Patronsuz Medya

Hepimiz Ermeniyiz,
o değil

Necdet Şen - 23 Mart 2007  


Osmanlı mağlup ve moralsizdi. Payitahtın ve mülkün yangın yerinden farkı kalmamıştı artık. Ordu, girdiği her cepheden bozgunla çıkmış, Yemen'den Galiçya'ya ve Kırım'dan Sahra'ya uzanan geniş bir coğrafyayı yüz binlerce evlâdının kanlarıyla sulaya sulaya tüm müstemlekelerinden birer birer çekilmek zorunda bırakılmıştı.

Arap Araplığının, Bulgar Bulgarlığının, Arnavut Arnavutluğunun bilincine varmış, her biri ayrı ayrı "al atını ver tımarımı" deyip kendi devletini kurmuştu. Çaptan düşmüş, yerlerde sürünen imparatorluk kalıntısına en son kazığı atma sırası, bir zamanlar onu kurmuş olan millete gelmişti. O da kendi bağımsız Türk devletini kuracaktı Osmanoğulları hanedanının sahipsiz kalmış mülkü üzerinde.

Osmanlı'nın otoritesi, tüm tahtaları kağşamış, zıvanaları yerinden oynamış eski püskü bir konak gibi dökülüyordu. Kopan ve yıkılan parçaların altında ezilen de yine savunmasız insanlar oluyordu her zamanki gibi. Yoksulluk, Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Arnavut, Gürcü, Lâz, Çerkes, Süryani tanımıyordu. Yoksulluk rezillikti. Dünya yoksuldu. Canı yanan yoksulun aklına ilk düşen şey, hemen yanı başında yaşayan ama kendisinden daha savunmasız olanın malına canına ırzına göz dikmek oluyordu. Çöküş ve kargaşa kendi ahlâkını sıradan insana dayatıyor, onu kendisini bile şaşırtacak bir acaip nesneye dönüştürüyordu böyle zor zamanlarda.

İttihatçı paşalar ve Avrupa muhibbi saray erkânı, sadece payitahtı değil, yekpare mülkü boka saplamıştı çapsız ihtiraslarıyla. Hazine tamtakırdı ve cephelerde savaşan köylü çocuklarının postala, sargı bezine, cephaneye, karavanaya ihtiyacı vardı. Nereden temin edilecekti bütün bunlar?

* * *

Talim ve Terbiye Kurulu'ndan onay alamayacak bir tarih yorumu

Tarihsel olaylara makul bir uzaklıktan ve gaza gelmeden, soğukkanlı gözlerle baktığında anlıyorsun ki, dünyanın her yerinde devletler talanla yaşıyor. Ama öyle ama böyle. Gücün yetiyorsa uzak memleketlere hamle yapıyor, bastırıp alıyor, zaten "doğal" düşmanın olan bir milletin malını canını ırzını tarlasını bostanını zimmetine geçiriyorsun. Buna gücün yetmiyorsa, kendi halkın var zulada; ister vergi koyarak, ister bir bahane yaratarak vermezlenirse tepesine yumruğunu indirerek müsadere ediyorsun. Daha da dingilin kaymış, gözün dönmüşse, elinin tersini gösterip, "defol ulan namussuz, çık toprağımdan, gözüm görmesin seni" diyor, ama giderken de değersiz dünya malını burada bırakmasını sağlıyorsun.

Yok, sen azınlıktaysan ve onun sana gücü yetiyorsa, o da aynısını sana yapıyor. Ve tabii ki kimse tarih kitaplarına "ben zamanında dağdan indim, bağdakini kovdum, yerleştim oturdum, astım kestim, hüküm sürdüm" demiyor. Enayi mi, niye desin? Tarih kitaplarının ihale usulüyle ısmarlama yazdırıldığı ülkelerde, tarih, muzaffer olanın temiz kâğıdı değil de ne? İnanan inanır, inanmayanın da kendi sorunudur, öyle değil mi arkadaşlar?

Dünyada "şerefli millet, şerefsiz millet" diye bir ayrımın olamayacağını, milletlerin içinde barındırdığı insan sayısı kadar farklı karakterden oluşmuş yamalı bohçalar olduğunu, ama muktedirle ecirin bakış zaviyesinin aynı olmadığını az buçuk bilenler, ne yerinir ne sevinir buna. Bu süslenmemiş ham hakikattir ve tabii ki ders kitaplarında yazmaz.

Ne var ki, sokaktaki insan bazen uzaklarda kurulmuş hin oğlu hin kumpasların hem kurbanı hem maşası olur da ruhu bile duymaz.

Aradan 90 yıl geçtikten sonra daha yeni yeni "soykırım mıydı, değil miydi?" diye korka çekine konuşmaya başladığımız "müessif" olayların vaka-yı adiyeden sayıldığı, Ermeni gebertmenin sevap, Ermeni kızını bir kuytuya çökertmenin erkeklik, Ermeni malının Müslümana helâl-i hoş sayıldığı rezil zamanlar yaşandı yirminci yüzyıl başlarında.

O zamanlar Elazığ'ın adı Harput'tu. Harput'tan kala kala kavruk bir Elazığ kaldı geride.

Bugün bile Anadolunun hangi ücra köşesine gitsek, 90 yıl önce tarlasını tapanını yüzüstü bırakıp apar topar kaçan Ermeni'nin Rum'un toprağa gömdüğü hazineyi arayan tertemiz memleket evlâtları çıkar karşımıza. Kimse de bu garabet nedir, o insanlar niye böyle yangından kaçar gibi kaçmış diye sormaz. Çünkü biz soru sormayarak tertemiz kalmayı başarmış bir ırkın ahvadıyızdır.

Ama insanlığın da barbarlığın da hiç bir ırkın tekelinde olmadığı bir dünyadayız. Komşu komşuyu boğazlarken, bakarsın ki hiç ummadığın, yoldan geçen yabancının biri, hiç tanımadığı bir gâvur kopilini kurtarabilmek adına kendi istikbalini tehlikeye atmış.

Böyle tuhaf bir yerdi işte bizim memleketimiz 1910'lu yıllar biterken. Kaynıyor, fokurduyordu. Şüheda fışkırıyordu toprağı sıktıkça, birçok milletten ve birçok dinden.

Girdiği her cephede mağlup olmuş, bozguna uğramış, her bozgunda bir parça daha umutsuzluk batağına saplanmış Osmanlı zabiti, son bir hamleyle her gece bölük bölük silâh bırakıp cepheden karargâhtan sıvışan memetçiğin toparlayabildiği kadarını toparlayıp imkânsız denileni gerçekleştirmiş, batan bir imparatorluğun enkazından yeni ve müstakil bir devlet yaratmıştı.

Sadece Yunan ordusu değildi savaşılan, otorite boşluğunu fırsat bilmiş, tozutan, vuran, çalan, masum insanların malına ırzına canına tasallut eden çetecilerle de, savaşı fırsat bilip yarım okka ekmeği anasının nikâhına satan karaborsacıyla bezirgânla da hesaplaşmak zorundaydı o bir avuç subay ve harp halindeki ordu-devlet.

* * *

Binbaşı Cenap Bey'in Romanı

Kuvva-yı Milliye binbaşısı Cenap Bey, Samsun'da karakol komutanlığı yaparken görmüş, aşık olmuştu Sofia'ya. Ama Sofia'nın aşktan izdivaçtan önce düşünmek zorunda olduğu başka şeyler vardı. Kendisi ve ailesi, diğer soydaşları gibi gecenin birinde yaka paça sandallara doldurulup Karadeniz'e açılabilirdi bir daha dönmemecesine. Devlet yoktu ki ortada kanun nizam olsun. Karakol kumandanı Cenap Bey emrindeki üç beş jandarma eriyle sevdiği kızın evinin önünde 24 saat nöbet beklese ne değişirdi ki? Eşkıyanın uğursuzun gücü devletin zabitinden kat be kat fazlaydı. Üstelik, sırtında üniforması mı vardı ki tanıyabileydin namussuzu?

