayan protesto, dört gün içinde baskıcı rejime karşı sürdürülen büyük bir ayaklanmaya dönüştüyse, bunun tetikleyicisi dün sabah saat 5'te parkta bir yandan ağaç nöbeti tutup bir yandan uyukluyan insanlara karşı yapılmış dehşetengiz polis saldırısı ve devamında yaşananlardır. Yuh olsun size!
Toplumu akıl almaz bir basiretsizlikle yönetmeye ve her fırsatta gütmeye çalışanların körüklediği bir kaos bu. Medyanın gerçek yüzü hiç bu kadar yakından görülmemiştir. Sanki Taksim yok, sanki çatışma yok, sanki ülke topyekûn narkoz altında. Ne oldu her fırsatı beyin fırtınasına dönüştüren fikir adamlarına? Alın işte size fırsat, konuşsanıza! Hükûmet, medya, Taksim'de başlayıp şehrin her tarafına sıçrayan olaylardaki payını önceden görebilse, meydandan 24 saat canlı yayın yapardı eminim. Niye mi? E neler olup bittiğini merak eden İstanbullular kalkıp kalkıp Taksim'e geldiler. Halbuki verecektin televizyona canlı yayını, biz de her zamanki gibi çayı demleyip geçecektik başına, böyle mi olurdu o zaman? Herkes merakını Norveç televizyonundan gideremez ki, haliyle Taksim'in yolunu tuttu.
Ne oldu "bu olaylar Taksim'e has, Taksim'de kalır" diyen dar kafalılara. Ankara, İzmir, Eskişehir falan demeyeceğim, asma köprüyü yürüyerek Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçip Taksim'e yürüyen insanlara baksınlar yeter. Toplumdan nelerin saklandığının somut resmidir, o toplu yürüyüşler. Bu günleri en güzel açıklayacak en çarpıcı sözler, gene başbakanın gözlemine dayanıyor aslında. Ne diyordu Erdoğan; "kendi halkına zulmeden iktidar meşrutiyetini yitirmiştir."
Deniz Türkoğlu - 1 Haziran 2013 (10:17)
Aklımı, fikrimi yerinde tutmaya, bu yaşımda öfkeme, sinirime kapılıp sokaklara çıkmamak için kendimi tutmaya çalışıyorum ama, çıldırmak işten bile değil bu ülkede.
Gece ikiden beri ayaktayız. Oturduğumuz semtte, caddemizde o saatten sabaha kadar insanların sokakta, pencerede, balkonda sürdürdükleri protestoları izlerken televizyonlara, gazetelere, sosyal medyaya filân da baktım. Ama bu sabah gazetedeki şu haberi okurken "dumur olmak" deyiminin ne anlama geldiğini de anladım doğrusu. Haberin başlığı şöyle:
Erdoğan: Zulmün mağduru olanlar zulmetmeye başladılar (Hürriyet)
Bir an "Allahım! Ağlamak istiyorum" diye içimden geçti inanın. Ama devamını okuyunca, başımda kalan son saçları da yoldum:
"Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 28 Şubat döneminde bir kesimin çok büyük haksızlıklara uğratıldığını belirterek "Belli kesimlere, hapishanelerde çok ağır işkenceler yapıldı. Faili meçhullerle, suikastlerle, kışkırtmalarla, hep bazı kesimler tehdit edildi. Birileri, yanlıştan yola çıkıp, yanlışa başvurdular. Şiddetin, zulmün mağduru olanlar, maalesef şiddet uygulamaya, zulmetmeye başladılar" dedi…"
Devamını da sinirleriniz elverirse siz okuyun artık.
Arkadaş, öyle veya böyle 16 yıl önce halt karıştırdığı iddia edilenler hapiste değil mi? Yargılanmıyor mu? Hala neyin ağlaması bu?
Dün sabah Harbiye'de bir toplantıya giderken gördüğüm muharebe meydanı görüntülerinin müsebbibi 28 Şubat'çılar mı? Arabamın üzerinden geçen gaz bombalarını 28 Şubat'çılara mı atıyordu güzide polisimiz?
Yeter be kardeşim! Sıkmadı mı bu mağdur edebiyatı? Yetmedi mi bundan nemalandığınız?
Öf artık!
Bu ne mağrur tavır? İnsan halkını bu kadar mı koyun yerine koyar? Bu ülkeyi 11 yıldır kim yönetiyor? Şimdi yaşanan sorunların hepsinin sorumlusu Atatürk, İnönü, Demirel, Ecevit, CHP mi?
Oğuz Kaan'dan da şüpheleniyorum ben! Göktürkler meselâ? Çinlilere karşı daha sert dış politika izlemeliydiler.
Öf yani! Öf!
Melih Özel - 1 Haziran 2013 (11:25)
Bu günlerde NTV de bir belgesel izliyorum: HİTLER: Öldüren Karizma…
Bir millet, bir halk nasıl olur da Hitler gibi bir paçoz onbaşıda kurtarıcı vasıflar görür, nasıl onun peşine takılır, karizmanın sırrı nedir, Hitler alman halkını büyüledi mi, kandırdı mı, beyinlerini mi yıkadı, Alman halkı nasıl oldu da Hitler'de bir kurtarıcı, bir yarı-ilah, bir peygamber gördü?
Yıllar sonra Recep Tayyip hakkında da böyle bir belgesel yapılacaktır, Türklerin nasıl olup da bu adamda bir karizma gördükleri serinkanlılıkla tahlil edilecektir.
Ama aslında bu sahte karizmanın sırrını keşfettim, karizmanın sırrı BOLD veya italik konuşmada gizli, metni formatlamak, kelimeleri vurgulaya vurgulaya, tane tane konuşursan halk senin çok derin hikmetler yumurtladığını, çok önemli şeyler söylediğini zannediyor, yani çok ucuz bir numara.
Kitleleri uyuşturmanın, hipnotize edip ölüme göndermenin büyük üstadı ne diyor:
"Yalan ne kadar büyük olursa, inanan da o kadar çok olur."
Wilhelm Reich, şu teşhisi koydu:
"Bazı ülkelerin başında akıl hastalarının oturması bir yana, üstüne üstlük, kimi halklar tümüyle hastaydı."
Bu da Alatlı'nın teşhisiyle örtüşüyor: Kollektif Afazi.
Ama bu arada asıl büyük ağaç katliamının 3. boğaz köprüsü çevre yollarında başladığını da unutmayalım, biz Taksim'deki 30 kadar asırlık çınar için gaz bombalarına hedef olurken, İstanbul'un kuzeyinde misli görülmemiş bir doğa katliamı başladı bile.
Pertev Dural - 1 Haziran 2013 (11:32)
İlk yorumun yazarı sayın Ali Sancı'nın savlarına itirazım var.
Önce şunu belirteyim: Yanlış bulduğum her görüşü tashih etmem. Görüş farkıdır der, geçerim. Nitekim, Derkenar'ı onca yıldan beri okuyan, dolayısıyla burada neler söylendiğini -ve söylenmediğini- en iyi bilmesi gereken bazılarının sergilediği akıllara seza hezeyan örneklerini bile "insanlık halidir" deyip anlamaya çalışıyorum. Neticede suçlanan tekil olarak benim.
Fakat demokrat olmanın gereğini yapan bir kesimi AKP yandaşı gibi gösteren klişe ifadeleri yakışıksız buluyorum. Kim olduklarını ve şu zamana kadar neyi savunduklarını, neler yazıp çizdiklerini doğru dürüst bilmediğiniz kişileri bu tür kaba saba bir genellemenin içine sığdırıp suçlamak doğru değil.
Demokrat olmak, bugünün zorbaları da dahil, istisnasız herkesin insan olmaktan kaynaklanan haklarını başka zorbalara karşı savunmak demektir; ve bu AKP taraftarı olmak değildir; lütfen sapla samanı karıştırmayalım.
Dünyayı algılayışları alışageldiğimizden farklı insanları da toptancı bir yaklaşımla "yobaz" diye adlandırmak pek zarif kaçmıyor. Ben kendi doğal çevremde o kadar çok "aydınlanmacı" yobaz tanıdım ki, artık yobazlığın dini inançlarla kaim olmadığını idrak edebiliyorum. Siz de edebilirsiniz önyargısız bakabilirseniz.
Necdet Şen - 1 Haziran 2013 (12:04)
Yeri gelmişken şunu da eklemek isterim: Pertev Dural'ın da anımsattığı gibi, asıl büyük ağaç katliamının 3. boğaz köprüsü çevre yollarında başladığını unutmayalım. İstanbul'un ücra köylerini bile doğası tahrip edilmiş downtown'lara dönüştürme mantığı -kalkınma adına yapılsa da- çılgınlıktır. Olumsuz anlamıyla, çılgınlık.
Hikmetinden sual olunamaz bir ayetten söz edercesine, her türlü kepazeliğe kalkan yapılan "kalkınma" dedikleri şeyin, işin doğası gereği, başkalarının (çevrenin) yoksullaşması pahasına gerçekleşebilen bir "talandan pay kapma" yarışı olduğuna hiç değinmiyorum bile. İnsanlık onuru adına, benden daha yoksul olanın sofrasından tırtıklanarak önüme konacak her lokmayı peşinen reddediyorum.
"Zamanında bu kenti biz yeşillendirmiştik, gene yeşillendiririz ne olacak" türünden savunmalar ise, üsluptaki sonradan görmelik bir yana bırakılsa bile, tam anlamıyla kendi iradesi dışındaki tüm iradeleri pasif cansız nesneler olarak görme eğilimidir. Erich Fromm bunu "sadizm" olarak adlandırıyor.
Hadi biz gene de mülayim davranalım ve sadece "saygısızlık" diyelim.
Saygı görmek de temel insan haklarındandır, ihmal edilemez. Önümüze kemik atar gibi atılacak üç beş avanta, bizi bu hakkımızdan feragat edecek kadar köleleştiremez.
Bunu sineye çekeceğimizi düşünmek bile akıl kaykılmasıdır zaten.
Necdet Şen - 1 Haziran 2013 (13:47)
Hem Başbakan hem de de bir bakan (kendisi Londra'daymış, oradan yorumda bulunmuş), iki üç gündür sürmekte olan bu hadiseleri, CHP'nin düzenlediği ve kışkırttığını beyan etmişler.
Hani, içinizde "yahu durup dururken ben şimdi niye bu Taksim gezi Parkı işine yeşillendim, beni kim kışkırttı" diye bir düşünce varsa, cevabını aldınız işte.
Daha neler buyurmuşlar bakalım: Bu tür mitingler, Menderes döneminde de, 12 Eylül'den önce de ve de bu iktidarın daha önceki dönemlerinde de (Cumhuriyet mitinglerine vurgu yapıyor) yapılmış. Bunlar, seçimde kaybetmeyi sindiremeyenlerin yaptıklarıymış. Topçu Kışlası için yapılan itirazları dikkate alıyorlarmış ama, yağma yokmuş. O kışla yapılacakmış. Zira olmayan bir şeyi yapmıyorlarmış. Yıkılanı geri getiriyorlarmış.
Ya, işte böyle! Adı üstünde Topçu Kışlası!
