Patronsuz Medya

Biri Bizi Eşek Yerine Koyuyor

Necdet Şen - 24 Nisan 2002  


Hangar bozması dans salonunun pistinde, orkestranın hiç susmayan müziği eşliğinde dönüp duruyordu çiftler.

Kazanması çok zor, ama ödülü çok büyük bir dans maratonunda ayakta kalmak zorundaydılar. Ekonomik kriz yıllarıydı Amerika'nın. O lânet olası iki büyük savaşın ortası, yitirilmiş 1930'lu yıllar… Şirketlerin bir günde buharlaştığı, hisse senetlerinin bir anda değersiz kâğıt olduğu işsizlik, yoksulluk ve iç göç yılları.

Ortalama kazancın haftada 4 dolara kadar düştüğü yoksulluk ve çöküntü toplumu insanlarıydılar. Hayata tutunmak için neden arıyorlardı. Ölümüne yarışılan bir yarışmada 1.500 dolarlık para ödülüne kavuşmak için dans pistinde kader birliği yapmış olan iki genç yarışmacı Gloria ve Robert yorgunluğa, uykusuzluğa, kendilerini hezimete uğratmak için her hileyi yapan organizatör-sunucu Rocky'ye rağmen, ayakta kalmaya ve bu umutsuz turnuvayı kazanmaya çabalıyordu.

Bir dans salonunun düzenlediği maraton yarışmada, en azından dans süresince açık büfeden karınlarını doyurma olanağının cezbettiği işsiz insanlar, bazen yüzlerce saat sürebilen ve herkesin pes edip de ayakta kalabilen son çiftin birinci seçileceği bir yarışmaya kayıtlarını yaptırmışlardı.

Toplumsal çelişkiler derinleştikçe, eğlence dünyası da daha cüretkâr icatlarla palazlanıyordu. Olağan koşullarda belki de hiç kimsenin kabul etmeyeceği bu dayatmaya, "seyirlik nesneye dönüşme" zorunluluğuna "peki" diyen bir sürü umutsuz çıkıyordu.

Yorgunluğun, uykusuzluğun, aşağılanmanın engeline direnip, etraflarındaki tükenen, birer birer düşen tökezleyen insanların üzerinden atlayarak, en son ayakta kalan olmaya çabalıyor, gitgide ağırlaşan ayaklarını sürükleyerek, birbirlerine dayanarak yarışıyor, yine de en son turda elemekten kurtulamıyordu Gloria ve Robert.

Amerikan politik sinemasının ünlü yönetmenlerinden Sydney Pollack'ın 1969 yılında çektiği Atları Da Vururlar (They Shoot Horses, Don't They?) filmini anımsamaya çabalıyorum. Horace McCoy'un 1935'de yayınlanmış aynı adlı romanından aktarılmış olan filmde öyküsünü özetlediğim iki umutsuz genci o yılların iki isyankâr ikonası Jane Fonda ve Michael Sarrazin'in canlandırdığı o karanlık atmosferli kült filmi…

Son turda tökezleyince, diskalifiye oluyor, sıkılıp posaya çevirilmiş iki limon gibi, arka kapıdan geceye fırlatılıyordu iki genç.

Belinden o ana kadar sakladığı son kozunu çıkarıyordu Robert. Ucuz (belki de çalıntı) bir tabanca. Genç kadına uzatıyordu.

"Benim çocukluğumda sakatlanan ve artık yürüyemeyecek olan atları daha fazla acı hissetmesin diye vururlardı. Vur beni, artık dayanacak gücüm kalmadı."

Ne mi oluyordu sonra?

Kader arkadaşının bu içten isteğini yürekten anlıyor ve o son arzuyu yerine getiriyordu Gloria. İçeride, spotların altında eğlence devam ederken, yakışıklı ve tükenmiş bir beden yatıyordu çöp torbalarının hemen yanıbaşında. Ve onun başucunda kendine duyduğu nefretin altında ezilen genç ve bitik bir kadın.

Kedinin üstüne kim bastı?

Çoğunluk az ya da çok seyrediyor ama seyretmeyenler bile etraflarındaki konuşmalardan dolayı birazcık fikir sahibidir. Televizyonda bir yarışma programı var ki, olmaz olsun! Adı, Biri Bizi Gözetliyor.

Birkaç gün önce yarışmanın geçenlerde kazara ölen kedisi Gizmo'nun üstüne basıp ölümüne sebep olan kişinin yaklaşık bir buçuk aydır bu işin sorumlusu zannettiğimiz kişi olan Elif değil, aynı evin müzisyen yarışmacısı Azizcan olduğu açıklandı.

Banda kaydedilmiş olan bu açıklama yarışmacılardan biri tarafından daha o günlerde (21 Mart'ta) yapılmıştı, ama nedense programın yapımcısı olan Senkron Tv bu bandı Azizcan elenip evi terkettikten bir hafta sonra (bir iddiaya göre, izlenme oranı düşmeye başlayınca) kamuoyuna "patlatma" gereği duydu.