Cenap Bey gözü kara mert bir adamdı. Ama ambarlar boş, millet açtı. Belindeki palaskası için onu bile boğazlayabilirlerdi gündüz vakti ortalık yerde. Sadece cesaretle sonsuza kadar koruyamazdı koca aileyi talan için fırsat kollayan uğursuzlardan. Uğraştı etti, Milas'a çıkardı tayinini. Giderken de Sofia ve ailesini yanına kattı.

Yeni adreslerine varır varmaz da ilk işi tüm aileyi Türk adlarıyla Milas nüfusuna kaydettirmek oldu. Bastı imam nikâhını. Sofia'nın adı Hikmet, baldız Roz'un adı Nimet oldu. Kayınço Simon'a uygun görülen Türkçe ad zamanla unutuldu. O kendini daha sonra da Simon diye tanıtmaya devam etti.

Bir Ermeni ailesi kansız barutsuz ortadan böyle kayboldu işte. Bu "Türkleştirme" işi sayesinde bir aile efradı başlarına gelebilecek "müessif" bir kazadan korunmuş oldu.

Hikmet Hanım, daha sonraki yıllarda birbiri ardına üç oğlan ve bir kız getirdi dünyaya. Oğlanlara Tarhan, İhsan, Burhan, kıza Nüzhet adını koydular.

Hikmet Hanım, bu yeni kimliğini en kolay benimseyen kişi oldu. Bir daha eski adını kullanma gereği duymadı. Ama kardeşleri Roz ve Simon, onun kadar kolay Türkleşemediler.

Hikmet hanımın çocukları az konuşan, ağırbaşlı, rabıtalı, istidatlı çocuklardı. Oğlanların en büyüğü Tarhan, küçük yaşta karikatüre ilgi duydu. Daha Milas'tayken çizdiği karikatürler çocuk dergilerinde yayınlanmaya başlamıştı. Sanat dünyasında kendisine saygın bir yer edinmesine neden olacak çizerlik kariyerinin ilk basamaklarını daha o yıllarda ufak ufak adımlamaya başlamıştı genç Tarhan.

Ortanca oğlan İhsan, çocukların en zekisi, hem de hırslı ve çalışkan bir öğrenciydi. İlk, orta ve liseyi Anadolu'nun çeşitli yerlerinde okudu. Sonra da hukuk fakültesinden mezun oldu. Ama gönlünde yatan aslan başkaydı. Gazetelere ve edebiyat dergilerine yazılar öyküler göndermeye başladı. Abi kardeş, birlikte çıkardıkları bir gençlik dergisiyle basın camiasında adlarını duyurmaya başladılar.

Oğlanların en ufağı Burhan, askeri okula yazıldı. O da babası gibi subay olacaktı.

Nüzhet, gelinlik çağına gelince hayırlı bir kısmet buldu, evlendi. Aklı başında, olgun bir kızdı.

Genç Türkiye Cumhuriyeti, tek partili dönemin sıkıntılarını yaşıyordu. Artık Ermeni olmak eskisi kadar ölümcül bir var olma biçimi değildi. Ama baskın toplumsal kültürümüzde pek muteber bir kelime olduğu da söylenemezdi. İnsanların göğsünü gere gere "ben Ermeniyim" diyebileceği zamanlar değildi. "Hepimiz Ermeniyiz" savsözünün söylenmesine de nereden baksan 50-60 senelik bir zaman vardı daha.

O yıllarda aileyi sarsan çok acı bir olay yaşandı. Harp okulunda okuyan küçük kardeş Burhan ansızın ölüverdi.

Kimileri "kaza" dediler buna, kimileri "intihar"; ama her iki durumda da bunun nedeni anlaşılamadı. Bazıları "anne tarafından Ermeni kanı taşıdığı öğrenildi de harp okulundan atılması gündeme geldi, belki ondandır" dediler. Sebep ne olursa olsun, gencecik bir delikanlı beklenmedik bir biçimde hayata veda etti ve konu kapatıldı.

En yakın dostlarına karşı bile mesafeli insanlardı Tarhan ve İhsan, onlara yanıtlamak istemedikleri sorular sorulamazdı. O nedenle, bu acı olay ailenin diğer fertlerini nasıl etkiledi, bilinemiyor. Emekli zabit Cenap Bey artık hayatta değildi. Hikmet Hanım, oğullarından çekindiği için mi bilinmez, kardeşlerinden uzak duruyordu. Roz teyzeyle Simon dayı, ailenin dışında tutulan, mümkünse hiç görüşülmeyen kişilerdi. Diğer insanlar da pek bir şey öğrenemediler haliyle. Ve zaten İhsan'la Tarhan, zikrettiğimiz gibi, pek öyle iç dünyalarından bahsedecek yapıda değildiler.

İhsan, dönemin en çok satan gazetesinde iş bulmuş, patron-başyazarın en sevdiği istidatlı genç olarak önü açılmıştı. Tarhan, zaten kendi kuşağının en beğenilen sanatçılarından biriydi. "Yüksel ki, yerin bu yer değildir" diyordu şair. Elhâk, yükseleceklerdi. Önlerinde uzun birer ömür ve her biri için ayrı ayrı parlayan "yıldızlı semalardaki haşmet" vardı. Ve "Roz" ve "Simon" gibi akraba adları pek cazip referanslar sayılmazdı daha da yükselmek isteyen bu iki pırıl pırıl genç için.

Bilebilir mi insanlar dirsek dirseğe yürüdükleri başka insanların gönlünde yatan aslanın büyüklüğünü? Kimi için bir şirkette kapıcı olmak mutluluk kaynağı, kimini başbakanlıktan aşağısı kesmez. Bizim öykümüzün kahramanı İhsan da sadece yazmakla bu işlerin düzelmeyeceğini genç yaşta anladığından, cuntaların içinde yer almaya başladı. Büyük toplumsal projelere imza atacaktı.

* * *

Yol kazaları ve ince diplomasi

Artık çok partili dönem hüküm sürüyordu memlekette. Gazeteciler ne kadar dikkat etseler de iktidarların hışmına uğruyor, hapislere atılıyorlardı sık sık. Her bir gazetecinin peşinde birkaç polis hafiyesi. Dünya ikinci büyük muharebeyi yaşıyor, ahali ekmeği karneyle satın alıyordu. Ve Adolf Hitler'in ana yurdunda tahsil görmüş olan müstakbel başyazar, bavulunda birkaç alafranga plak ve bol miktarda Nazi muhibbi fikirlerle memlekete avdet etmişti.

Sosyalistlerin keklik gibi avlandığı, sosyalist yayın yapan gazetelerin basılıp yakıldığı yıllardı. Ama nasıl ki dünyaya faşizmi hediye eden adamın partisinin adı Nasyonal Sosyalist Parti ise, her şeyin hızla ve şaşılacak virajlarla değiştiği bu memlekette de sosyalist gazetecilerin "halk" tarafından tepelenmesi için kışkırtıcı yayınlar yapan gazete de zamanla sola meyleder oldu.