Biliyorsunuz Osmanlı döneminde AVM idi orası. Bahçesinde de Topçu Birliklerine Eğitim yaptırılırdı. İstirahatlerde "bir cıgara içimi" sürede, işte 'food court'a giden acemi erler karın doyurur, ayağı filân rahatsız olursa ayakkabısını değiştirir, kuaföre giderlerdi. Cumhuriyet'ten sonra, ah o kafa yok mu o kafa, işte onlar yıktılar o kışlayı ve park yaptılar. Densizler!
Kışla eskiden de vardı yani.
İnanmadınız mı? Hadi be!
Sizin içiniz kötü arkadaş, içiniz.
Melih Özel - 1 Haziran 2013 (16:46)
Tadında bırakayım diyorum ama aklımdan geçenleri söylemeden de duramıyorum.
Gazete ve televizyonla hiç işim yok. Gezip tozarken ve sebze bahçemle ilgilenirken, arada bir internete bakıyorum ve çok ilginç şeyler görüyorum.
Notlar halinde değineyim:
Protestoların ciddileştiğini görünce, Cumhurbaşkanı Gül, ağır abi Bülent Arınç ve şehremini Kadir Topbaş başta olmak üzere, Hükûmet kanadının ağır topları kıvrak manevralarla rezaleti sahiplenmediklerini açıkça beyan ettiler ve sıcak patatesleri Erdoğan'ın avuçlarına bıraktılar.
Erdoğan hâlâ aymadı mı ne, lâfazanlıklarla, manalı bakışlarla filân, işin içinde iş olduğunu ima ediyor, nafile yere üste çıkmaya çalışıyor. Hele protestocular için sarf ettiği "dürüst değiller" ve "ideolojik" lâfları beni kas kas güldürttü. Malum, bu günlerde bu tür lâf oturtmalar "in", tahammülsüzler arasında…
Daha beteri bakan Mehmet Ali Şahin'den geldi ve skandalın üstüne cila çeker gibi "bir darbeye zemin hazırlamaya çalışıyorlar" buyurdu.
Sormazlar mı insana, "madem öyle bir kaygınız var, o zaman niye böyle hoyratça kaşıyorsunuz ufunetli noktaları" diye? Öyle ya, bir çocuk bile, eğer bir darbe planı varsa, bunun 50 kişinin Taksim'de yapacağı protestoyla gerçekleşemeyeceğini, ama polisi halkın üzerine sürüp sokaklarda terör estirerek, 50 kişiyi 50 bin yapan küt bir aklın marifetiyle mümkün olabileceğini bilir.
Gene Erdoğan… Hasbinallah! Hazret diyor ki, "varsa bir itirazınız seçim zamanı sandıkta söyleyin…" İyi de aslan abicim, sana gaipten sesler mi geliyor, bunca fezahata rağmen gene de sandıkta zafer kazanacağına dair? Daha önceki sandık zaferleri falakadan, coptan, ısırılmaktan bezmiş olan halkın şifayı sende bulacağını zannetmesinden değil miydi? Şimdi o köteği senden yerken gene de koşup sana oy vereceğini zannetmene neden olan şey, kibirden dumura uğramış bir idrak değilse ne?
Ayrıca sen diplomanı mahalledeki tenekeciden mi aldın? Hiç mi mektebe medreseye gitmedin? Hiç mi gazete dergi falan okumuyorsun? Televizyonda haber de mi seyretmiyorsun? Eli kanlı dikta rejimlerinin dışında kalan tüm toplumlarda, hatta oralarda bile, vatandaş kan beynine sıçradığında, rahatsızlığını seçim zamanını falan beklemeden, meydanlara çıkıp söyler. Yalancıktan da olsa demokrasiden dem vuruyorsan, mitinglere, protestolara, istemezüklere tahammüllü olacaksın.
Olmazsan, şekilde görüldüğü gibi, işin sarpa sardığını sezen en yakın yol arkadaşların bile ayaklarının ucuna basarak sıvışır, zırzıppa ortada kalırsın.
Kaldın da nitekim. Karizma çizildi. Top filelerde, sen daha farkında değilsin.
Nasıl ayıklayacaksın şimdi bu pirincin taşını?
Necdet Şen - 1 Haziran 2013 (00:02)
Galiba Başvekil kısa devre yaptı…
Buna "akıl tutulması" falan demeyeceğim, fazla diplomatik kaçar. Resmen sağduyusunu yitirmiş gibi görünüyor. Tavrı, üslubu, başından beri fauldü zaten, söyleyip duruyordum. Ama toplumla inatlaşmayı ve sinirleri germeyi bu raddelere vardıracağı, tüm ülkeye yayılmış, kontrolden çıktı çıkacak bir kızgınlığı, her zamanki kışkırtıcı, özensiz, empatiden ve siyasî nezaketten yoksun üslubuyla yangına dönüştüreceği aklıma gelmemişti. Bir noktadan sonra kıvırtır diyordum.
Doğruluk derecesini bilemiyorum ama şu an itibariyle sosyal medyadan vandallık, hatta ölüm haberleri geliyor. Dilerim ki hiç biri doğru çıkmaz. Ne var ki, sokaklarda çekilip internete konan videolar zaten tüyler ürpertici. Güvenliği sağlamak şöyle dursun, sadistçe saldıran, önüne çıkan herkese linç psikolojisiyle girişen, çoluk çocuk, kadın, ihtiyar, turist demeden vuran, tekmeleyen, gazlayan, kafa kıran, göz çıkaran bir polis kalabalığı var görüntülerde.
Sanki ülke ortadan ikiye bölünsün diye yaradandan ayet inmiş ya da haşmetmaaptan hükmü hümayun sadır olunmuş…
Medyanın fişi neredeyse tamamen çekili durumda. Gazeteler artık internet sitelerini güncellemiyor bile. Acınası bir durum. Adına "gazeteci" denilen, burunlarına halka takılmış rezil bir güruh, maaşı cebine koyup susma görevini ifa ediyor.
Polis Devleti ile Kutsal İsyan arasındaki kritik noktada yalpalıyoruz… Kim bilir, belki de geçilmiştir o nokta… Gecenin şu saatinde (03:55) Çankaya'daki Kızılay'daki bazı konutların ışıkları hâlâ açık olabilir…
Yarın öğreniriz belki. Yarın değilse de kısa zamanda öğreniriz. Olmadı, Hasan Cemal ortalık sütliman olduktan sonra kitap yazar, oradan öğreniriz.
Ama açıkçası, ben bu aşamadan sonra ne Erdoğan'ın olumlu yönde değişeceğini, ne de tepesinin tası atmış halkın onu affedebileceğini zannediyorum. Ya halkın yarısı polis marifetiyle biçilecek ya da zorba toparlanıp gidecek.
Bana ikinci şık daha kuvvetli bir ihtimal olarak görünüyor…
Ya da belki gönlümden geçenle hayatın gerçeğini birbirine karıştırıyorum.
Necdet Şen - 3 Haziran 2013 (03:55)
Devletin (elbette bizim devletin) ceberrutluğu üzerine sayfalarca yazılabilir. Devlet her ne maksatla olursa olsun protesto ya da gösteri yapan vatandaşına şiddet uygulamaz. Öte yandan protesto gösterisinde kaldırım taşları devreye giriyorsa ve araçlar devrilip ateşe veriliyorsa buna karşı uygulanacak tedbirler nelerdir ben de bilmiyorum. Bu tip hareketlere karşı demokratik bir ülkede kolluk kuvvetleri nasıl tepki verirler bakmak lâzım.
Henüz analiz ve yorum için erken olduğunu düşünmekle beraber iktidar sarhoşluğu içindeki bir otoritenin karşısında mantıklı bir muhalefetin olmayışı, muhalefetle mükellef olanların bilerek ya da bilmeyerek vatandaşlarını şiddete kışkırtması, "şeriatçılar bizi kesecek" diye korkutulmuş vatandaşların "İşte bizim Tahririmiz, iktidar devriliyor" diye sokaklara dökülen ergenlerin peşine takılması ve tüm bunları ağrıbaşlılıkla yönetmek yerine "eyvah yeniçeri kazan kaldırdı, hemen sancak çıkarın" diyen bir yönetici tayfası görüyorum ben bu tabloda.
Ne bu iktidar ne muhalefet ne de polis uzaydan geldi. Hepsi bizim üretimimiz. Tarihsel şemadan çıkanlara bakınca pek de şaşırmıyorum doğrusu.
Rant, ağaç, kalkınmanın açmazları, hepsine dair derin kaygılarım var. Ama dön dolaş Demokrat Parti - İsmet Paşa kavgası geliyor aklıma. Tarih bu kadar mı tekerrür edermiş?
Öte yandan polisin adam "kaybettiği" günlerden "Polis biber gazı sıkmasın" günlerine gelmiş olmayı bile bir kazanç olarak görüyorum. Böyle böyle iktidar da polis de vatandaş da doğru yolu bulur diye umuyorum.
Kimbilir yarın öbür gün "içki yasağı koyan iktidarı devirmek için hafta sonu eylemine" çıkanlar belki emek sermaye çelişkisi, eşit ve adil bir düzen, azınlık hakları, milliyetçilik illeti vs için de bu kez hafta sonu değil de hafta içi sokağa çıkar.
Devlet de 20 yaşındaki köylü çocuğunun beline silâh eline gaz tüfeği vermeden önce bir kez daha düşünür. Hoş emek sermaye için sokağa çıkıldıysa artık boyut değişmiş demektir ya neyse.
Serde iyimserlik var, neylersin?
Erdem Abaka - 3 Haziran 2013 (08:55)
Cengiz Çandar'ın şu sözlerinin üzerinde dikkatle düşünmek lâzım:
"Gayet geniş bir alanda, çıplak gözle izlediğim ve "niçin katıldıklarını" sormadan bana anlatan kimi insan öbekleriyle ayaküstü sohbetlerden gördüğüm şuydu: "İstanbul 2013"ün arkasında ne bir siyasî parti, ne "provokatörler", ne de "Türkiye'yi zayıf düşürmek isteyen dış güçler" vardı. Bu kadar büyük bir kitle hareketinin içinde, tabii ki Ergenekon muhipleri, ulusalcılar, iflâh olmaz Tayyip Erdoğan ve AK Parti düşmanları, İP'liler, çeşitli renklerde provokatörler, lumpenler ve bu arada da ana muhalefet CHP üyeleri, vs elbette vardı ama bütün bu "gerçekler", olayın bir büyük ve esas olarak "spontane ve kontrolsüz halk hareketi" olduğu "ana gerçeği"ni değiştirebilecek nitelikte değildi.
Taksim'i polisin terk etmesine yol açacak kadar güçlü bir toplumsal hareket, tek bir ideolojik ve siyasî gruba mal edilemeyecek kadar heterojen idi."
Yazının tamamı dikkate değer ve benim olamayacağım kadar mutedil.
Dünyanın her yerinde, bu çapta bir halk hareketinin arasına asabiyetini kontrol edemeyenler, fanatikler, provokatörler, hatta casuslar sızabilir. Ama olayın özünü kaçırıp en uç örneklere bakarak "al işte, bir avuç çoluk çocuk" anlamına gelecek analizler yanlıştır.