Bir yanda ilk verdiği bilginin doğruluğunda ısrar eden "içeriden" haber kaynağım ve "ben yapmadım" diyen Azizcan, diğer yanda kafamı meşgul eden konu: Elif'i haksız yere suçlu ilan etmiş olma ihtimalinin verdiği rahatsızlık duygusu. Doğrusu can sıkıcı bir durum. Ve iş giderek "Gizmo'nun ölümüne kim sebep oldu?" lotosuna dönüşüyor.

Her halükârda suçlananların onuru kırılıyor; ama bir kölelik sözleşmesiyle elleri kolları bağlanmış olduğundan ne kendilerini savunma fırsatları var ne de işin doğrusunu açıklama şansları.

Kedi Gizmo'nun ölümünü kamuoyuna ilk duyuran web derginiz derkenar.com'un sorumlu bokbaşısı olarak, şunca zaman -belki de- haksız bir suçlamaya maruz kalmış ve gururu kırılmış olan Elif'e yine de bir özür borcum olduğunu düşünüyorum. Ne olursa olsun, masum bir canlının ölümüyle sonuçlanan bir kazayı onu tamamen konunun dışında tutarak tartışmalıydık.

Aslına bakarsanız, ben gene de o yönde davrandım, ama yapımcı firma kendisine yönelik bir eleştiriyi bu genç kadının üzerine havale etmeyi ustalıkla becerdi.

Bilgi bana bizzat "içeriden" geldiği için doğru kabul etmek zorundaydım. Yapımcı Senkron Tv'ye konunun içyüzünü soran e posta mesajım da yanıtsız kalınca bunu durumun ikrarı olarak kabul ettim. Dahası, olayı izleyen günlerde popüler medya da konuyu genişçe işledi ve herkes Elif üzerinden yorum yaptı. Yapımcı firma önce inkâr, sonra da "valla kim yaptı, bilmiyoruz" yolunu seçti.

Oysa bilmemeleri olanaksızdı. Evin her tarafını kameralarla 24 saat göz hapsinde tutuyorlar. Bana kalırsa, şu anda da o "eşsiz" ticarî zekâlarıyla bu tatsız kazayı da pazarlama ve paraya dönüştürme hesabı içinde olmalılar.

Eğer kedi Gizmo yarışmacılardan Azizcan'ın üzerine basmasıyla öldüyse, neden Senkron Tv yöneticileri kameralarla her santimetre karesini gözetledikleri ve kaydettikleri BBG evinde olan bu olayın gerçek kişisini gizleyip, dışarıya dolaylı yoldan "Elif ezdi" diye sızdırdı?

Bu konudaki bir iddia sahibi şöyle diyor: "Azizcan yapımcı firma için altın yumurtlayan bir tavuk olacak. Çünkü ona kaset doldurtulacak, ünlü yapılacak ve iki yıl boyunca kazandığı tüm paranın yüzde otuzu Senkron Tv'ye kalacak. Onu o nedenle harcamak istemiyor olmalılar. Oysa Elif bir ev kadını ve elendiğinde evine geri dönecekti; nitekim döndü. Yani ekonomik anlamda paraya çevrilebilir biri değildi. O ve diğerleri, kimin kazanacağı daha ilk haftalarda şirket tarafından kararlaştırılan turnuvanın kolayca harcanabilir garnitürleri."

Şirket haa? Bu çocuklar da herhalde şirketin demirbaşları.

Yine de içim sızlıyor. Elendiği gece Elif'in nasıl da sevindiğini, evden mutluluk içinde çıktığını görmüş, üzülmüştüm. Üzerindeki manevî baskıda benim de (dolaylı bile olsa) payım vardı. O zaman da belirtmiştim, kediyi ezen o olsaydı bile haberi kamuoyuna duyuruşumdaki amacım, bu talihsiz kazanın manevî kurbanı sayılabilecek olan Elif'i kınamak değil, hayvanları dekor gibi kullanan ve başlarına bir şey gelince de "canım, noolmuş yani?" diye işi pişkinliğe veren gözü kara ticaret ahlâkıydı. Şimdi de öyle. O gençlerin kötüye kullanıldıkları kanaatindeyim.

Bu olaydan manevî yönde ağır yaralar alarak çıkan Elif ve Azizcan'a, topluma hafifmeşrep bir kadın olarak tanıtılan Hülya'ya, onur kırıcı bir başka suçlamayla yarışma dışı bırakılan Doğan'a, şirketin buyruğuna itiraz etti diye tecrit edilen Edi'ye, her türlü vatandaşlık hakları gayrı insanî bir sözleşmeyle ipotek altına alınarak eşiğinden adım attıkları BBG evlerinde birer süpermarket nesnesine, show-biz kölesine dönüştürülen, evden ayrıldıktan sonra bile tüm hayatları kontrol altında tutulan, iş bulmaları engellenen, kölelik şartnamesine uymazsa cezalandırılan, onurları çiğnenen, sözümona doğaçlama görünümlü ama aslında senaryolu olduğu izlenimini veren bir dramada kendilerine biçilen olumsuz rollerin bedelini gittikleri her yerde taciz edilerek ödemekte olan tüm yarışmacılara "geçmiş olsun" diyorum.