Ortanca kardeş, gelecek onyıllarda "solcu" diye bilinecek olan bu gazetenin temel direklerinden biri olmaya başlamıştı bile. Kalemi düşmanlarını bile hayran bırakacak kadar kıvrak, belâgati başedilemez derecede etkileyiciydi. Ve hepsinden önemlisi, kararlıydı; çıkabileceği en yüksek zirve neresiyse oraya çıkacak, dünyaya oradan bakacaktı.

Ve bir gün radyolardan boğuk sesli bir albayın okuduğu bildiri yayınlandı. Ordu, yani devlet, "biraz oynasınlar" diye sivillere emanet ettiği oyuncağı bir sabah ansızın geri almıştı. Teğmenlerin genel kurmay başkanını tekmelediği, cellâtların başbakana prostat muayenesi yapıp öyle astığı ve "sosyalist" diye anılmasına çok az zaman kalmış olan gazetenin, manşetlerinde "yaşa varol harbiye" diye haz çığlıkları koyverdiği gayet aydınlanmış bir dönem başlamıştı.

Saflar belirginleşiyordu; bir tarafta halka rağmen memleketi kurtarmaya azimli çağdaş ve demokrat bir azınlık, diğer yanda da fırsatını bulduğunda karşı devrim yapan kalabalık bir hayvan sürüsü, yani ahali.

Neyse ki cumhuriyetin ve devrimlerin bekçisi tanklar ve apoletler vardı ve onların ebedî destekçisi "anadolu aydını". Yani memur: Devlete maaş, sicil ve bordroyla bağlı kravatlı zümre. Zaman zaman yol kazaları yaşansa da ciddi gazete ve onun ağır topu açısından, seçilen taraf doğruydu. Devlet, içeriden zaptedilecekti.

Bu yol kazalarından en önemlisi yaklaşık 10 yıl sonra yaşandı.

Ülkenin daha da çağdaşlaşması için yapılan vatansever toplantılar (bazı iftiracı namussuzların deyimiyle, cunta), içlerine sızmış olan bir ajan tarafından ortaya çıkarıldı. Ailenin ortanca oğlu İhsan ve birkaç yoldaşı Bizans'ın Anadolu yakasındaki mutena bir köşkte bir müddet ağırlandılar.

Ama İhsan o kadar akıllı bir adamdı ki, önüne uzatılan itirafnameleri hem imzaladı, hem de kelime aralarına şifreli yazıyla "beni çok dövdüler ama cuntayı ele vermedim" diye not düşmeyi akıl etti.

Hapiste geçirdiği aylarda Hikmet hanım oğlunun ziyaretine hiç gitmedi. Bazıları bunun korkudan bazıları da vefasızlıktan kaynaklandığını sandılarsa da, en yakın dostları bildiler ki, nizamiye kapısına gelmemesini söyleyen bizzat mahpus oğulun kendisidir. Çünkü Hikmet hanımın ne kadar dikkat ederse etsin, hafiften Ermeniceye çalan aksanı, memlekete hizmet yolundaki uzun yürüyüşünde düşe kalka yürümekte olan ve itibarı arttıkça artan oğlunun başını ağrıtabilir.

Roz teyze ve Simon dayı küskünlük ve dışlanmışlık içinde öldüler. Değil ziyaret edilmek, hali hatırı sorulmak, görüşülmek, yanlışlıkla karşılaşılan yerlerde bile öz dayıyla öz teyze tanımazlıktan gelindi.

Ama yine de bu kutsal sır bir biçimde aile-ahbap bariyerlerinin dışına sızdı. Dönemin bir başka çok satan gazetesinin yazarı, devleti yönetmeye soyunmuş olan bu nefesi kuvvetli kanaat önderinin etnik kökenini -milleti çok ilgilendirirmiş gibi- ifşa etme cesaretini gösterdi.

Ailenin yaşadığı belki de ikinci en büyük şok bu oldu. Üç kardeş, Tarhan, İhsan, Nüzhet -ve damat Bengi- bir araya gelip aile meclisi kurdular. Konu, "annemizin Ermeni olduğu iddiasını kabul edecek miyiz, yoksa çürütecek miyiz?" idi.

Damat Bengi konunun dışında kalmayı tercih etti ve tartışmalara hiç katılmadı. Kızkardeş Nüzhet "babamız Türk, annemiz Ermeni, bunda gizleyecek ne var, tabii ki açıklayacağız" dedi. Ama iki ağabey bu fikre hiç sıcak bakmadılar. Memleketin çok ciddi sorunları varken aile meseleleriyle toplumu meşgul etmek olmazdı. Garbın afakını çelik zırhlı bir duvar sarmıştı. Zulaları patlatmanın hiç sırası değildi. Her ne kadar artık 27 Mayıs anayasasının açtığı özgürlük dönemine bir girilip bir çıkılıyorsa da, bu konunun ahali tarafından bilinmesinde memleketin yüksek menfaatleri açısından hiç bir fayda yoktu. Bu konu bundan sonra da ailenin küçük sırrı olarak kalmalıydı.

Kızkardeş Nüzhet içine sindiremeyerek de olsa, bu karara "peki" dedi.

Ertesi gün, bu pırıl pırıl insanlara çamur atan iftiracı köftehora dava açılması için, ailenin çok güvendiği iki avukata vekâletname verildi.

Avukatlar hemen bir otobüse binip Milas'ın yolunu tuttular. Nüfus idaresindeki eski kayıtlar bulundu, incelendi. Bu kayıtlarda annelerinin adı Hikmet olarak geçiyordu ve bir isim değiştirme belgesine rastlanmıyordu. Gerçi ufak bir pürüz vardı ama çok da önemli görünmüyordu: Nüfus kayıtlarındaki herkesin isminin yanı sıra ana adı baba adı falan yazılıydı, ama Hikmet hanımın anne ve baba adı yazılı olması gereken yerler nedense boş bırakılmıştı.

Avukatlar Bizans'a geri döndüklerinde sağcı gazetedeki köşesinden iftira atan densize dava açılabileceğini, nüfus kütüğündeki bu ufak pürüzün pek bir sorun teşkil etmeyebileceğini, karşı tarafın iddiasını kanıtlayabilecek somut delillerden yoksun olduğunu söylediler.

Ne var ki, her iki avukat da Roz teyzeyle Simon dayıyı yakînen tanıyor, görüşüyorlardı. Ama ne mahkemede ne de başka bir yerde "tamam, belki görünürde net bir kanıt yok, ama yine de bu iddialar doğrudur" demediler. Ağızları başka şey söyledi vicdanları başka. Profesyoneldiler. Parada pulda pek gözleri yoksa da "eşe dosta vefa" diye kadim bir aydınlanma hasletine sahiptiler.

Dava kazanıldı. İddia sahibi gafil, kardeşlere tazminat ödemeye mahkûm oldu, konu kapandı. Bir daha da hiç bir memleket evlâdı bu sakıncalı mevzuyu deşmeye cesaret edemedi.

Zaten artık insanlara çamur sıçratmak için onların etnik kökenini kurcalamaktan daha etkili kavramlar icat edilmişti. Dönem, bıyığı sarkık olmayan herkesin "komünist", bıyığı ağzın yanlarından aşağı doğru uzanan herkesin "faşist", favorileri uzun olan herkesin "anarşist", mahiyeti tanımlanamayan herkesin de eğer UFO değilse "pasifist" olduğu bir dönemdi. Hasmınla uğraşmak istiyorsan "komünist", "faşist" ya da "anarşist" diyordun, gerisini sokak tamamlıyordu. Ülke cadı avına çıkmış onca katille doluyken başka kusura ihtiyaç kalmamıştı.