Hatta buna "laik kesim duyarlığı" demek bile yanlıştır.
Bence olay gerçek -ve orijinal- bir halk ayaklanması. Bu ülkede -ben- ilk kez görüyorum.
Necdet Şen - 3 Haziran 2013 (12:09)
10 yıl önce bir başka vesileyle şu soruyu sormuştum bir yazımda:
"Sesli düşünelim, Amerika Birleşik Devletleri mi daha kalıcı, yoksa Amerikalı'ya bile "bu kirli savaşa hayır!" dedirtebilen manevî aidiyet mi?"
Bugünün Gezi Parkı direnişi de -şu ya da bu siyasî markaya mal edilme girişimleri olsa da- temelde "insan haklarına ve demokrasiye saygıda kusur eden bir Başbakan'a duyulan tepkinin dile getirilmesi" ekseninde oluşan manevî aidiyetin eseridir.
Bu manevî aidiyet, AKP'den, CHP'den, Ulusalcılık ya da İslâmcılık gibi "cılık"lardan daha kalıcı, daha sağlam. Benim gördüğüm bu.
Necdet Şen - 3 Haziran 2013 (13:24)
Konu hassas ve tedirgin edici. Çok keskin ve sert yorumlar yapmak yerine bir miktar mutedil olmak gerektiğini düşünüyorum. Mazur görün, bu memlekette "halk" tepkisine iyi sıhhatte olsunların karışmadığı bir örnek yok denecek kadar az.
Vatandaşın şu veya bu sebeple tepki koyması ve gösteri yapması en doğal hakkıdır. Demokrasisini doğal akış içinde inşa edemeyen toplumlarda da şiddet tehlikesi her zaman var.
Örgütlü bir eylem yerine kendiliğinden gelişmiş bir halk protestosunun kışkırtmaya kurban gitmesi riski çok yüksektir. Tencere tava çalarak güle oynaya protesto eylemi yapmaya çalışanlar ile "fırsat bu fırsat" diyen vandalları-marjinalleri ayırt etmek deneyimli emniyet teşkilatlarının bile korkulu rüyası olmalı. Soğuk savaş kalıntısı Türk polisini siz düşünün.
Meşhur meseldir, Katharlar üzerine Katolik Kilisesinin düzenlediği Haçlı seferinde "sapkınlar" ile inanançlıların aynı kiliseye sığınmaları karşısında şövalye kumandanı çaresiz kalmış ve ne yapacağını sormuş din ulusuna. Gelen çözüm can yakıcı: "Hepsini öldürün, Tanrı kendi kullarını ayırt eder."
Kendiliğinden gelişen halk protestosuna sözüm yok. Ama kışkırtmaları bertaraf edecek sivil toplum kuruluşu / örgütü yoksa / uyuyorsa ve şiddeti içselleştirmiş polis / devlet teşkilatıyla bir yerlere varmaya çalışıyorsak bu yolda bir miktar acı yaşanacak.
Çok geniş düzeyde baktığımızda demokrasi mücadelesi için geniş bir halk hareketi değil, provokatörlerin ekmeğine yağ süren ve iktidarı daha da sağırlaştıran bir "boşa giden enerji" var sanki ortada.
"Seçimle gönderemediklerimizi tahrik eder de suyu bulandırır mıyız?" diye masum vatandaşları "TOMA"ların önüne kalkan yapmaya çalışan "bir iki kişi ölmeli ki şimdi…" diyen sırtlanları saymıyorum. Ne de olsa "ana gerçek" değil. Ama "ölüm" gerçek.
Taksim'den polisin çekilmesine yol açan "toplumsal hareket" ne oldu da Beşiktaş'ta başarısız oldu bunun da açıklaması vardır elbet.
Umarım akıl ve sağduyu baskın gelir de can kaybı yaşanmadan bu sınav verilir.
Erdem Abaka - 3 Haziran 2013 (15:17)
Demokrasi bir güçler çatışmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti 2007 yılına kadar hemen hemen tümüyle ordunun hakimiyetinde bir ülke olarak farklı güçlerin palazlanmasına izin vermiyordu.
Eğer işler yolunda giderse bizim ülkemiz de farklı güçlerin çarpıştığı bir arenaya dönüşecek. Güçler önce birbirlerini kollayacaklar, birbirlerini yok etmeyi deneyecekler. Başaramadıklarını gördüklerinde de diğer güçlerle beraber yaşamak zorunda kalacaklar. Namazını kılan içki içene karışamayacak, içki içen başını örtene karışamayacak.
Eğer işler yolunda gitmezse sürekli dövüşürüz.
Demokraside herhangi bir güç kendisinden olmayanların haklarıyla pek ilgilenmez. Alkol kullanıyorsanız başbakan size "alkolik" dediğinde ağrınıza gider. Ayaklanırsınız. Yeri göğü yıkarsınız. Ama esrar kullananlara "esrarkeş" demekte hiç bir beis görmezsiniz. Esrar kullananların tutuklanmalarına seyirci kalırsınız. Onların haklarının sizden kat kat daha fazla çiğnenmesi sizi rahatsız etmez. Hatta bunu hak ettiklerini düşünürsünüz.
Ne yapalım ki demokrasi böyle bir şeydir: Gücü olmayanın, yeterince kalabalık olmayanın, yeterince sesi çıkmayanın sürekli ezildiği, sürekli saklandığı bir yönetim biçimidir.
Levent Yaycı - 3 Haziran 2013 (16:59)
Bundan iki sene evvel memlekete yaptığım ziyarette belirgin şekilde gözlediğim ve rahatsız olduğum yegâne şey, sohbetlerin içeriğinin sığ ve basmakalıp bir biçimde "AKP ve Tayyip"e duyulan öfke etrafında sürekli şekilde dönüp durmasıydı.
En yakınlarım ve yıllardır tanıdığım eş dost nasıl olduysa penceresinden bayrağı eksik etmeyen koyu ulusalcı kıvamına gelmişti. Hayatında hiç bir "sol" örgüte, CHP'ye, Deniz Baykal'a ve özellikle de Doğu Perinçek'e en ufak sempati duymamış kişiler için alışılmadık bir görüntüydü bu.
Bir kaç kere, "Hükümetin icraatlarını yabana atmayın, iyi işler de yapılıyor." demek gafletine düştüğümde "Ooo sen de mi Tayyipçi oldun!" lâfını yiyip bıkkınlıktan sustuğumu hatırlıyorum.
Çok değil 10 gün öncesi tekrar Ankara'daydım. Hükûmetin icraatları ekseninde dolaşan sohbetlerde ciddi bir değişim vardı bu kez. Önce şaşırdım sonra da normalleşiyoruz her halde diye düşünüp sevindim. Neredeyse tanıdığım herkes, "yiğidi öldür hakkını yeme" kıvamına gelmiş ve "Filanca şeyi sırf AKP yapıyor diye de karşı çıkmamak lâzım canım.", "Aslında bunlara oy verilebilir." gibi lâflar ediyordu.
Ankara'da yapılan alt ve üst geçitleri kıyasıya eleştiren bir esnaf, İstanbul Belediyesi'ni örnek gösterip "Yani ablacım, politikasını, ideolojisini benimsemem ama adam işini bilen, üstelik eğitimli görgülü biri, doğru muyum?" diye övüyordu İstanbul Belediye Başkanını.
Dün telefonda konuştuğumda gördüm ki, bir hafta önce "AKP'ye oy verilebilir" çizgisine gelmiş gördüğüm akraba ve arkadaşlarım bir kez daha "anti-Tayyipçi" olmuş.
Tabii gene de mutedil olmak lâzım. Belli mi olur, belki başbakanımız kendisine oy vermeyen %50'yi düşman gibi algılamaktan -ve bunu açıkça ifade etmekten- vazgeçer, hayat bayram olur…
Fersan Cevriye - 3 Haziran 2013 (18:22)
Böylesine saldırgan ve empatiden yoksun davranışlarda bulunan insanların ortak özellikleri, saldırgan davranışlarının şiddeti arttıkça, içlerinde de bir o kadar zayıf hissetmeleri.
Etraflarına kimseyi yaklaştırmayarak böylesine hırçınlıktan örülmüş bir duvar inşa ediyorlar. Bu onları bir müddet koruyor. Hakikaten de insanlar bu tiplere fazla bulaşmak istemiyorlar. Ama insanları bu şekilde kendilerinden uzak tutsalar da sonunda kendileri zararlı çıkıyor. Kibirli davranışları ve akılcılıktan uzak hareketleri arttıkça içlerindeki o tarifsiz gerilim ve öfke, ona yaklaşamayan insanlara da bulaşıyor. Tıpkı sevgisiz ortamların, sevgisiz insanları yaratması gibi bir durum bu. Ya da sevgisiz ve sert bir babanın donuk bakışlı, ürkek çocuklarının olması gibi bir durum.
Hayat kimseye bu kadar geniş krediler açmıyor. Sevgisizlik ile yoğrulmuş saldırganlık sonunda iflâs ediyor. İflâs derken bu ille de çevresinin bu duruma dayanamamasını kastetmiyorum, bizzat aklı ve bedeni dayanamıyor, sonuçta hepimiz etten, sinirden, kemikteniz.
Dijital Klavyeli - 3 Haziran 2013 (19:39)
Kıymetli Derkenar yazarlarından birinin başka bir mecrada rastladığım ilginç bir benzetmesi var. Eski zamanların büyük aile kavgalarına benzetmiş yaşananları. Evin büyüğünün sabırla tarafları sükûnete davetinden ve sonunda direncinin kırılıp odasına çekilişinden bahsetmiş.
Meselenin farklı boyutları olabileceğine ve her açının değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekebilmek istedim. Elimizde memleketin bazı yerlerinde henüz özgürlük kavramıyla tanışmamış sadece "ekmek" peşinde olan ancak potansiyel olarak sokağa çıkabilecek vatandaşlar var.
Kendini ifade biçimi olarak şiddeti gören ve bunu üstelik sempatik halde sunabilen bir takım futbol grupları, sağduyusunu yitirmiş asabî bir başbakan (evet eleştiriyorum ama tek adam kültürü uzaydan gelmedi ki), bugüne kadar uğradığını düşündüğü haksızlıklar karşısında "neyse en azından beni anlayan bir iktidar var" diyerek susan -yine riskli- gruplar fıtratı gereği şiddete meyilli başka gruplar var.
Esmeye başlayan barış rüzgârı sırasında ortaya çıkan içki-rant-çevre hassasiyetleri (ki ben yine temkinli yaklaşıyorum, "laik" sermaye rant peşindeyken aynı hassasiyet yoktu) vatandaş tepkisini "daha ne istiyorlar bu şımarık lâikler" şeklinde algılamaya hazır öfkeli başka gruplar, geleneksel devlet yapısı, (yıllarca terör bölgesinde görev yapıp şehir merkezlerine istirahate alınmış malûl "özel harekâtçılara" değinmiyorum), kriz yönetmede başarı sağlayamayan bir iktidar (10 yıl bir şey değilmiş demek ki, henüz emekleme sayılır), tüm bunların üstüne vatandaş tepkisini doğru ve organize yönlendirecek örgütlü bir muhalefet yerine fantezi peşinde koşan siyasetçiler var.
