Patronsuz Medya

Kim korkar Haka dansından?

Necdet Şen - 5 Şubat 2017  


Kitleleri bir hedefe kilitlemenin ve ortak arzular ya da ortak korkular üzerinden gütmenin de yolları var. Onları her şeyi görebilen ve eli her yere uzanabilen aşkın bir varlığa inandırarak başlayabilirsin işe.

* * *

Uygun bir örnek olur mu bilemiyorum; unutulmaz sinema yönetmeni Sergey Ayzenştayn, kalabalık sahnelerde rol alan figüranları motive etmek için baş vurduğu küçük bir hileden söz eder kitaplarından birinde.

Çekime başlamadan önce, aşağıda bekleyen figüran kalabalığının içindeki tanıdığı kişilere adlarıyla seslenirmiş.

- "Hey İvan, senin ufak oğlanın okul meselesi ne oldu?"

İvan kalabalığın arasından cevaplarmış:

- "Eee işte, şu an politeknikte okuyor yoldaş. Dersleri fena sayılmaz."

- "Mişa, ya senden ne var ne yok? Bacağın iyileşti mi?"

- "Arada hafiften sızlasa da gene de idare ediyor Sergey yoldaş."

- "Boris, miğferin iğreti duruyor; düzeltiver."

Birkaç kişiyle böyle senli benli konuştuktan sonra çekime geçtiğinde, sahnedeki figüran kalabalığı "yönetmen hepimizi tek tek görüyor" duygusu içinde işine daha bir canla başla sarılır, hata yapmamaya özen gösterirmiş.

Günümüzün Türkiye'sine yansıtırsak; muhalif kesime yönelik adam adama markaja bakınca (her sosyal medya tutuklamasında veya "eyy kaymakam, eyy akademisyen" fırçasında) bu ayrıntı geliyor aklıma. Reis belli ki "gözüm üstünüzde, hepinizi tek tek izliyorum" demeye getiriyor.

Etkisi sınanmış bir pasifize etme taktiği.

Buna bir de maaşa bağlanmış trol ordusu tarafından yürütülen iftira, çarpıtma, bunaltma furyası ve ter ter tepinen, gözlerini belertip dil çıkaran dişine kan değmiş kurt sürüsü de eklenince, kâbus kıvamında bir görüntü çıkıyor ortaya. Bir çeşit Haka Dansı bu. Amaç: Ödümüzü koparmak, cesaretimizi kırıp psikolojik üstünlük kurmak.

Bu baskı, yıllar evvel başka bir yazıda bahsettiğim; beş yıldır evinden dışarı adım atmayan adamcağızın yılgın ruh haline sokuyor çoğu insanı.

- "Ah beyefendiciğim zaman kötü, o eski İstanbul bitmiş. Kadınlar sokakta sigara içerek yürüyor! Hatta af buyrun mısır yiyorlar! Ben nasıl çıkarım dışarı, nasıl karışırım o ilkel kalabalığın arasına?"

Evet, zaman kötü sahiden. Görüntüye (özellikle muhalif medyadakine) bakarsan Türkiye de bitmiş. Ama gene de yürüyeceğiz o sokaklarda. Başka seçeneğimiz var mı?

Pısırıklığı içimize sindirebilecek miyiz?

Böylesine çirkefleşmiş, tıynetsizliği kariyer kapısı yapmış o velveleci trolcü güruha mı terk edeceğiz yaşam alanlarımızı? Bu mudur? Diyelim ki yeterli paramız ve geçerli pasaportumuz var, çektik Kanada'ya gittik. Peki, bizden sonraki kuşaklara böyle bir ülke bırakmanın vicdanî yükünü nasıl taşıyacağız?

Taşıyabilecek miyiz?

Tamam, şamille şamil cemille cemil fuatla fuat olmayalım. Sağduyudan, edepten, hayâdan feragat etmek bize yakışmaz zaten. Cep telefonunun kamerasına tirad çekip internete yüklemelerin, kürsü yumruklamaların, lâf oturtmaların, caddelerde meydanlarda hece hece slogan bağırmaların dişe dokunur faydası olmadığını da yaşadık gördük. Ama boş takazanın alternatifi susmak, donup kalmak, mahvolduk bittik moduna girip görünmez adam olmak mı? Bu kadar mı çapsızız?