* * *

Sahilde iki aylak

Sözün burasında aniden sustu. Kargaları seyretmeye koyuldu. Yıllardır kimseciklere anlatmadığı bu hikâyeyi sonunda biriyle paylaşmış olmanın huzuru çökmüş gibiydi üstüne. Dingin ve mutlu görünüyordu.

- "Peki sen bütün bunları nasıl öğrendin?" diye sordum. Sırıttı.

- "Araştırdım."

Birlikte denizi seyretmeye devam ettik. Etrafımızdan bisikletli adamlar, köpek gezdiren gençler, yaklaşan yaza birkaç kilo daha eksik girmek için kan ter içinde spor yapan ev kadınları geçiyordu.

- "Sence niye sakladılar bu kadar masum bir sırrı?" dedim. Başını "bilmiyorum" anlamında yana yatırdı. Düşündü. Sonra bir tahminde bulundu.

- "En başta can korkusuyla ya da dışlanma kaygısıyla falan saklama ihtiyacı duymuş olabilirler."

- "Ya sonra?"

- "Yalan söylediklerini itiraf etmek ağırlarına gideceği için saklamaya devam etmiş olabilirler."

- "Peki sen, neden bunca yıl sustun da şimdi tuttun bana anlattın bunları?"

- "Bilmem. Belki vicdanımı hafifletmek için. Belki Hrant Dink yüzünden. Bilmiyorum. Rahatsızım."

Ne demek istediğini daha iyi anlamak için saksıyı zorladım, fayda etmedi. Şimdi sorsam "salak mısın" diyecek. Neyse, sormama gerek bırakmadan o açıkladı.

- "Köprülerin altından o kadar çok su aktı ki… Artık Türklerin bile sağduyularının sesine kulak verip "hepimiz Ermeniyiz" diye haykırdığı bir iklimde yaşıyoruz. Ama biz girdik bu iklime, o giremedi. Kan hatırına da olsa Ermenilerle bir gönül bağı olmasını beklediğim kişiden tıs çıkmadı. Buna sinirleniyorum."

- "Ne demesini bekliyordun?"

- "Bilmiyorum."

- "Hah, şimdi sırasıdır, biliyor musunuz, aslında benim annem de Ermeniydi. Böyle mi demeliydi meselâ?"

İkimiz de gelip geçenlere bakıp içlerinde gözümüzü okşayacak güzel bir kız arandık. Ya çok kısaydılar ya çok uzun. Kimi fazla şişman, kimi fazla gergin, kimi fazla kasıntı, kimi gürültücü. Köpek gezdirenlerse külliyen mahkeme duvarı. Sevimsiz ve bön. Oldum olası merak ederim, köpekler bu kadar sevimliyken, köpek gezdirenlerin suratından neden hep mendaburluk akar?

- "Bir roman yazmıştı bu adam vaktiyle, hatırlıyor musun?"

- "Tabii. Okudum. Sürükleyici bulmuştum. Tam dizi filmlik. Ya da çizgi roman gibi."

- "O romanın bir yerinde kahraman doğudaki bir köye gidiyordu ve her yerde ceset görüyordu. Ermeni çetecilerin topluca katlettiği bir köy. Acaipime gitmişti bu durum. Yani o olayları sadece Ermeni çetecilerinin işlediği cinayetlermiş, bizimkiler kimsenin burnunu kanatmamış gibi anlatıyordu. Hemen sonra, o eksikliğini hissettiğim şey sanki ilk baştan yazılmış da tam yayınlanacakken bir sebeple romandan çıkartılmış gibi bir durum, bir atlama oluyordu romanın akışında. İlk kuşkuyu işte o zaman duydum."

- "Sahi mi? Ne yaptın peki kuşkulanınca?"

- "Nedenini araştırdım."

Muzip muzip baktı. Göz kırptı.

- "Biliyorsun, gazeteciydim ben de. Sen çekip gitmeden önce."

- "Hımm…"

- "Bir de bugüne bak. Sanırsın ki memleket zaptedilmiş. Bütün tersaneler ve kışlalar işgal altında sanki. Gülünesi bir felâket kurgusu."

- "Hazret, belli ki annesinin milletiyle hemhal olma kapısını kapatmış. Karşıtına dönüşmek kolayına gelmiş olmalı."

- "Galiba. Çok lâzımmış gibi, artık küllenmeye başlamış eski husumetlerin yerine yenilerini icat ediyor. Memleketi hep bir yüksek ateş ve çatışma ortamında tutmak için elinden geleni ardına koymuyor."

- "Koymasın bakalım. Yaş oldu yüz seksen."

- "Ve bu yaştan sonra memleketteki en zorba odağın akıl daneliğine heveslendi."

- "Hep öyle değil miydi?"

Denize, martılara, her biri birbirinden "marka" sahipli köpeklere, lodosun kıyıya vurduğu midyeleri kapıp kapıp on metre yukarıdan betona bırakan kargalara daldık bir zaman. Bazı kargaların bazı komşularımdan ve bazı arkadaşlarımdan, hatta bazı rektör ve dekanlardan daha zeki olduğunu düşündüm.

- "Sen okumuyorsun tabii ki hiç bir gazeteyi. Rahatsın. Ama ben hâlâ tütün bağımlısı gibi, günde birkaç gazete hatmediyorum."

- "Ne yazıyor peki? Mühim bir havadis var mı benim bilmediğim?"

- "Yok. Devir değişti ya, yalancıktan da olsa sosyalistmiş gibi görünmeyi bırakıp açıkça ırkçı bir çizgiye doğru çekti bizimki gazetesini."

- "Olamaz mı? Fikir bu. Değişemez mi?"

- "Tabii ki değişir. Herkesin fikir değiştirmeye hakkı var. Hem de defalarca."

- "Eeee? Ne o zaman? Takıldığın nokta ne?"

- "Ama eğer insanların hayatlarının gidişatını etkileyebilecek bir konumdaysan… Diyelim ki bir zamanlar adları Deniz olan, Mahir olan, Hüseyin ya da Ulaş falan olan birileri senin yazılarını okuyarak büyüdülerse… Ve sen onların böyle ümitsiz bir maceraya atılmalarında minicik de olsa bir katkın olduğunu düşünüyorsan… Ve eğer namuslu bir adamsan…"

Sinirlenmeye başlamıştı. Kalktı. Gergin olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi çenesini parmaklarının arasında ufalamaya başladı. Onun da saçları kırlaşmaya başlamıştı. Göbeklenmişti epeyce. Bu haliyle komik göründü gözüme. O ciddi lâfları onun ağzına yakıştıramadım.

- "Bir özür dilemek yok mudur? Hiç değilse ölenlerden? Demagojiyi ideoloji sanıp gözü kapalı ölüme gidenlerden? Bir özür?"

Kuyruğunu kovalayan bir kedi gibi, kendi etrafında üç beş tur attı. Sonra sanırım kendinden sıkıldı, tekrar oturdu. Uslu uslu gelip geçenlere baktı bir süre. Köpeklere gülümsedi.

- "Neden köpekler bu kadar sevimli ve neden…"

- "Az önce ben düşündüm bunu. Yoksa farkında olmadan yüksek sesle mi söyledim?"

İşitmemiş gibi mi yaptı, yoksa sahiden mi işitmedi, pek anlayamadım.

- "Ben şahsen kendi adıma tehlikenin farkındayım."

Hı? Ne tehlikesi?

Etrafıma bakındım, bir tehlike algılayamadım. Salağım da ondan mı acaba?

Bir şehir hatları vapuru ortalığı motor gürültüsüne ve dumana boğarak geçip gitti. Bakakaldık giden geminin ardından. Ben havadan sudan şeyler düşündüm. O çenesini ufalamaya devam etti.