Bu veriler ışığında benim ilk aklıma gelen, sakin olmam gerektiği. Evet ben olaylardan cımbızlama yapmayayım ama sizler de başka açıları değerlendirin.
Hayatım boyunca tedbirli olmam yüzünden yaşadığım olumsuzluk sayısı, olumlu olaylardan çok daha az olduğu için bu ampirik çıkarımı temel alıyorum.
Maksadım üzüm yemek. Bağcıya garezim yoktur.
Erdem Abaka - 4 Haziran 2013 (08:51)
Direnişin başlarında fısıltı gazetesi, bu yapılanlar yalnızca AKP'nin oyunu arttırır, gerisi hava civa mealinde söylentiler yayıyordu. İki gün sonra Şamil Tayyar, daha şimdiden AKP'nin oyu yüzde 54'e yükseldi diye müjdeyi verdi. Derkenar'ın dediği gibi işin rengi değişmişti. Direnişi veren tek kanal da ulusalcı olunca, bu ağır faturanın hangi adrese kesileceği belli oluverdi. AKP oyları arttı mı azaldı mı orasını bilmem, umurumda da değil. Ben iktidarın insan haysiyetine toz kondurmayanını severim. Vatandaş olarak talebim budur.
Tansiyonun yükselmesindeki en büyük payın medyada olduğunu düşünüyorum. İnsan göremediği her şeyden korkar. Korkar da, korkuya bu kadar sırt dönülmez ki kardeşim. İnsanlar sokakta şiddet altında direnirken, medya güzellik yarışması falan yaptı, şiraze de iyice kaydı. Biliyorsunuz, olan biteni görmemek göstermemek için mobeseleri bile kapattılar. Halbuki herkesin elinde iyi kötü yay/paylaş bir teknoloji var. Yani aslında pek çok insan, o esnada meydanda olup biteni görüyor. Aralarında konuşuyor. Ve bu teknolojiden AKP grup üyeleri de yararlanıyor. Üstelik bazıları direniş esnasında cephe tutmuş verdiği beyanlarla ateşi körüklüyor.
Ardından gerilimin zirvede olduğu ve memleketin malûm ağızların içine baktığı en hassas bir zamanda "ben karar verdim, geri dönüş yok", sonrasında "onu bunu yıkacağım, camii de yapacağım", sonrasında sen 100 bin getiriyorsan ben 1 milyon getiririm, sonrasında yüzde 50'yi evlerinde zor tutuyorum gibi hepimizin bildiği faul konuşmalar, bir anda polisin yanında saf tutup halkı sopalamaya başlayan genç particiler, pek çok Müslümana bile "siz nasıl Müslümansınız" dedirtmiştir her halde.
Göstere göstere, ben geliyorum diye diye geldi maalesef. Asıl söylemek istediğim, meydanların gerçeği ile; direnişi dışarıdan izleyen uzaktan fikir yürütenlerin doğruları arasında epey mesafe olduğu. O mesafeyi kapatmak, mutlaka şart. Dünden beri medyanın açılması ve nihayet konuşmaya başlamak iyiye işaret. Bu direnişin içinde kışkırtma, vandalizm, muhalefet fırsatçılığı, daha tehlikeli fırsatçılıklar yok muydu? Vardı ve olacaktır şüphesiz. Ama ben gelinen noktanın tarihi bir dönüm noktası olduğuna inanmak istiyor ve meydanların içinden, direnişin içinden insanların seslerine kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu sebeple şu bir haftalık süreci tarafsız anlatabilecek örneklerden birini, Derkenar'da paylaşalım mı? Resimli "gezi parkı direnişi ansiklopedisi" gibi valla, patlamaz, patlatmaz, tehlikesiz.
Ak Parti'li Direnişçiden Başbakana Mektup…
Deniz Türkoğlu - 4 Haziran 2013 (11:18)
Aşağıdaki fotografı ve notu bir yakınım e postayla gönderdi. Konuya katkısı olabilir diye paylaşıyorum:
"100 puanlık uzman sorusu: #direngeziparkı"
Aşağıdaki resimde görünen mavi şapkalı abiler, direnişçi güçler arasında yer almakla birlikte, hepsi aynı tip gaz maskesi ve şapka takmakta, ayrıca yaptıkları onca kışkırtma sonucu hiç birine polis tarafından dokunulmamaktadır.
Abiler ne kadar mobese, atm, banka, belediye, işyeri kamerası varsa kırıp parçalamış, delil niteliğindeki her şeyi ortadan kaldırmıştır. Şanssızlık eseri bu fotografta birararada yakalanmışlardır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında, fotograftaki abilerin bağlı oldukları örgüt veya meslek grubu nedir?
a.) Sınır tanımayan doktorlar
b.) Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler
c.) Kanarya Sevenler Derneği
d.) Batı Trakya Müdafa-i Hukuk Cemiyeti
e.) Hiç ihtimal vermiyorum ama belki de polistir…
Fersan Cevriye - 4 Haziran 2013 (15:44)
Kendiliğinden gelişen bir protesto eylemi haksız pozisyona düşmek üzere. Hatay'da bir genç hayatını kaybetti. Bu yolda "gerekirse öleceğini" ve "her şeyin 'devrim 'için olduğunu" yazmış sosyal medya hesabında. "Sosyal" medya gücün bir karanlık bir aydınlık tarafında.
Yaşını başını almış ağır abiler ve ablalar. Anarşi, devrim, hak arama, eylem koyma evet gayet şanlı ve etkili sözler. Ama sisteme entegre bir ülkede sadece zaman zaman dengeyi kaçıran bir iktidarı "devirmek" ve "devrim" yapmak için sokağa döküldüklerini sanan çocuklar olduğu gerçeğini lütfen atlamayınız.
Demokrasiyi çocuklar ölmeden de bulabiliriz. Okumuş yazmış insanlar; karşınızda yılların devlet refleksiyle hareket eden, buluttan nem kapan, soğuk savaş travmalarını aşamamış, 30 yıl memleketin bölünme tehdidi altında olduğu paranoyasıyla yaşamış silâhlı güçler var.
60'ları ve 70'leri yaşamış insanlar. Gerçekten "Faşizm" nedir, gerçek bir faşizmde neler yaşanır bir kez daha gözden geçiriniz. Protesto nedir, devrim nedir, barikat ne demektir, şanlı direniş ne anlama gelir, bunları bilirsiniz.
Barış ihtimali belirmiş, eni konu istikrarı yakalamış bir ülkede bu hükümete "istifa etmek zorunda olduğunu" ne düşündürtmeli sizce?
Evet, hükümetin ve devletin kendine çekidüzen vermesi için gayet anlamlı mesajlar çıktı.
Sandıktaki oy oranı seçimi etkilemekten uzak olanların da en az diğerleri kadar hakkı vardır. Bu da bir ifade şeklidir. Ama bu ülkede şenlik havasında başlayan gösterilerin hüsranla bittiği çok olmuştur. İşte örgütlü protesto bunun için gerekli.
Siyasi şeması ters yüz olan demokrasisini ıkına sıkına arayan bir ülkede sokağa çıkmak diğer ülkedekilerden daha çok dikkat istiyor sanırım. Evet, hükümet şaşırmayacak sabrımızı taşırmayacak, muhafazakâr olmasına rağmen farklı görüşleri hatta "ayyaşları" da kabul edebilmenin yolunu bulacak.
Ama "hükümetin devrilmesi" için asgarî şartların bile mevcut olmadığı bir ülkede "devrim" sözünü hiç olmazsa şimdilik bir kenara bırakın, çocuklar ölmesin.
Erdem Abaka - 4 Haziran 2013 (16:32)
Sevgili Erdem, anlayamadığım, sormak öğrenmek istediğim bir şey var: Sen bu öğütleri bu sayfadaki yazarlara mı verdin yoksa Aydınlık gazetesinin köşe yazarlarına mı?
Zira bildiğim ve hatırladığım kadarıyla, bu sayfada hiç kimse "devirmekten", "devrimden" falan bahsetmedi. (Kendi adıma ben, daha 18 yıl önce Hürriyet'te "devrim birikimin katilidir" diyerek bu terminolojiyle arama mesafe koyduğumu hatırlıyorum.) "Direniş" kelimesini de izin verirsen, kullanalım. Sen istiyorsan "workshop" ya da "enstalasyon" da diyebilirsin. Kim karışır?
Tamam, farkındayız, provokatörler de var işin içinde. Ulusalcılar, Ergenekoncular, belki ecnebî ajanlar falan da sokaktaki enerjiyi toparlayıp kendi potasında eritmenin yollarına bakıyor.
Tamam, AKP'den Allah razı olsun, bir sürü iyi şey yaptı. Duacıyız. Devamını bekliyoruz.
Ben kendi adıma "hükümet istifa" falan dediğimi hatırlamıyorum. Hatta, devamından yanayım. Ama şahsen, Başbakan'ın halet-i ruhiyesi normale dönene kadar dinlenmesinde yarar görenlerdenim. Mümkünse Dışişleri bakanının da… Koskoca iktidar partisinde toplumu savaştırmadan bu işleri yapabilecek ehliyette birileri daha vardır her halde.
Şunu kaçırıyor muyuz acaba? Derkenar cirmi kadar yer yakar; ama soğukkanlılığını ve basiretini yitirmiş bir Başbakan Türkiye dahil tüm bölgeyi yakabilir. Ne yapalım şimdi, sorgulamayı, analizi falan bir yana bırakıp hep bir ağızdan "padişahım çok yaşa, senin alternatifin yok, bizi yak kendini yak her şeyi yak" diye zikir mi çekelim?
Necdet Şen - 4 Haziran 2013 (17:57)
Rivayet olunur ki Muaviye son derece sabırlı ve halim selim bir insandı. Nitekim günlerden bar verdiği bir gün, bazı büyüklerin tahtının önünde ayakta, bazısının oturmuş bulundukları bir esnada, paçavralar içinde bir delikanlı çıkagelip ona selâm vererek huzurunda fütursuzca oturdu ve: "Ey Muaviye, buraya son derece mühim bir mesele için geldim. Eğer isteğimi yerine getireceksen söyleyeyim; yok eğer yapmayacaksan söyle de bileyim" dedi.
Muaviye: "Söyle bakalım, elimizden geleni yaparız" dedi.
Delikanlı: "Ben karısı marısı olmayan gariban bir adamım. Senin de kocası mocası olmayan bir anan var. Ananı bana karı olarak verirsen benim bir karım, onun da bir kocası olmuş olur. Böylece sen de sevaba girersin" dedi.
Muaviye: "Sen daha gencecik birisin. Anam ise ağzında tek dişi kalmamış kocamış bir avrattır. Anama neden taliplisin bu kadar, anlamadım" dedi.
Delikanlı: "Duyduğuma göre ananın kocaman kalçaları varmış ve ben de kocaman kalçalardan pek hazzederim" dedi.