Esef etme ve vahlanma aşamasını geçip, "bize dayatılan bu rezilliğe boyun eğmek, pes etmek yok, direneceğiz" deme zamanı gelmedi mi?

Tabii ki hamaset, dandun, çukur, hendek, mevzi değil direnişten kasıt; hoyratlığın karşısında vekarla, akılla, cesaretle durmak…

Nazım'ın Kurtuluş Savaşı Destanı'daki kavruk Antep delikanlısı gibi, korkuyu yenmek ve "ibret al deli gönlüm / demir sandıkta saklansan bulur seni / ak taş ardından kara yılanı bulan ölüm" demek, yılgınlıktan çıkmak…

Bütün o örgütlü habasetin, yüreklere korku salma çabasının baş edilemez bir güç ve tıkır tıkır işleyen bir başarı öyküsü değil, çürüme, paranoya, esen yelden hile sezme belirtisi olabileceğini de hesaba katıp silkinme zamanı şimdi.

Sakız gibi çiğnenip duran "eski Türkiye bitti, bunlar yeni bir düzen kuruyorlar" türü derin analizleri ya da "düzeni değiştirtmeyiz" efelenmelerini ezberimize alıp klonlamadan önce bir daha düşünme zamanı.

O kadar güçlü ve duruma hakim olan mübarek, neden bunca kepazeliğe tenezzül etsin, sahte oy kullansın, sahte yaralanma mizansenleri, sahte ısırılmalar, sahte hukuksal mülâhazalar, sahte iddianameler, sahte hükümler, kuyruklu yalanlarla manzarayı kurtarmaya çalışsın?

Neden memlekette ve dünyada olup bitenleri hiç bilemeyelim diye haber alma imkânlarımıza yönelik topyekûn saldırıya geçsin?

Ayaklarını zemine sağlam basan bir iktidar, parlamentoyu, yargıyı, orduyu, polisi, bürokrasiyi, eğitim ve sağlık camiasını, geleneği ve kurumlarıyla tüm devlet mekanizmasını neden böyle hallaç pamuğu gibi saçıp savursun, her taşın altında komplo ve ihanet arasın?

Bütün bunlar sahiden de duruma hakim olunduğunun işareti mi, yoksa yaygara meşrep abanma, algı formatlama operasyonu mu?

Başta devlet aygıtı olmak üzere, bütün çarşının altının üstüne getirildiği bir gerçek de, bu durum sahiden de sinsi bir planın son aşaması mı, zevahiri kurtarma derdine düşmüş bir güruhun başını suyun üstünde tutma çabası mı?

Çarşı dedim de, bu görüntülere baktığımda, bir de gişe filmlerinde sıkça rastlanan kovalamaca sahnelerini hatırlıyorum. Hani genellikle çin mahallesinde kapalıçarşıda falan çekilen bu tür sahnelerde, kahraman hem kaçar hem de ardı sıra koşanları tökezletip yavaşlatmak için yolunun üzerindeki her şeyi devirir ya…

Bugünün muktedirleri de sanki her gece rüyalarına giren öcüden (demokratik rejim, özgür yargı, kamu vicdanı) kaçıyor ve yakalanmamak için elinden geleni yapıyor, ardından yetişemeyelim diye elinin uzanabildiği her şeyi yolumuzun üzerine deviriyor, demokratik muhalefeti tökezletmeye, yavaşlatmaya çalışıyor.

Tatsız olan şu ki, an itibariyle sahiden de çok fazla şeyi devirebiliyor. Zarar verme kapasitesi epey yüksek. Ve galiba elinde kalan tüm sermayesi de bu.

Ya biz? Anket pastasındaki renk renk dilimler? Bu fezahata şu ya da bu nedenle destek çıkanlar da dahil olmak üzere, hepimiz? Kimden yana olursak olalım, yaklaşan yıkımdan mutlaka zarar görecek olan ezici çoğunluk? İhalelere girecek holdingi, nemalanacak hizipsel bağlantıları, propaganda aygıtında istihdam edilecek satılık sözcükleri olmayanlar? Bizim sermayemiz ne?