- "Şişli taraflarında bir bina var. Bir gazete binası. Donuk bakışlı bir adamın odası var orada. Pencereleri nereye bakıyor, biliyor musun?"

- "Hayır."

- "Ermeni mezarlığına."

- "Hııı?"

- "Her gün hazret pencereden annesine bakıyor. Yok saydığı, daha hayattayken ebedîyen gömdüğü annesine. İşte buna "Allah'ın sopası" denir."

Gene sustuk. Bu kez daha da uzun sürdü suskunluğumuz. En iyi yaptığımız şey zaten bu. Dilimizi binlerce tonluk bir kapak gibi bildiklerimizin üstüne kapatmak. Uğultunun içinde öylece durup beklemek. Boş yere ummak belki de dünyanın daha güzel bir dünya olacağını. Ama yine de umutlanmaktan vaz geçmemek. İnsanın aklına ve insanın bencilliğine binlerce kez şaşıp, sonra bir kez daha akıl erdirmeye çalışmak.

- "Oturup bir roman yazayım diyorum bazen. Kursağımdakileri döküp rahatlayayım azıcık. Ama sonra vazgeçiyorum."

- "Niye ki?"

- "Zor işler bunlar arkadaş. Roman filân yazmak yani."

- "Niye?"

- "Zor. Kendi içini tırmalayacaksın. Sırat köprülerinden geçeceksin. Ne kadar küllenmiş yaran varsa deşip deşip kanatacaksın. İşkence edeceksin kendine. Bir yanda vicdanın, diğer yanda satış kaygısı. Vicdanın sana 'doğru bildiğini yaz' diyecek. Çelişkiye düşeceksin. Bileceksin ki doğru bildiğini yazarsan, değil yayınlatmak, kitabını okutacak bir yayıncı bile bulamayacaksın. Reklamcı, mason, iş adamı, hempa, metres, götoğlanı, yeğen, ev kadını, meyhane ahbabı kalabalığının arasından sıyrılıp da yayınevlerinin ilk on yılda basılacak kitaplar listesine girmeyi başaramayacaksın. Hatta belki 'konu neydi?' diye soran sekreterler barajını aşıp yayıncıya ulaşamayacaksın bile."

Belli ki içi kararmış. Olur bazen. Bana da olmuştu. Şimdi geçti. Onu rahatlatacak bir şeyler aradım, aklıma hiç bir şey gelmedi. Kendimden bahsetmek de olmaz ki. Zaten biliyor.

- "Üstelik tüm bu zorlukları aşıp da romanını bastırsan bile, bileceksin ki, bazı az satışlı gazetelerin kitap eklerinde kitabını öven yazılar çıkmadıkça, böyle bir kitabın çıktığından değil okuru, kendi arkadaşlarını bile haberdar edemeyeceksin."

- "Çıkar canım, niye çıkmasın? Senin kitabını da tanıtırlar."

Öyle dedim ya, lâf olsun diye dediğimi ben de biliyorum. Güldü zaten. "Kendini mi avutuyorsun, beni mi?" der gibi yüzüme baktı.

- "Bunu bana sen mi söylüyorsun?"

- "Eeem, şey…"

- "Sen ki, ne kadar küçük iktidar varsa, hepsini topyekûn kendine düşman etmiş, ne isaya ne musaya ne liberal ne kuvvacı ne tekerlek lobisine yaranamamış birisin. Söylediğin söze kendin inanıyor musun?"

İnanmıyorum inanmamasına da, şimdi pozitif olma zamanı.

- "Haklısın. Yazma. Senin romanın da eksik olsun. Raflar taşıyor romanlardan. Roman yazmamış tanıdığım kalmadı artık."

- "Sen de haklısın. Sen de yazma sakın."

Yazmıyorum. Bırakalı çok oldu. Öksürtüyordu fena halde. Şimdi iyiyim. Soluk alabiliyorum.

Birlikte denize taş attık. Suyun yüzeyinde iç içe geçen halkaları seyrettik.

- "Ya yazarsın, ya yaşarsın. İkisi aynı anda olmuyor. Yazık değil mi zamanına?"

Denize taş atmaya devam ettik. Taşlar bitti ama öfkemiz geçmek şöyle dursun, daha da kabardı. Biz de tuttuk, az önce oturduğumuz bankı yerinden söküp denize yuvarladık. Naapalım yani? Zaten belediye birkaç aya kalmaz hepsini söküp hurdaya ayırır, yerine yenilerini diker. Bir sebep yaratmış olduk belediyeye paralarımızı saçıp savurması için.

- "Neden hayatının en azından bir yılını okunma şansı olmayan bir roman için heba edeceksin? Bak, erikler çiçek açtı. Şeftali ağacı pıtıraklandı. Vişne de açtı açacak. Yaklaşan yazın tadını çıkarmak varken…"

Elektrik direğinin dibinde birkaç tane boş bira şişesi duruyordu. Onları kapıp kapıp betona çaldık gelen geçenin ayağına batsın diye. Biz, her ikimiz de boş gezenin boş kalfasıyız. İpsiz sapsız taifesi. O yüzden internette site yapıp mevkî makam sahibi insanlara çamur atıyoruz kıskançlıktan. İşsizlik insanın karakterini bozuyor. Ama medya patronu "söv" deyince söven, "öv" deyince öven bir hokkabaz olmak çok saygın bir meslek. İşte ben bu saygın insanları çok kıskanıyorum. Sırdaşım da kıskanıyor belli ki.

- "Zaten okuyanı kalmamış arabın yalellisi bir teraneyi ve onun ahı gitmiş vahı kalmış assolistini anlatmak için göbek çatlatacaksın? Deli misin sen?"

- "Hı?"

- "Deli misin diyorum."

- "Yok, değilim galiba."

- "At kardeşim şu roman taslağını çöpe. Başına iş alma şu yaşından sonra."

- "Peki. Şimdi yanımda değil. Eve gidince atarım. Hadi kalk da biraz yürüyelim."

Önümüze çıkan kedileri ve fırsatları tekmeleye tekmeleye yürüdük. İşsiz ve unutulmuş insanlarız. Zamanımız gani. Kalbimiz fesat. Gidecek hiç bir yerimiz yok. Düzene ayak uyduramadık. Biz de ne yapalım, nereden ne mikropluklar icat etsek diye kumpaslar kura kura, kafamızda hayal mahsulü yaşam öyküleri uydura uydura sokaklarda turluyoruz.

Hatırladım da, yıllar önce adamın teki, bir çizer arkadaşın yüreğine korku salmak için mi ne, "bir zamanlar bir necdet şen vardı, artık yok" demiş.

Gayet yerinde bir söz. Hakikaten yokum ben. Buharlaştım uçtum.

Ama işin komiği, o da yok. Hazret 50 sene evvel terki dünya eylemiş, kendini hâlâ burada sanıyor.

Yorumlar

Çok sıcak, insan kokan, duygu yüklü bir deneme. Tebrikler.

Erhan Eken - 7 Mayıs 2007

Sevgili Necdet Şen de gösteriyor ki, Türkiye'de gazeteciler de olabiliyor. Neden olmasın? 7 yıl sonra ancak ulaşabilsek de sitesine; onurlu ışıklarına.

Varlık Özmenek - 12 Mayıs 2007

Bu kadar onursuz insanın kendine, aydın ve yazar dediği bir ülkede Necdet Şen'in olduğunu bilmek şaka gibi. Ama insana kendini iyi hissettiriyor. İyi ki varsın "hızlı gazeteci" !