Muaviye: "Vallahi babam da aha o sebepten anamı almıştı. Zaten anamın başka bir meziyeti yok. Ama bunu ben anama bir ileteyim. Eğer o da isterse benden ala çöpçatan bulamazsın!" dedi.
Muaviye bunları son derece sakin bir şekilde söylemiş, ruh halinde en ufak bir değişiklik meydana gelmemişti. İnsanlar ondan daha hilm sahibi birisinin olmadığı konusunda hemfikirdiler.
Siyasetname, Nizamülmülk, T. İş Bankası Kültür yay., 2009, Sf:180 - 181
Vahap Demir - 4 Haziran 2013 (21:16)
Sabır devlet adamına en yakışan özelliktir kanaatimce. Elbet başbakan da insandır, kimi zaman kızmaktadır, kimi zaman kızması halkının da hoşuna gitmektedir ama sabır ona daha çok yakışmaktadır.
Masum ve haklı bir eylem de çığırından çıkıp ortalığı berbat etme potansiyeline her zaman sahiptir. Şiddet meşru talepleri bile görünmez kılmaktadır.
Polis orantısız güç kullanmasın, tamam ama kaldırım taşı fırlatan, ortalığı yangın yerine çeviren eylemciyle nasıl başa çıksın? Bunun da yolunu bilen söylesin. Şahsen bir zaman önce şampiyonluk kutlaması yapan bir grup arabamın tavanının üstünde zıplayarak sevinmişti de ertesi gün kaportacıya gittiğimde çıkan maliyet içimi yakmıştı. O gün bu gündür maç kutlaması yapanları gördüğümde küfredip duruyorum.
Özeti, etrafa zarar veren eylemci, olaya maruz kalan açısından pek eğlenceli bir şey değil.
Şu eylemlerin artık bitmesi hepimizin selâmetinedir. Bu konuda herkes üzerine düşeni yapmalıdır.
Vahap Demir - 4 Haziran 2013 (21:28)
Hükümetin gitmesi ya da gitmemesinden daha önemli bir konu var, gözden kaçan diye düşünüyorum.
Sevgili Erdem Abaka - bence iktidardaki zihniyete olağan dışı güven besleyen fazla bir iyimserlikle - bu yönetimin değişebileceğine hâlâ inanıyor galiba. Bence mesaj filân alındığı yok. Tepki gösteren insanların her biri - körün fili tarifi gibi - bu yönetimden rahatsızlık duydukları bir konudan "yetti gari" noktasına geldiler diye düşünüyorum ben.
Şu sıra - sanırım sevgili Erdem de dahil - bu yönetime desteği süren kesimde, "yaşam tarzına müdahale kaygısı duyduğunu" söyleyen her bireye karşı biraz da alaycı ve eleştirel bir yaklaşım var.
"Neyinize karıştık kardeşim" şeklinde ifade edilen bu yaklaşım benim en fazla sıkıldığım, sinirlendiğim konu. Hani Başbakan dedi ya, "isteyen alsın götürsün evinde içsin" diye… Bu tavıra karşı duyulan can sıkıntısı neden bu kadar "demokrat" olduğunu söyleyen insan tarafından dikkate alınmıyor anlamıyorum. "Camide ne yapacaksın, git namazını evinde kıl!" demekten farkı var mı bu tavrın?
Öte yandan, ortada var olan nobran kibirliliğe, "her şeyi ben bilirim, ben doğruları söylerim, siz de peşimden gelirsiniz" tavrına hiç tepki gösterilmeyecek mi? Bir partinin mitingi ile ilgili detaylara bile Başbakan'ın karar vermesi tuhaf değil mi? "Bırakın yürüsünler dedim" diyen bir başbakan düşünebiliyor musunuz? Ne yani, yasal hak yokken mi "yürüsünler" dedi? Ya da "bırakmayın yürümesinler" de diyebilirdi ve bunu hazmetmek mi gerekiyordu?
Yukarıdaki bir yorumda "Tek adam kültürü uzaydan gelmedi ki" demiş sevgili Erdem. "Askeri vesayeti kaldıran, ülkeyi demdemokrat yapan, ekonomiyi abad eden" bir hükümetin başındaki insanın, bu konuda da bayağı önemli bir adım atmasını bekliyor olmamız gerekmez mi? Ne de olsa 10 yıldır bu ülkeyi yönetiyorlar. Biraz "tevazu" hoş olmaz mı?
Ufukta barışın görünüyor olması, iyi kötü bir ekonomik istikrarın varlığı, gerçek anlamda bir demokrasi beklentisinden vaz geçmemizi mi gerektiriyor?
Toplumun bir bölümü (ne olur yüzde kaçı filân diye sormayın) rahatsız ve bunu dile getirebilmenin bir yolunu bulamıyorlar bir zamandır. Medyanın durumu, televizyonların durumu ortada. Ayrıca mazaallah bu yazdıklarımızı okusa o asabî yöneticilerimiz, bir pençe-i kahr ile bizi yerle yeksan ederler.
Bu ülkede "alternatifsiz bir hükümet, alternatifsiz bir Başbakan, alternatifsiz bir parti, alternatifsiz bir yönetim biçimi var" diye düşünülüyorsa "vay halimize" diyorum ben.
"Böyle değil" diye düşünüyorum. En azından "böyle olmamalı" diyorum.
Melih Özel - 4 Haziran 2013 (22:29)
Pericles Korovessis, Yunanistan'daki Albaylar Cuntası döneminde ağır işkenceden geçirilmiş bir yazar. İşkence sonrası hastanede yatarken, odasına girip çıkan hemşire (hem acıyor hem de solcu diye gıcık oluyor) bir ara dayanamayıp utana sıkıla "askeri yönetimle ne alıp veremediği olduğunu" soruyor.
41 yıl önce okuduğum bir kitaptan aklımda kaldığı kadarıyla naklediyorum. Korovessis'in kadına neler söylediğini pek hatırlayamıyorum ama hemşire hanımın sözleri hâlâ aklımda…
Yazara hastanenin bahçe duvarının önüne park edilmiş otomobilini gösteriyor ve diyor ki:
- "Darbeden önce her gece birtakım tipler arabamın boyasını çiziyorlardı. Askerler geldi, artık kimse arabama zarar veremiyor."
Galatasaray Avrupa şampiyonu olduğunda, coşkulu taraftarlar benim arabamın üzerinde de tepinmişlerdi. Başıbozukluğa ve çapulculuğa göz yumulan toplumlarda hep böyle oluyor sevgili Vahap. Kader utansın!
Ama başbakanımız memlekete bi dönsün, Allahın izniyle bu konuda da bir çözüm bulur, arabalarımızın kaportasına boyasına kimse yan bakamaz.
Ayrıca, vukuat konusunda da çok haklısın, eylemciler bir kenarda efendi efendi bekleyen polis kardeşlerimize kaldırım taşlarıyla saldırdılar, olaylar ondan bu raddelere geldi.
Her şeyin çözümü var tabii: Taşları bağlayıp polisi serbest bırakacaksın.
Necdet Şen - 4 Haziran 2013 (23:12)
Öğrencilerimle olan biteni konuşurken gördüğüm iki şey var:
1) Bir kesim hükümetin pek çok icraatından rahatsız ve söz konusu eylemleri kendini ifade etme aracı olarak görüyor. Asıl hedefleri hükümetin gitmesi. Bu konuda pek ümitli olmasalar da buna gerçekten inananlar da az değil.
2) Ak partiye yakın duranlar ise olan biteni kendi iradelerine saldırı olarak algılıyorlar eylemcilere karşı fazlasıyla bilenmiş haldeler. Başbakan (hiç bir başbakanın bunu söylemesini tasvip etmesem ve tehlikeli bulsam da) % 50'yi zor tutuyoruz derken bir gerçeğe işaret ediyor. Bir işarette % kaç sokağa iner bilmek kolay değil ama konuştuğum çoğu öğrencim bu konuda epeyce istekli.
Bahsettiğim tablo ise endişe verici. Ortalığı sakinleştirmek ve olayları makul bir yerde bitirmek için herkesin yapması gerekenler var.
Kimsenin gol yediği duygusuna kapılmayacağı bir vasatı yakalamak gerek.
Vahap Demir - 4 Haziran 2013 (23:15)
Pazar günü Tv'de verdiği mülâkatta en çok dikkatimi çeken şey, insanları sakinleştirmek yerine daha saldırgan tonları seçmesi olmadı. Ya da ne bileyim inada varan ve devlet adamının olgunluğuna yaraşmayacak tarzı da değildi.
Dikkatimi çeken şey 'dün gece ailece oturmuş evde televizyon seyrediyorduk' diye başlayan cümlesi oldu. Şehirler yangın yeri olmuşken evde oturup televizyon seyredebilmesindeydi bence tüm detay. Sonrasında da zaten evde de oturmadı, başka bir kıtaya yolculuğa çıktı.
Şimdi düşününce, ekonomi aman da tam yolunda gidiyordu, aman da barışa adımlar atılmıştı lâflarının insanlarda yarattığı etkilerden ve heyecanlardan ziyade onun tarafında yarattığı etkinin ne olduğu daha önemli olduğu anlaşılıyor. Eğer her şey onun lehine olacaksa yola her zaman devam diyor. Aksi takdirde tek adım bile atmayı düşünmüyor.
Dijital Klavyeli - 5 Haziran 2013 (05:23)
Seçim sandığında fark yaratamayacak kitlenin de sesini duyurmaya hakkı vardır. Bunu sokakta da yapabilir, balkonda da. Çevre katliamı, rant, özel hayata saygı gibi konularla ilgili olarak böyle bir siyasî sistemde insanlar kendilerini temsil etme kabiliyeti olan yapı bulamazsa, evet sokağa çıkabilir. Bu çok doğal. Bizde de belli noktalarda gayet güzel gelişmeler oldu. Aynı tepkileri meselâ eşcinsel hakları için de bekleriz, pek güzel olur.
Kendisini muhafazakâr - demokrat olarak tanımlayan bir siyasetçi almış olmasıyla övündüğü oy potansiyelini gözden çıkartıp, mücadele ettiği simgelere karşı aksi söylemde bulunabilemez. Yani Başbakan kendisini iktidarda tutan kitleye rağmen, gençler içki de içsin, sarhoş da olsun aman ne var ki canım diyebilemez. En azından şimdilik.
Bunu söylemezsem şişerim, bugüne kadar yerlere göklere sığdırılmayan bazı iktidarlardan ve sistemden talep edilemeyenleri muhafazakâr bir iktidardan talep ediyor olmak bize özgü bir ironi olsa gerek.
Siyasetçi siyaset gereği iç siyaset yapmak zorundadır. Buna rağmen bana göre iktidar yine de yönlendirilebilir görünüyor. Seçime dayalı hiç bir iktidar her ne sebeple olursa olsun istikrarsızlığı göze alamaz. Toparlanacaklar.
Her işte bir hayır vardır. İçki içmek modernliktir diye düşünen ve konuyu sokağa taşıyan arkadaşlarım Türk Polisiyle ve toz kondurmadıkları devletleriyle tanışmış oldular. Meselâ Cumartesi Anneleri coplanırken neler hissedilmiş olduğuna dair empati yapmışlardır umarım.