Dezavantajımız şu: Kafa karışıklığı. Olan biteni dar bir perspektiften algılıyor ve derin bir umutsuzluk yaratıyoruz kendimize. Bu halimiz, oyun planını bizi korkutmak, felç etmek ve becerebilirse ezip geçmek üzerine kurmuş olanın lehine.

Ne var ki çok kalabalığız.

Öyle yüzde 50 falan değil, yüzde 99. Biz, halkız.

Yaklaşmakta olan, oy kullandığımız günün akşamında bitiş düdüğü çalınacak bir turnuva değil. Kesintisiz akan bir süreç. Hayatımız. Ve bizden sonraki kuşakların hayatı. Kim olduğumuzu ve nerede duracağımızı doğru tespit etmek gibi bir ödevimiz var.

"Nasıl?" diyeceklere cevabım: Eğer az ötemizde duran insanlara "karakoncolos, sırtı kıllı, bidon kafalı" türünden yaftalar yapıştıranlara aklını emanet edenlerden değilsek, önce şunu idrak etmemiz gerekiyor:

Anamızı bellemek ya da kanımızla duş almak isteyenler, derelerimizi, ormanlarımızı, su havzalarımızı talan edenler, bu hortumlama trafiğini yönetenler, çanak yalayıcılarıyla ve aportta kemik bekleyenleriyle birlikte toplasan, üstüne çoluğunu çombalağını da eklesen, toplumun yüzde biri bile değil.

Geriye kalanlar, yani biz, bu talandan pay alabileceğini umanlarla yağmaya hayır diyenler, aslında hep aynı yerdeyiz. Kaderimiz ortak.

Biz, mega ihalelerden payına tahrip edilmiş doğa, yağmalanmış hazine düşen, kentleri yerle bir edilip ganimet olarak müteahhitlere devredilmiş olanlarız. Oyumuzun rengi ne olursa olsun, aslında hepimiz aynı teknedeyiz.

Daha yaşanılabilir bir ülke istiyorsak, birbirimize daha az diş bileyerek başlayabiliriz işe. Gerçeğin sonsuza kadar saklanamayacağını, aldatılanların da günün birinde duruma uyanabileceğini, vazifemizin diğer taraftakini hakir görmek, sokaktan geçen başörtülünün kafasına toz gübür dökmek değil, anladığımızı ona da anlatmak olduğunu; ama büyüklenmeden, kaz yerine koymadan, saygıyla, zarafetle, sakince, eşit göz hizasında anlatmak olduğunu idrak edebiliriz. Onun da bize anlatabileceği, öğretebileceği şeyler olduğunu unutmadan, her an susup dinlemeye ve bilmediğimizi öğrenmeye hazır bir terbiyeyle…

Halihazırda bunu yapmadığımız, yapamadığımız için, kader ortaklarımızla zıt uçlara savrulup yabancılaşıyoruz. Haramiler bunun hasatını topluyor her dönemde.

Aramızdaki -yaratılmış- husumetin kaderimiz olmadığını idrak etmek ve kimseye husumet beslememek güzel bir başlangıç olabilir. Hayatımızın gidişini iyiye güzele doğru değiştirebilecek olan başlama noktası belki de budur.

Yorumlar

Yaratılmak istenen korku duvarına rağmen korkmayanlar var. Nuriye Gülmen işinden atılmış bir araştırma görevlisi. 2 yıldır hakkını arıyor. Birçok kez gözaltına alındı, çeşitli yollarla taciz edildi, vaz geçmedi, direniyor, işini geri istiyor.

Betül Celep, KHK ile işsiz bırakılmış bir çalışan. Kadıköy Kalkedon meydanında her gün yerini alıyor ve gerçeği, haksız yere işsiz bırakıldığını haykırıyor. Tek başına başladığı eylemi gün geçtikçe kalabalıklaşıyor. Daha da kalabalıklaşacak.

İnanıyorum ki, bu ülkenin onurlu insanları bir gün bu korku duvarını yıkacak.

Özge Çağlayan - 8 Şubat 2017 (22:29)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

320
Derkenar'da     Google'da   ARA