İlker Gökçen. - 19 Mayıs 2007

Sevgili Necdet Şen…

Ne söyliyebilirim ki sana, söylediklerimiz bu sistemin sınırlarına çıkmadıktan, sonra. Bizi öyle becermişler ki söylediğimiz en aykırı sözcükler dahi sistemin sınırları içerisinde mahkum. Hep başka türlü bir dünyayı düşleriz, ama o dünyayla ilgili ne rüyalarımız vardır ne de bilgimiz. Günlük yaşamımızda yaptığımız tek şey becerilmenin fiyatını artırmak. Bunu da solculuk, ilericilik adına yapıyoruz. Bu fahişenin pazarlığıdır. Asla becerilmeden yaşayabileceğimiz başka türlü bir dünyanın düşünü artık görmeye başlamamız gerekiyor. Yeni güzel insanlar olarak, yeni hayatı hemen (Bedrettince, cepsiz, maskesiz, hiyerarşisiz) yaşamaya başlamalıyız. Yolun Urla'nın Özbek köyüne düşerse bize güzellik katarsın.

Sevgilerimle…

Semih Tok - 22 Mayıs 2007 (10:24)

Sevgili Necdet Şen…

Yıllar önce Cumhuriyette (daha Cumhuriyet Cumhuriyetken) çizgi dizilerini izler ve pek beğenirdim. Bu gün ise bir forum tavsiyesi ile senin bu tadına doyulmaz insan sıcağı yazını okudum. Eline sağlık. Ben bir "öteki" olarak o kişiye ancak şunu diyebilirim: Eğer bu güne dek açıklamadınsa, bundan sonra da açıklama, çünkü sen zaten kanını iyiden iyiye temizlemişsin (ya da kirletmişsin=bu tartışılabilir).

Hiç kimsenin kimliğinden ürkmeden bu ülkede yaşaması dileklerimle…

Vartkes Hergel - 22 Mayıs 2007 (19:02)

İnanın yazılarınıza tesadüfen rastladım. Okurken mest oldum diyebilirim. Gönlünüze sağlık. İçimdekileri yazmak biraz zor. Lügatımda fazla kelime yok. Kusura bakmayın. Kalın sağlıcakla.

Selmet - 28 Mayıs 2007 (23:24)

"Adalet" deyince; Türk, hiç aklıma gelmez… "Adaletsizlik" deyince hep aklıma rüyalarımdaki vatanım gelir.

Bana vatanımın neresi olduğunu hiç mi hiç sormayın; oraya yağanın Hak olmadığını, yeşerenin Hukuk olmadığını görünce bir sır çözdüm; o sır ki, Hak'kın yerine anılan Allah denen allahsız bir dinin kendi isminde buldum… Artık on beşinden berri inamıyorum.

İnanmıyorum diye Hak darılmasın bana, kendi adını allaha bıraktığı icin sitem edeceğim hep ona.

Antires Mansur - 29 Mayıs 2007 (15:12)

Bence bu hikayeye şöyle ayrıntılar eklesek daha da zenginleşir:

Binbaşı Cenap Bey (ya da her ne ise gerçek adı) Milas Askerlik Şubesi başkanıdır. Bugün hayatta olan her iki oğlu da babaları gibi subay olmak ister. Ama harp okuluna (malum nedenlerle) kabul edilmezler.

Baba, bulunduğu kasabanın ileri gelenlerini (kaymakam, müddeiumumi, vs) rica minnet seferber eder. Ama araya sokulan hiç bir torpil, bu iki kardeşin askeri okula alınmalarını sağlayamaz.

Yıllar sonra, onların bu asker ve darbe tutkularına bakan memleket aydınları bu sevdayı iki kardeşin içlerinde saklı kalan "askerlik" ukdesine bağlarlar.

Selahattin Yüzbaşıoğlu - 16 Haziran 2007 (15:12)

Usta işi bir soyutlama (somutlama mı demeli).

Hem levendane, hem şairane.

Hasan Gürkan - 19 Haziran 2007 (13:30)

Keşke o kişinin adını açıklayıp ve kendini savunma hakkını da tanısaydınız. Kendisi tazminat davası açar da kaybederseniz Kıbrıs'ın birleşmesi için kurulan ya da Ermeni Soykırımı yasa tasarıları için oluşturulan fonlarından karşılanabileceğini sanıyorum.

Cumhuriyetteyken çizgi roman dizinizi takip ederdim. Konu ne olursa olsun asıl temanın hızlı gazetecinin gözüne kestirdiği kadını götürmek olduğunu anımsıyorum.

Şimdi gerçekten hızlı bir solcu olmuşsunuz kutlar ve başarılarınızın devamını dilerim.

Güven Özbayrak - 5 Temmuz 2007 (11:59)

Değerli Necdet Kardeşim…

Düşünce ve yorumlarına katılmasam da, doğal bir "eleştiri" yeteneği ile yazdığın yazıların ve çizgi romanının severek takipçisiyim.

Olaylara ayrı, farklı köşelerden de baksak, senin bakış zenginlğine ve düşüncelerindeki renkliliğe ve eleştiriye sonsuz saygı duyuyorum.

Ama her toplumda olduğu gibi bizde de gözlüklü samilerle birlikte sürmegöz ihsanlar her zaman olacaktır.

Önemli olan insanın kendisini nereye ait olduğunu düşünmesi ve "kim" lik hissidir.

Senin, benim veya ötekinin kim olduğundan öte önemli olan "aidiyet" duygundur.

Mustafa Kemal bunun için "Ne mutlu Türküm" diyene demiyor muydu.

Toplum içinde sen kendini "kim" olarak görüyorsan "o" sundur.

Bu konuları "Küçük" adamların başlattığı "köken", "meşrep" eksenine taşımak namuslu bir "aydın" tavrı olmadığı gibi, sana anlatılmış öyle mi, değil mi olduğu bile belli olmayan bir hikayeyi mahalliye anlatma gayreti beni "insan" olarak rahatsız etti.

Dediğim gibi eleştirilerine her zaman katılmasam da "ilkeli" ve "eleştirel" tavrından dolayı okumaya devam edeceğim yazılarında aynı dürüst ve tutarlı çizgini her zaman sürdürmen dileğimle.

Sevgi ve dostlukla.

Çetin Tokat - 6 Temmuz 2007 (00:11)

"Köken" üzerinden yapılan siyasetin kim tarafından ve ne şekilde yapılırsa yapılsın, çirkin olduğu üzerinde hemfikiriz sanıyorum. Ama ben bu yazıda anlatılan öyküyü yukarıda yorumu bulunan Çetin Tokat Bey gibi algılamadığımı söylemek isterim.

Kendi tabiriyle "bazı Küçük" insanların sınıfsal karşıtlığı getirip "kan" ve "komplo" meselesine indirgemesi ne kadar kof bir siyasi tutumsa, bazı köşe ya da cemaat muktedirlerinin de kendi iktidarı sabitesi mutlak kalmak kaydıyla, kâh darbecilere kâh ülkücülere öpücük göndermeleri ve "hepimiz Ermeniyiz" protestosunu neredeyse vatana ihanet gibi algılama-algılatma çabasına omuz vermeleri de o kadar düşündürücüdür.

İnsanların köken olarak Türk, Ermeni, Rum, Arap, Kürt, vs Olmaları, zenginliktir. Toplumsal refleksler şovenist niyetlerle kaşınmadıkları sürece kanımızdaki Türklük-Ermenilik oranının kimseye zararı dokunmaz. Ama bu çatışma yaratma ihtimali yüksek dengesizlikleri "fırsat bu fırsat" diyerek kaşıyan bazı ihtiyar kurtlara da birilerinin "asıl sen dön de bir kendi örtülü mazine bak" demesi insanlık borcudur. Sayın Demir Yumruk, pardon, Çetin Tokat, asıl bunların gizlenip saklanmasından rahatsızlık duymalı.