İşim gereği takip ettiğim sosyal medyada Derkenar'daki kadar aklıselim yaklaşımlar yok, bazı vatandaşlarımız ciddi ciddi iktidarın istifa etmek üzere/zorunda olduğunu düşünüyor. Bunu da başlayan halk hareketine bağlıyorlar. Bu arada bir CHP-MHP koalisyonunu umanlar bile var. Şakası bile kötü.
Allah hepimizi gerçekten Faşist bir idareden korusun, Amin.
Fanatik futbol gruplarının şiddet eylemlerinin sempatiyle sunulması beni tedirgin ediyor.
Bu konuştuklarımız bile bir şeyler kazandığımızı gösterir, nokta.
Erdem Abaka - 5 Haziran 2013 (09:24)
Gaf üstüne gaf. Şimdi de sosyal Medya'dan kışkırtıcılık yapıldığı gerekçesiyle gözaltına almaların başladığı söyleniyor. Dün gece geç saatlerde 16 kişiyle başladı, sabaha kadar 25 i buldu. Halbuki savcının izlemesi gereken yolun hesap sahiplerinin ip numaralarını meselâ Twitter'den istemesi, ancak o verirse vs gibi bir süreci gerektiriyormuş. Yani neye göre yapılıyor bu gözaltılar acaba? Başından beri devletin konuşma yollarını denemek yerine susma ve susturma yollarını tercih etmesine lâf ediyoruz, bundan büyük darbe olur mu? Ne yani Derkenar'a yazdıklarımızdan da mı korkmalı? O da susma, susarsan sıra sana gelecek diyor çünkü. Kışkırtmacı mıdır, darbeci midir nedir.
Deniz Türkoğlu - 5 Haziran 2013 (11:01)
Bu tür -kendiliğinden gelişen- toplumsal hareketliliklerin içine ilk anda değilse bile, sonradan çok farklı amaçlar taşıyan gruplar karışabilir. Genel manzaraya (tantanaya) bakıp "görüyorsunuz ya, yakıp yıkıyor, polise taş atıyorlar, nesini haklı görelim bunların" demeye hazır -konfeksiyon düşünceli- bir seyirci kitlesi de hep vardır.
Ama sıralı -ve aidiyetlerden azade- düşünebilmek çok kıymetlidir. Kalp krizinden ölene "öldüğü için kalp krizi geçirdi" demek türünden bir mantık hatasına düşmemeliyiz.
Twitter'daki #direngeziparki sayfasını izliyorsanız eğer, bu direnişin belkemiğini oluşturan kitlenin ısrarla "şiddetsizlik" uyarıları yaptığını ve provokatörlerden uzak durmaları için kitleye anlık bilgilendirmelerde bulunduklarını görürsünüz.
Ve lütfen gözden kaçırmayalım, muhafazakâr kamuoyu ne kadar kızarsa kızsın, bir yörenin halkının yaşadığı bölgenin talan edilmesine, yaşam şartlarının kötüleştirilmesine karşı demokratik tepki gösterme hakkı vardır.
Bu olayları başlatan, sabahın beşinde polisin uyuyan insanlara gazla, copla, tazyikli suyla saldırmasıyla başladı ve Başbakan'ın ölçüsüz, sağduyusuz, kışkırtıcı, tehditkâr konuşmalarıyla alevlenip tüm Türkiye'ye yayıldı.
Hala "kaldırım taşlarını söküp polis arabasına atanlara ne yapılsın" diye sormak bu noktada gereksizdir. Çünkü o yapılanlar -mecazi değil, gerçek anlamıyla- serseriliktir ve müeyyidesi bellidir: Kolundan tutup polis arabasına koyarsın, savcının karşısına çıkarırsın. Bunu bir savaş gibi algılayıp, karşısındaki kitleye hedef gözeterek ve can yakmayı amaçlayarak saldırmak ise, hele bir de bunu yapan kişi kamu düzeninin temsilcisi ise, katmerlenmiş bir haydutluktur. Ne yazık ki polis teşkilatının içinde polislikle faşist milisliği birbirine karıştıran çok sayıda memur bulunuyor. (Öyle olmayanları tenzih ederim.)
Lütfen haklı bir protesto eylemin toplum vicdanında kastî bir biçimde kriminalize edilmesi için yapılan kışkırtıcı olayları analizlerinizin merkezine almayın ve sıralı düşünün diyorum. (Vahap, sana söylüyorum, Erdem, sen anla…)
Netleştirmek için bir kez daha belirteyim. Yarım yüzyılı epeyce geçmiş olan hayatımın hiç bir aşamasında hiç bir örgüte, derneğe, partiye ve benzerine yakın durmadım, hiç bir şiddet olayının içinde yer almadım ve her dönemde, daha onlu yaşlarımdayken bile, şiddetin her türlüsünü eleştirdim, katılmadım, şiddete meyyal insanlarla arama mesafe koydum. Gezi Parkı direnişini de en çok bu yönüyle benimsiyor ve destekliyorum ve bu eylemin şiddet olaylarıyla aynı bağlamda ele alınıp karalanmasından üzüntü duyuyorum.
Burada sözü John Lennon'a bırakıyorum:
"Olay şiddet kullanımına dönüşmeye başladığı zaman, sistemin oyununa geliyorsunuz demektir. Yerleşik düzen sizi kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı çekecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü siz bir kere şiddete başvurduktan sonra sizle nasıl baş edeceklerini bilirler. Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır."
Meselenin özü bence de budur. Şimdi herkesten ricam, biraz yukarıdaki fotografa bu gözle bir kez daha bakmaları.
Necdet Şen - 5 Haziran 2013 (12:19)
Ne demiş atalarımız, imam gaz çıkarırsa cemaat büyük abdestini yapar. Ülkenin başbakanı olarak bu kadar öfkeli beyanlarda bulunur, senin %50 benim %50 diyerek milleti bölmeye-kutuplaştırmaya çalışanlara çanak tutarsan olacağı budur.
Hiç kimsenin mevzu bahis parka veya memlekete babasının malı gibi tasarruf etme hakkı yok. Bilmem kaç yüz bin kişi parkın öyle kalmasını istiyorsa öyle kalmalıdır.
Başbakanımızın en kısa sürede öfke ve egosunu kontrol altına alıp, fanî olduğunu ve biz diğer fanilerle HAK ve kanun nazarında eşit olduğunu idrak etmesini diliyorum.
Mehmet Karaman - 5 Haziran 2013 (12:53)
Önceki bir yorumda "devrim" ile ilgili yazdıklarım değerli Derkenar yazar ve yorumcularını bağlamamaktadır. Ben orada sadece içimi dökmek istedim, endişelerimi dile getirdim.
"Evet evet, bu bir devrim. Öyle olmalı. Öyle demek istiyorum." diyen, Kürt barışı ümidi doğduğunda "niye barışıyorsunuz savaşsanıza, davanızı satıyorsunuz" diyen bir takım gazeteci-yazar tayfasının kulağına burada yazılanlar gitmeyecek muhtemelen, ama Abdocan adlı çocuk öldü gitti.
Yarın sisteme entegre siyaset mekanizması işlemeye devam edecek. Ölüm ve şiddet romantizmi yapan Eceler, Özgürler, Banular falan yaptıklarından rahatsız olacak mı bilemiyorum.
Sırf bu hükümet yapıyor diye itiraz etmiş olanlarıyla da, art niyetlisiyle de, iyi niyetlisiyle şiddete karışmadığı sürece hayatına dair tepki koyan herkesin başımın üzerinde yeri var. (Meşruiyetini kaybetmiş otoriteye karşı şiddet uygulamak meşrudur bahsine girmeyelim rica ederim.)
Ama her nedense bu eylemi "Franco'ya karşı Uluslararası Tugaylar" romantizmiyle lânse etmeye çalışanlar yüzünden çocukların hayatının kayması riskini düşündükçe eylemin güzelliğini kaçırıyorum.
Ceberrut devletin muhafızlarına karşı mücadele boynumuzun borcu ama "karşıtına dönüşen" devrimciler kafası bozuldu mu uzunca bir tatile çıkıyor da gariban Abdocan gene çulsuz gene çaresiz burada kalıyor.
Hiç olmazsa ölmesin.
Erdem Abaka - 5 Haziran 2013 (14:02)
Sevgili Erdem, mesaj alındı, teşekkür ederiz. Artık sokaktaki insanları "devrim günü yaklaştı, gidin barikatlarda savaşın" diye kışkırtıp ölüme göndermekten vaz geçeceğiz. Söz.
Ama biz de senden bir söz istiyoruz. Lütfen, "Derkenar yazarının dikkat etmesi gereken bazı önemli hususlar" başlıklı yazıdaki "Derkenar okurlarının aptal ya da densiz olduğunu hiç zannetmiyorum. O nedenle, bu siteye yazarken, lâftan anlamaz bir takoza dil sayıyormuş gibi değil de…" diye başlayan kısmı bir daha okur musun?
Herhalde seni sinirlendiren o yazarların yazdıkları sayfalarda da yorum zımbırtısı vardır. Oralarda şişip şişip buradakileri dövmek yerine, itirazını direkt o yazıların müelliflerine bildirsen daha doğru olmaz mı?
Necdet Şen - 5 Haziran 2013 (20:13)
Bir de şunu çok merak ediyorum:
Direnişin 3. günündeydi sanırım, başbakan Erdoğan "yüzde elliyi evlerinde zor tutuyorum" demişti hani…
Ana muhalefet partisini -illegal bir örgütten söz eder gibi- karalayarak ve komplo içinde olmakla suçlayarak, "siz 100 bin kişi toplarsanız biz 1 milyon toplarız alanlarda" demişti bir de…
Burada kast edilen 1 milyonluk kitle, belli ki AKP'ye oy veren %50'lik seçmen kitlesiydi…
Peki, ilkokul 1 düzeyinde bir aritmetik sorusu sorayım: 100'den 50 çıkarsa kaç kalır?
50 mi?
Peki, birbiriyle eşit 2 tane 50'den bir tanesi nasıl oluyor da diğerinin 10 katı olabiliyor?
Modern matematik mi bu, demagoji mi, büyüklük hezeyanı mı?
Peki, bu evlerinde zor tutulan "turbo" %50'ye bir sorum var:
Siz, hepiniz, gerçekten de başbakanın bir sözüyle sokaklara çıkıp, önünüze gelen eylemciye tekme tokat girer misiniz?
"Girerim" diyenler… Siz robot musunuz? Birilerinden nefret etmeniz istendiğinde, hiç "neden" diye sormaz mısınız?
"Girmem" diyenler… Oy verdiğiniz siyaset adamının sizi ihtiyaç halinde sahaya sürülecek milis kuvveti gibi görmesi kanınıza dokunmuyor mu? Siz oylarınızla bu siyasetçiyi destekler ve aslında ona ait olmayan bir güçle donatırken, böyle bir milis örgütüne de otomatikman kaydedildiğinizi biliyor muydunuz?
Her iki şıktakiler… Sizi böyle emirleri sorgulamayan robot askerler gibi görmeye meyyal bir adama söyleyecek iki çift lâfınız yok mu? "Ayıp ettin abi, bizi böyle emir kulu gibi görmenden incindik" demez misiniz hiç biriniz?
Ayrıca, diğer %50'nin düşmanınız olduğundan sahiden de emin misiniz? Ya aralarında kardeşiniz, yeğeniniz, teyzeniz, dayınız, kirveniz, komşunuz, hemşehriniz de varsa? Ya itirazlarında sizin şu an idrak edemediğiniz çok haklı bir taraf varsa?
Halkını iç savaş tehditiyle korkutmaya çalışan bir başbakanı yine de destekliyor musunuz? Nefretine destek çıkmadılar diye, kendi partisinin ileri gelenleriyle bile didişen, lâf yarıştıran bu adamın aklına ve basiretine güvenebiliyor musunuz hâlâ?
Bunları size soran kişi AK Parti düşmanı değil. Kimseye düşman değil. Tam tersine, herkesin pısıp başka taraflara baktığı zamanlarda dindarlara, dışlanmışlara, hakir görülenlere destek vermiş ve bu yüzden derin bir aşkla sevdiği işini (çizerlik) yapmaktan alıkonulmuş, susturulmuş, dışlanmış, kara çalınmış, taciz edilmiş biri.
Yanlış anlamayın, diyet istemiyorum. Sadece soruyorum.
Ezberleri sorgulama zamanı -sizin için de- gelmedi mi?
Necdet Şen - 6 Haziran 2013 (00:51)
Yorum ve ifadelerimde maksadını aşan asabî bir ton ve gerilim oluşturduğum için tüm Derkenar müdavimlerinden ve doğruyu arayan iyi niyetli insanlardan özür dilerim.
Başka mecralardaki yorum zımbırtıları gerçekten de "zımbırtı" olduğu için kullanmaktan imtina ediyorum. Hem buranın akustiği daha iyi. Benim bet sesim bile bülbül şakıması gibi geliyor.
Bir de Kazancı Bedih'ten bir türkü patlatayım mı?
Erdem Abaka - 6 Haziran 2013 (08:26)
Ooo evet, şarkıya türküye hiç itirazımız olmaz. Şenliğimize renk katar. Gelirken bira getirmeyi unutma.
Ağır analizler ve bilgi bombardımanı sıktı artık. Madem saz çaldık bütün yaz, şimdi de oynayalım biraz.
Büdütör - 6 Haziran 2013 (11:09)
Sakinleşen ortamı bir kez daha germek değil niyetim. Sadece bir hususun altını çizmek istiyorum. Bu olayları çok farklı kişilerle konuşma imkânım oldu. Diğer %50 de zannedildiği gibi biat etmiş bir sürü değil. Homojen bir kitle değil. Bir kısmı gezi parkı projesinin yanlış olduğunu düşünüyor. Ama muhafazakârlar da birey olma yolunda epeyce mesafe kat etmiş durumdalar ve hükümeti düşürmeye yönelik talepleri kendi iradelerine saldırı olarak görüyorlar ve bu yüzden de ciddi olarak gerilmiş durumdalar.
Hadi hep beraber halaya şimdi. Teyy, teyyyy, teyyyy…
Vahap Demir - 7 Haziran 2013 (07:43)
Sevgili Erdem Abaka, sesiniz bize de bülbül şakıması gibi geliyor.
Samimiyetle söylüyorum.
Ayrıca "asabi ton" ve "gerilim" konusunda, ülkede ortamı geren gündeme katkınızın ihmal edilebilir düzeyde olduğu kanısındayım. Malum asabî şahısların yanında light kalırsınız diye düşünüyorum.
"Yazmaya devam et" demişti bir zaman önce bana bir aziz dostum, yazdıklarımdan dolayı bana yöneltilen eleştirilere kırıldığımı düşündüğüm bir sırada.
Siz de yazmaya devam edin lütfen. Akustuk güzel ama, sesler var oldukça fark ediliyor o güzellik.
Melih Özel - 7 Haziran 2013 (08:56)
İzninizle bir türkü de ben ekleyeyim. Paraları Taksim'de harcadığımdan bira getiremedim ama borcum olsun.
Hizaya gel Türkiyem, hazır ol, oyna:)
Boğaziçi Caz Korosu - GEZİ PARKI, 06.06.2013
Deniz Türkoğlu - 7 Haziran 2013 (10:38)
Sevgili Vahap, AK Parti'ye oy vermiş kitleyi artık hepimizin tanıdığı "modernist fundamentalist" azınlığın dışında "sürü" gibi gören var mıdır bilemiyorum. Aklı başında herkes zaten AK Parti tabanının siyaseti diğer kesimlerden daha iyi okuyan, heterojen, çoğunlukla gerçekçi bir toplum kesimi olduğunu biliyor.
Zaten bu günlerde olan biteni gene en iyi okuyabilecek ve gereğini yapacak olanların da AK Parti içindeki bu makul çoğunluk olduğu kanaatindeyim.
Ön yargılardan ve tek taraflı bilgilenmeden azade bir bakış açısı ile şunu görürüz: Daha bir hafta önce Erdoğan'ın başbakanlığına yönelik bir sorgulama bahis konusu bile değildi. Yoktu toplumun gündeminde böyle bir konu.
Bir hafta önce, Gezi Parkı'na yapılan barbarca polis (bence milis) saldırısının akabinde Erdoğan'ın takındığı bölücü üslup ve bu üsluba artan bir inatla sarılışı, bir haftalık protesto sürecini "Erdoğan istifa" noktasına sürükledi.
Erdoğan -hangi nedenle, bilemiyorum- AK Parti'yi merkezden alıp radikal bir çizgiye doğru çekiyor. Bu ülkenin siyasî hayatını kırk yılı aşkın bir zamandır dikkatle takip eden biri olarak diyorum ki, toplum radikal bir partiyi iktidarda tutmaz, bir süre merkeze dönmesini umar, sonra başka arayışlar içine girer.
AK Parti'nin akil insanları da böyle bir siyaset değişikliğine destek olmak istemezler. Bunun hem ülke için hem de kendi siyasî istikballeri için çıkmaz sokak olduğunu bilecek olgunluktadırlar.
Protestocuların değil, Erdoğan'ın tavrı toplumu iç savaş ortamına sürüklüyor. Bunu kışkırtmak ve başka bir mecraya kanalize etmek için aportta bekleyenler tabii ki var. Onları tanıyoruz. Ama AK Partili dostlarımızdan da ricam, bu muhalefeti daha öncekilerle, özellikle de diğer taraftaki fanatiklerle karıştırmamaları, aynı analizlerin içine koymamaları, indirgememeleri. Çünkü bu dostlarımızdan çoğu (gelişmelere parti fanatizmi ile değil de sağduyu ile bakabilenler) bir süre sonra kendilerini direnişçilerle yan yana, kol kola, aynı hareketin içinde bulabilirler.
Hızla tırmanan bu gerilim ve çatışma ortamı ne yazık ki ilk bombayı ekonomide patlatacak ve kısa sürede hızla yoksullaşacağız. Borsa canbazlarını ve "faiz lobisini" bilmem ama biz, çoğumuz, eve ekmek götürme derdindeki dar -ya da orta- gelirli insanlarız. Kendi kavgasıyla bizi telef eden bir başbakana yönelik her eleştirinin ardında derin komplo aramak, hayırhah bir yaklaşım değildir.
Özetle diyorum ki, "Selam AK Partili, biz dostuz. Kavgamız parti ile değil. Hatta kavgamız bile yok. Bu fırtınalı denizde sağ salim karaya ulaşmaya çabalıyoruz."
Lâf uzadı gene. Son günlerde en çok güldüğüm Gezi Parkı sloganıyla bitireyim:
"25 ANAP'lıyı evinde zor tutuyoruz. (Anavatan Partisi)"
Başbakanımızın son dönemdeki bu tavrı, aynı esprinin bir gün AK Parti için de yapılabilmesinin yolunu açabilir. AK Partili kardeşlerimiz bir de buradan bakmayı denemeli.
Ve bir şarkı da Burhan Damcıoğlu'ndan: Sen ben o yok, biz varız… Hep beraber, el çırparak dinleyelim mi?
Necdet Şen - 7 Haziran 2013 (12:20)
Pardon arkadaşlar, gene araya girdim ama şunu da eklemezsem olmaz…
Başbakan, döner dönmez, ayağının tozuyla şunları söylemiş:
"Sağ olsunlar Dolmabahçe'de kandil simidi dağıtmışlar. Ama bir gece önce oraya ayakkabıyla girerek her türlü ahlâkî olmayan şeyi yapıyorlar…"
Şimdi şaşırıp "o ahlâkî olmayan şeyler de ne ola ki" diye soracaklara bir ipucu: GRUP SEKS…
Bunu habervaktim sitesinin bir yazarından öğrendik.
"Bir kısım eylemci necis ayakları ve cünüp bedenleri ile Dolmabahçe'deki camiyi, ABD'nin kâfir askerleri gibi kirlettiler, yağmaladılar. Cami içinde içkilerini zıkkımlandılar. Bunlar görünenlerdi. Bir de görünmeyenler var. Çünkü güvenlik kameraları tahrip edilmiş. Camide grup seks bile yapmış olabilirler."
Eee, orada yazdıysa doğrudur. Çünkü nur yüzlü ve abdestli bir din kardeşimiz yazdı.
Başbakan'ın dünyayı hangi kaynaklardan izlediğine, algı dünyasının nerelerden beslendiğine dair bir ipucu olabilir mi bu örnek?
Bence olabilir.
Dünyayı sadece Başbakan'ın demeçlerinden izleyen kardeşlerimin asabiyetinin kaynağı, bu durumda biraz daha net anlaşılmıyor mu?
Necdet Şen - 7 Haziran 2013 (13:23)
Hukuki olarak haklılığı mahkemelerce de (nasıl olduysa) kanıtlanmış, yasal ve naif bir mücadele yapan küçücük bir kesime inanılmaz bir şiddetle saldırdılar. Topu topu 100 kişi. Şarkılı türkülü protesto yapıyor. Çadırlarını yakıp, dövüp, gaz sıktılar, uykuda. Baskın. Savaşta bile yapılmaz. Gazetelerinde, köşelerinde bu kişilere bir de terörist, çapulcu, darbeci hatta bombacı sıfatlarını yaftaladılar. Hâlâ da damarlarına basmaya, tahrik etmeye devam.
Bu insanların yerinde olsanız nasıl hissederdiniz? Kızmaz mısınız? Tekrar ayağa kalkıp sesinizi çıkartmaz mısınız? Elleriniz bomboş, sadece yapılanın yanlışlığını haykırırken size uygulanan şiddetin dozu arttırıldığında en yakın çiçekçiye mi koşarsınız? Valisi, çevre bakanı, belediye başkanı oturup İNSAN gibi bu kişilerle, dernek yöneticileriyle, ilgili sivil toplum örgütleriyle masa başında, çaylarını içerek konuşamaz mıydı?
Geçmişte yaşanan siyasî hataların bin mislini ve çok daha tehlikelisini yaptıklarını düşünüyorum bu iktidarın.