Ya dünyanın bir yerlerinde öyküleri bu öyküdekine benzeyen birileri hakikaten yaşıyorsa? Ya birileri bizi parmağında kukla oynatır gibi yıllarca oynatıyorsa? Ya kılavuzumuz -kargadan da beter, fareli köyün kavalcısı misali- yalancı ve düzenbazsa? Ya duyduğumuz şeyleri "öyle mi doğru mu?" diye sorgulamak yerine, sırf bizim putumuza yönelik diye "palavra" ya da "iftira" gibi algılamaya eğimliysek?

Doğrusu bu kadar katı bir cemaatçilik ve aba altından sopa göstermeler falan da meraklı bir "Türkiye Okuru" olarak beni rahatsız ediyor. İsminden dolayı bir karikatür kahramanı olduğu hissine kapıldığım sayın "Çetin Tokat" tan ve ofsayt taktikleri konusunda kurnazlıklar sergileyen sayın Güven Özbayrak'tan biraz da kendi "a-la-kart" değerlerini sorgulamalarını beklemek sanırım hepimizin hakkıdır.

Metin Kalkan - 7 Temmuz 2007 (14:42)

Rakel Dink'in eşinin öldürülmesiyle ilgili davanın ilk duruşmasında yaptığı konuşmadan bir bölüm:

Atasözümüz der ki "aslını inkâr eden haramzadedir". Aslını inkâr edenden ya da saklayandan ne bekleyebilirsiniz? Yalan bir temelde nasıl iyi bir bina, iyi bir karakter kurabilirsiniz? Güvenilebilir mi size sormak isterim.

Ceyda Uzundal - 11 Temmuz 2007 (14:18)

Yazının yarısına kadar ne denli hüzün ve iç burkulmasıyla okuduysam hikayenizi, ikinci bölümle birlikte o denli içim kalktı.

Sonunda hikayeye konu kahramanınız kişi, bana bugüne kadar hiç görünmediği ölçüde "masum" bir insan olarak gözüktü. Politik olarak hep en öteden ve hatta düşmanca bakmış olsam da bugüne kadar; sayenizde, ilk defa bütün bu tartışmalarda "türk" olarak konuşuyor olmanın ne denli rahatlatıcı bir konum olduğunun farkına vardım. Ve ne yalan söyleyeyim, biriktirdiğim öfkemden utandım.

"Hepimiz Ermeniyiz!" diye ne kadar bağırmış olsam da cadde cadde, saatler boyunca, eve döndüğümde öyle ya da böyle "türk" olmak zorunda olduğumu ve anlatılan hikayenin bütün ağırlığıyla aslında hiçbir zaman benim hikayem olmadığını, bunca yaşanmışlıktan sonra asla artık zaten olamayacağını bir kez daha farkettirdiniz bana.

Bunu yayınlamazlar diye umuyorum Necdet bey. Hala o kadar daha seviye kaybına uğramamış olduğunu umuyorum, yayın dünyamızın. Ama Akit Vakit Takit seviyesinde yayın organlarında her zaman böyle "ifşaat" lara kapı açıktır… Belki kıvrak kaleminizden bir de Türkan Saylan hikayesi okumak ister okurları ilaveten. 32 kısım tekmili birden, bir kez başladınız mı uzun bir yaz yaz bitmez… Samsun'dan başlamışken, Selanik'e kadar getirirebilirsiniz yazı dizinizi.

"Hepimiz Ermeniyiz!" ya işte… Bir tek o değilse. Bırakın. Bir tek o kalsın.

Yargılamak ne sizin ne de bizim "harcımız" değil.

Ben bağırdım birgün; siz de yazdınız yazılarınızı. Ve yine de, biz ne söylersek ya da yazarsak yazalım, kimseler bizi böyle "ifşa" edemeyecek birgün işte sağda solda.

Taşı atanın taşı yiyenden az mı günahları? Taşı yiyenin hikayesi bütün diğer kurbanlar gibi. Ne eksik ne fazla, sadece her zamanki gibi "onlar seçmediler". Siz taşı atmayı seçtiniz.

Barış Başaran - 1 Eylül 2007 (4:31)

Tebrik ederim. Allah kalemine güç versin.

Adnan Tarhan - 10 Eylül 2007 (9:39)

İki kardeşin hikayesinin başı da sonu da hazin. Hiçbir yere ait olmamanın şahıslarda yol açtığı tahribat ne kötü. Oraya ait değil ve artık ait olmayı istemesi imkansız. Burası ise istediği gibi değil. Toplumun %80'den fazlası onun gibi düşünmediği gibi, onun gibi düşünmeyenlerin sayısı arttıkça artıyor.

Şu an yazı ve çizi hayatına başlasalar ve Etyen Mahçupyan yahut Sarkis Paçacı olsalar fena mı olurdu?

Heyhat. Bir yaştan sonra artık imkansız oluyor. "Vatandaş, Türkçe konuş!" zamanlarında büyümek talihsizlik.

Rifat Yılmaz - 11 Eylül 2007 (16:27)

Ermenilerle büyüdüm. Irkçıktan ne zaman nefret ettiğimi hatırlamıyorum artık. Ermeniler de herkes gibi insanlar. Ulusal karakter olarak belki abartıya, edebiyata, hayal kurmaya düşkün oldukları söylenebilir. Keykâvus'un Kabusname'sinde Ermenilerden söz eder. Urfalı Mateos'un Vekayi Name'sini de defalarca okudum, Ermenilerle ilgili birçok kaynak eseri de. Diyeceğim şu ki;" zor, oyunu bozar". Ermeniler üzerinden siyaset yapan, 19. YY. Sonu özgürlükçü akımlarından etkilenen Ermeniler, yanlış hesaplarının can ve sefalet bedelini yine kendi ırkdaşlarına ödettiler. Sorumluluk ve beceriksizliklerini de Osmanlı'ya fatura ettiler. Bu sefaletin ve" dağılma"nın bir yanı da yaşamak uğruna, ad ve kimliğini feda etmektir.

Bu olay sadece Ermeniler için geçerli değil. Dünyanın bir çok ülkesinde, tarih içinde defalarca yaşanan bir olgu. Kanuni'nin Macaristan seferinden dönerken getirilen 3000 civarında kadın esirden söz edilir. Bunlar günümüzde kimlerin büyük anneanneleri-babaanneleridir dersiniz?

Anadolu Medeniyetleri'nde, uygarlık üstüne uygarlıklar kurulurken "gelen"ler kimlerin sosyal yapısını dağıtıp, kimlerin kimliklerini ortadan kaldırdı acaba? Bugün Türkiye Cumhuriyeti topraklarında Türk üst kimliğiyle yaşayan milyonlarca insanın ortak yanı, "insan" olması ve bu coğrafyada kültür etkileşimini yaşamalarıdır. Gerisi, siyasi tahrifler, yorumlar, eğilip-bükülen duygusal yaklaşımlardır bence.

Sedat Kadıoğlu - 13 Eylül 2007 (14:49)

Zat köşesinde "MHP'ye oy ver vatan evladı" demiş. Biz internet geyiği sandık "fwd: Vs vs" şeklinde postalar gelince. Memleket sınıları içinde olmasak da okuduk öğrendik, doğruymuş. Şaşırdık. Ancak şaşırmak az kaldı, parmak ısırıyorum akabinde. Aradım taradım acaba başkaları da yazdı mı diye, bulamadım. Ben başaramamışıdır belki de, ancak şimdi bu hikayenin muhatabı "zat" ın ne dediğini, ne diyeceğini haddinden fazla merak ediyorum yukarıdaki hikaye için. Bir bilgi lütfedin sayın ilgili. Acilen sağolunuz ayrıca.

Ayşegül Özen - 27 Ekim 2007 (20:46)

Annesi ya da babası Ermeni olan birisi, çıkıp "ben Türküm" diyorsa ve bunu hassasiyet yapıyorsa, kişinin kendi tercihidir. Benim için şahsın fikirleri önemlidir, aidiyeti değil. Herkesin bir hikayesi vardır muhakkak. Edebi içeriği zengin bir metinle insanları ters köşelere yatırıp, aşikar olan husumeti perdelemek hiç de hoş değil. Elbette cumhuriyet kendi kuşaklarını yetiştirecekti. Yazılanları okudukça, herşeyin tek adamın mucizesi olduğundan iyice emin oldum artık. Bir ülke ki eğitimli insanları kendisine küsmüş, dehşet yorumlar! Neredeyse kara Afrika ve kızılderililer tarihi Türkiye üzerinden yazılacak.

Atalay Bilge - 6 Kasım 2007 (3:01)

Çılgın Türklerin icadı olan kelime-i şahadet; "ne mutlu türküm diyene" … Bunu söylemeyen kâfirdir ve ne bu dünyada ne de öbür dünyada kurtuluşa erer. Zaten dünyanın geri kalanı bu yüzden cehenneme gideceği için biz türkler cennette çok rahat edeceğiz. Siz de türk olun hem bu dünyada hem öbür dünyada rahat edin. Neyinize lazım, kürt olmak, arap olmak, ermeni olmak:)

Selim Koşar - 7 Kasım 2007 (15:53)

Çok anlamlı olan bu yazı için teşekkürler… Sağolun varolun.

Nahre534 - 20 Kasım 2007 (21:22)

Her zaman isabetli bir şekilde konu seçimiyle takdirimi kazanmıştır. Severek okuyorum.

Tuncay Arslan - 25 Kasım 2007 (12:13)

Türk olduğunu söylemekten utanmanın bu kadar revaçta olduğunu görmek beni ziyadesiyle şaşırttı. Neredeyse Türk olmayı ve Türklüğü insanlık dışı bir olgu olarak kabul edeceksiniz. Oldu olacak tarih boyunca işlenmiş tüm cinayetleri, Türklük adına sahiplenin de başkalarına yapacak iş kalmasın…

Abbas Güçlü - 26 Aralık 2007 (02:19)

Şayet bu Abbas Güçlü Milliyet Yazarı Abbas Güçlü ise bu demagojik ifadeler hiç yakışmadı. Bir insanlık dramı anlatan bu yazıdan böyle bir sonuç çıkarmak özel bir cehalet türü gerektiriyor. Bu da ancak tedrisat ile mümkün olur. Yani, cehaletin bu kadarı ancak tedrisat ile mümkündür (bu söz kime aitti hatırlamıyorum). Okuduğunu anlayamayan "eğitimli" insanlar yetiştiren eğitim sistemimizle ne kadar iftihar etsek azdır.

Bugüne kadar gezdiğim ülkelerde tehciri fiilen yaşamış üç aile tanıdım. Bugün artık hayatta olmayan bu insanların anılarını not etmek 10-15 yıl önce hiç aklıma gelmemişti. Moskova'da tanıdığım Karı-Kocaya torunları beni Türkiyeden gelen bir Ermeni diye tanıtmıştı; çünkü bir Türk ile karşılaşmaktan çok korkuyorlardı.

Bu insanların anılarını dinledikçe kanım dondu. Beni şaşırtan şey, bunca acıyı yaşamış insanların hiç bir düşmanlık ve nefret beslemiyor olmalarıydı (diğer iki yaşlı insanda da düşmanlık ve nefret duyguları görmedim). Türk düşmanlığını bu insanların anılarıyla büyüyen ve diasporayı oluşturan ikinci-üçüncü kuşaklar yarattı. Moskova'daki yaşlı adamın sorduğu "madem bizi istemiyorlardı ve oradan göndereceklerdi, bunu neden bize zulm etmeden yapmadılar?" sorusu aslında bütün yaşananların özeti gibi.

Sırplar Boşnakları kırarken veya Jivkof Bulgaristan'dan Türkleri sürerken dünyayı ayağa kaldır (son derece doğrudur) ve "uygar" dünya'ya ağzına gelen lafı söyle, Ermeni tehciri ve (kırımı) söz konusu olunca tıss…

Kamuran Kızlak - 26 Aralık 2007 (12:59)

Güzel başlayıp, etnik köken konusunu öne çıkaran, bu yarayı deşeleyen bir hale dönüşmüş bir yazı. İnsanların etnik kökenleriyle yargılanmadığı bir dünyada yaşayabilmek, böyle bir dünya kurabilmek güzel olurdu. Ancak etnik kökene de bu denli önem atfeden yazar ve düşünürler olunca yüzyılın düşmanlıkları günümüze yansıyor. Kendine Türk diyenlerin secere peşinde koşması ne ise, ermeni, kürt vs insanların secere peşinde koşması aynı şeydir. Halbuki hikâye ne güzel başlamış. Ermeni ile Türk evlenmiş, bu evliliğin temelini oluşturan sevgi. Toplumu ve tarafları saramamış.

Sizce neden?

İşte bu secere sevdası yüzünden.

Sevgiler.

Ahmet Ekinci - 26 Ekim 2009 (15:20)

1. Dünya savaşı sırasında geri çekilen Rus askerleri bölgedeki Ermenileri de Erivan, Gümrü ve Tiflis'e gitmeleri konusunda uyarıyordu. Kars'ın bir köyünde yaşayan dedem bir cuma günü evindeyken köylülerden birisi koşarak gelir ve Ermenilerin silâhlı şekilde köyün üst tarafındaki dağlık kesimden geldiklerini ve herkesi öldüreceklerini, silâhını alıp gelmesini söyler. Dedem tüfeğini alarak koşar ve söylenen yere gittiğinde karşı taraftan sadece bir askerin ateş ettiğini ve ateş ettikten sonra sürekli mevzi değiştirdiğini görür. Dedem bir süre izler, nişan alır ve asker siperden fırlayınca dedem ateş eder ve vurur.

Yanına gittiğinde bu kişinin askeri kıyafet giymiş 17-18 yaşlarında bir genç kız olduğunu görür. Kızı düştüğü yerden kaldırıp çimenlerin üzerine uzatır. Kız sağ göğsünün altından vurulmuş ve nefes almakta zorlanmaktadır. Dedem büyük bir üzüntü içerindeyken kız dedemin bileğini tutarak kürtçe, "niye vurdun beni?" der. Seni rus askeri sandım deyince kız, ben ermeniyim kafilemle birlikte geçip gitmek için korkutma amacıyla ateş ediyordum isteseydim seni vururdum umarım sen de böyle bir yağlı kurşunla vurulursun ve der ve ölür.

Dedem çok üzülür ve kendisini çağrıp bu cinayeti işlemesine vesile olan köylüsünü öldüresiye döver. Daha sonra ermenilerle birlikte kızı o tepeye gömerler ve kafileyi bölgeden geçirir. Dedem sık sık o kızın mezarına gidip dua edermiş ta ki yine bir cuma günü kardeşinin tüfeğinin kazara ateş almasıyla göğsünden vurularak ölünceye dek…

Vedat Demir - 22 Ağustos 2010 (03:05)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

94
Derkenar'da     Google'da   ARA