Her zaman şiddete karşı oldum, vandalizme, kırp dökmeye. Ancak ufacık bir kediyi bir odaya kapatıp, kaçacak yer vermezseniz, eninde sonunda size can havliyle saldırır. Öldürebilir bile.
Zaten günlük hayatında da kırıp dökmeye, kavgaya meyilli olan bir grup insanı bu kalabalığın esas kitlesi gibi göstermeye çalışan anlayışa katılmıyorum. İyi niyetten uzak buluyorum. Tepki veren insanların sıraladıkları gerekçeleri alt alta koyun, elinizi de vicdanınıza. Çöp kutusuna bomba koyup çoluk çocuk öldüren zihniyetle bile pazarlık yapanlar, bu insanları neden dinlemez? Haksızlığa uğrayan kızar.
Aklı selimde buluşmak, hak ettiğimiz, korku değil, sevgiyle büyümüş insanların bizlere hizmet edeceği bir ülke umuduyla.
Alpar Sargın - 11 Haziran 2013 (02:25)
Alpar Sargın, "çöp kutusuna bomba koyup çoluk çocuk öldüren zihniyetle bile pazarlık yapanlar" ifadenizde yamuk bir taraf var.
Bu mantığı güderek, örneğin bir Kürt milliyetçisi de pekalâ "savaş uçaklarıyla kendi halkını bombalayan, binlerce sivil insanı kontrgerilla yöntemleriyle öldürüp yol kenarlarına atan bir devletle masaya oturanlar" diyerek kendi tarafındakileri yerebilir.
Bu zihniyet, kendine benzemeyeni "onlar" diye tırnak içine alıp, ötekileştirip, her türlü melânete, işkenceye, ölüme lâyık gören savaşçı istilâcı bir zihniyetin bir türevidir.
Biz burada iktidarı zorbalığa sapıyorlar diye eleştirirken, siz zorbalıktan vazgeçtiği en hassas noktada suçluyorsunuz. Yorumunuzun diğer bölümlerindeki insancıl ifadelere bakarak, bunu maksadınızı aşan bir dil sürçmesi olarak algılıyorum.
Birbiriyle savaşan iki savaşçı güç, hatadan dönüp barış yapmaya karar verdilerse bundan mutluluk duymalısınız. Barışmaya azmetmiş insanları artık savaşmak istemiyorlar diye yermek olacak iş değil. Siz bu konuyu isterseniz bir daha düşünün.
Not: Bu arada, bu tür savaş yanlısı mesajları Derkenar'da yayınladığı için sayın Büdütör'e de teessüf ederim. Demokratlığın şeyini çıkarmayalım lütfen.
Müntekim Çalapkulu - 11 Haziran 2013 (11:43)
Büdütör'ümüze sahip çıkalım, başka Derkenar yok, dayanalım, paylaşalım, yayalım. Neyse ki, Derkenar olarak çoğumuz 90 kuşağı olan faiz lobisinden değiliz. Olanları da kusura bakmasınlar, "hain düşman, al sana bombe" diyerek aramızdan atalım. Değil mi ya?
Deniz Türkoğlu - 11 Haziran 2013 (13:24)
Demokraside halkın kendi kendisini yönetmesi temel noktadır. Bu dayanak da kendileri adına karar alacak kişileri seçmeyi sağlayan oy vermek, bunun yanında doğrudan etki yolu olan referandum veya miting, gösteri gibi dolaylı yollarla sağlanır.
"Asıl" olan biz değil miyiz? Yoksa asıl olan bizim seçtiğimiz temsilci mi?
Günlerdir soruyorum bu soruyu kendime. Zihnimde soru yinelendiğinde, bir öfke, bir kızgınlık beliriyor. Ben eğitimciyim, öğrencilerim de ülkemizin yönetim şeklinin ne olduğunu biliyor. Doğruyu bildiklerinden eminim. Onlara sonsuz bir inancım var. "Gezi Parkı" gösterilerine katıldılar hem yaşadığımız şehirde hem de bizzat Taksim'e giderek.
Bu sabah başbakanımız mecliste konu ile ilgili bir açıklamada bulundu. Sabırla dinledim söylediklerini. Konuşmasının sonlarına doğru gençlere seslendi. Artık tahammülünün kalmadığını ve gösterileri bitirmelerini söyledi. İkaz etti gençliğimizi… İçinde hoşgörü, sabır barındırmayan cümlelerdi bunlar.
Bildiğim bir şey var, çoğunluğun verdiği kararlar her zaman doğru olmayabilir. Çoğunluktan kastım iktidar. Başbakanımızın arzuladığı projeye karşın Gezi Parkı'nın varlığının devamını isteyenler. Ortada bir fikir çatışması var. Sokaklar savaş alanına döndü. Oysa demokratik cumhuriyetlerde tüm fikirlerin var olabileceği, bunların özgürce ifade edilebileceği bilinir. Peki benim ülkemde niye sistem böyle işlemiyor?
Gösteriye katılanlar ve bu gösteriyi destekleyenler, içinde bulundukları toplumun kararlarının şekillendirilmesine dolaylı yoldan katılmışlardır. Bu da demokrasinin temelidir. Özgürlüklerinin ve haklarının gereğince davranmışlardır.
Herkese sormak istiyorum: "Asıl" olan kim?
Züleyha Ekici - 11 Haziran 2013 (17:06)
Bunu çok düşüyorum ben de. Asıl olan biziz. Benim için belediyenin kadrolu temizlik işçisi de, başbakan da aynı. Vatandaşına hizmet etmeye talip olmuş, bunu istemiş, hayatını da vatandaştan aldığı parayla kazanan memur ne yaptığının, kim olduğunun farkında olmalı. Sadece seçmenine, aynı hayat görüşüne sahip kişilere değil, tüm yurttaşlarına eşit mesafede olmalı. Kürsü bizlere hesap vereceği yer. Egosunu tatmin edip bizi azarlayacağı, tehdit edeceği yer değil.
Ayrıca önceki yorumumu benim savaş çığırtkanlığı yaptığım şeklinde yorumlayan ve hatta büdütora kendi demokrasi anlayışı dışındaki düşüncelere yer vermemesini telkin eden zihniyeti de ayıplıyorum. Bir terslik var. Halk aşağıda, adamlar yukarıda…
Alpar Sargın - 11 Haziran 2013 (19:12)
Olacak şey değil, Cüneyt Arkın'ın bile kafası karışmış:
"Sence, bir polis nedir?"
Deniz Türkoğlu - 12 Haziran 2013 (14:12)
Soru: "Gezi Parkı sidik kokuyor bu mu çevrecilik!"
Cevap: "Nereye Sıçacaklar?"
Deniz Türkoğlu - 13 Haziran 2013 (14:06)
Yukarıdaki video açıklama olarak yayınlanan "falan filân yüzünden hede hödö" açıklamasıyla boşa çıkmış ve bugün bir polis memuru daha intihar etmiş.
Bugünkü garibanla birlikte iki hafta içinde intihar eden yedinci polis memuru… Acaba bunu söylemek de kışkırtmaya girer mi? Yazamayacak, çekemeyecek, yayınlayamayacak, konuşamayacaksak, dumanla iletişim kurmayı öğrensek iyi olur.
Deniz Türkoğlu - 13 Haziran 2013 (14:51)
İktidar sahibi olma (bir şeyin sahibi olma)nın bedeli çoktur!
'İktidar sahibi olmak'tan, 'şöhret'ten insanların çok korkması gerektiğini öğreten İslâm dinin 'İ' harfini dahi bilmeden, İslâm adına konuşan ve de 'yöneten' (!) iktidardakiler seneler önce uyarıldılar! Ve uyarılıyorlar - hayat onları, herkesi, uyarıyor.
Bunu yazanın bir hücresinin dahi hesabını yapamayacak kadar aciz insan, hep hırsından ötürü insanları / dünyayı yönetmeye kalkıyor!
'Emaneti sahibine', 'ehil el'e teslim etmek istemeyenler yaptıklarının / yapmadıklarının karşılığını bulacakları muhakkaktır!
Cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla örülmüştür!
Din barış dini olduğu halde, ağzından köpükler saçarak oraya buraya tehdit savurmak, 'pis nefs'i yönlendirenin işidir! Bu gibi davranışlarda bulunanlar da uşaklarıdırlar!
Söz dinlemeyenler, 'Felek'in tokadını yiyecekler ve yaşam devam edecek.
Bu arada, 'nasılsanız, öyle yönetilirsiniz!' sözünü bilmeden veya unutup da, 'kömür dağıtan yöneticileri'ni seçenler (maddi dünyaya aldananlar) de öğrenecekler insan olmayı! Tokat yiyerek!
Ders, en iyi uygulamada öğrenilir, acı da olsa!
SEYREDİNİZ! İsterseniz müdahil olunuz! Seçim sizin!
Aaah! İnsanoğlu ah! 'Her Yer Aşk 'iken, nedir bu çektiğin isteklerinden?
Bu paylaşamamak ve nefret niye, düşündünüz mü?
Sizin Kitabınız / Evren (genel olarak sizlere) değil mi, tefekkür etmeyi öneren, yol gösteren?
Tabii ki, bitmeyen istekler öne çıkınca akıl da devreden çıkar.
Neredesin ey İslâm (barış)?
Garipsin bilirim, benim gibi!
'Derdimi ummana döktüm asumana inlerim!'
Bugün bir çiçek koklayın da, hissedin ve de DÜŞÜNÜN; sizler mi yarattınız onu?
Ya da şöyle deriiin bir soluk alın! Para verdiniz mi şimdi o soluktaki oksijen için?
BEDAVA! Değil mi?
İsmail Sabaz - 13 Haziran 2013 (17:58)
Red Hack bir açıklama yaptı ve "Akp oyu %10 barajının altında kalan oylar ve sandığa gitmeyen seçmen yüzünden %47 çıkıyor, bunu vurgulayan yok" diyor. Gerçekten etrafta kim varsa sandığa gitmemiş. Demokrasi en başta sandıktan kokuyor sanki.
İlker Tortop - 15 Haziran 2013 (01:38)
Böyle bir zamanda miting düzenleyen, güç gösterisi yapmaktadır. Bu apaçık karşı sesi tanımıyorum, bakın ben bu kadar adam topladım demek anlamına gelmiyor mu? 10 saat toplantı yaptıktan sonra söylenecek söz mü bu azarlar? Ülkeyi yöneten adama yakışan oraya gidip birlikte çiçek dikip, ağaç dikip, vazgeçtik dese, uzlaşma sağlayıp, tevazu gösterse çok mu kötü olurdu? Bu kadar mı zor erdemli olmak? Yazık değil mi bize, bu güzel dünya parçasında ayrışa ayrışa bir hal olduk. Seveceksin, şefkatini göstereceksin. İnanıyorum yürekten, birazcık tevazu gösterse, gerçekten milyonları kucaklardı. Yazık…
Alpar Sargın - 17 Haziran 2013 (02:57)
Zzzt bzzt… Merkez 2123… Amirim, üç beş çapulcu az ileride "durma suçu" işliyorlar… Alayım mı… Tamam… Bzzzt… Vzzzt… Başüstüne… Czzzt bzzzt…
Nizamettin Cop - 18 Haziran 2013 (10:56)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.