Özelleştirilmiş bir TEŞHİRCİLER hapishanesi

Toplumun birçok kesiminden eleştiriler alan bu programdan kişisel olarak neden rahatsızlık duyduğumu dilim döndüğünce anlatmak isterim:

Ekonomik sıkıntıların ve "yarın ne olacak?" kaygılarının alabildiğine arttığı bir toplumun içinde, bir kısmı üniversitelerin ön kapılarında sınav kazanabilmek için, bir kısmı da arka kapılarında "ben şimdi bu diplomayla ne yapıcam?" sorusuyla bekleşen işsiz ve karamsar yüzbinlerce genç ve onların aileleri gelecek kaygısına bulanmış olarak yaşarken, bu tarz "köşe döndüren" televizyon şovları düzeni sevimli kılabilme yolunda önemli işlevler yükleniyor.

Binlerce genç insan çalışarak kazanma şansı pek olmayan 150 milyarlık ödülü kazanma, ya da ünlü olabilme, bu yoldan bir bir kariyer yapabilme umuduyla bu tarz yarışmalara başvuruyor. Anlatıldığına göre adaylar psikolog nezaretinde mülâkata alınarak seçiliyor ve önceden tasarlanmış olan 15 kişilik şablona uygun karakter özellikleri gösterenler tanımadığı kişilerle aylar sürecek bir koğuş hayatı yaşamaya zorlanıyor. Yani seyirci önünde gerçekleştirilen bir tutsaklık hayatına ve psikolojik dayanıklılık testine tabî tutularak bir bakıma gayrıresmî mahkum ve kobay yerine konuyorlar.

"Kazanana" yüklüce bir para ödeniyor da olsa, bu durum bir istismardır. Dahası, yarışmacıların temel vatandaşlık haklarının ticarî bir sözleşme ile kısıtlanmış olması onlar açısından onur kırıcı ve yasal açıdan suçtur.

Bir insanı yalnızca devletin resmî kurumları, o da ancak yasalara dayanan bir yargı sürecinden çıkardığı hükümle hapsedebilir. Herhangi bir şirketin, insanları para vaadiyle aylarca hapsetmek ve iki yıl boyunca yaşamlarını ipotek altında tutmak gibi bir yasal hakkı olamaz. Oysa öğrenebildiğim kadarıyla, yarışmacılar BBG evine girerken kendilerine alelacele bir sözleşme uzatılıyor ve belli ki bu metni okuyabilecekleri makul bir süre ve sakin bir ortam sağlanamadan imzalamaları sağlanıyor.

"Eee, okusalardı" diyemiyorum; çünkü böyle bir yarışmaya başvurup, onca aday arasından ön elemeyi geçip, sonra psikologlar, mülâkatlar, tanımadığı mühim şahsiyetler barajını aşıp eve girebilecek aşamaya gelene kadar yaşadığı süreç her normal kişinin özgüvenini dumura uğratır. Karşınızda sizi bir tırnak darbesiyle zengin edebilecek ya da fırlatıp atabilecek bir dev cüsse vardır. Böylesine azametli bir mekanizmanın altında psikolojik olarak ezilirken, "hoop, dur bakalım, ben o sözleşmeyi satır satır incelemeden ve avukatıma danışmadan imzalamam" diyebilecek cesarette bir yarışmacı çıkabileceğini pek sanmıyorum. Kendimi onların yerine koyduğumda o aşamada ben de o minicik karınca duası gibi yazıları okumaya kalkışmaz, kalkışsam bile daha ilk paragrafta havlu atıp okumadan imzalardım diye düşünüyorum.

O kargaşanın ve sınav heyecanının içinde dilini, inceliklerini bilmediğin bir sözleşmeye dikkatini veremezsin. Bildiğim kadarıyla o yarışmacılar arasında hukukçu zaten yok. İnat edip okusalar da ne kadarını anlayabilirler ki ticaret hukukunun çeşitli hileleri ve lâstikli cümleleriyle dolu olan o tarz sözleşme taslaklarını? Bu durum, psikolojik bir tuzaktır.

Bu sözleşmede ne gibi hükümler var, tam olarak bilemiyorum; ama anlaşılan o ki, yarışmacılar evden çıktıktan sonra da yapımcı firma onaylamadıkça medyanın görüşme taleplerini yanıtlayamıyor, programın içeriğiyle ilgili hiç bir demeç veremiyor, kendi başlarına iş sözleşmesi yapamıyor, hatta iş arama girişiminde bile bulunamıyorlar.

Yarışmacılar televizyon marifetiyle bir anda çok ünlü oldukları için, evden çıktıktan sonra sokakta yürürken bile muhtelif tacizlere maruz kalıyor olmalılar. Çünkü bir turnuva biçiminde yayınlanan programda ayan beyan belli ki bilhassa birbiriyle çatışabilecek karakterlere sahip insanlar seçiliyor ve didişsinler diye aynı eve tıkıştırılıyor. Gladyatörler arasında taraf tutulur gibi saflaşan seyirciler içinde her birinin fanatik taraftarları ve düşmanları oluşuyor.

Nitekim, taksi şoförlüğü görevi için sokağa çıktığında arabasını yumruklayan üç yaşındaki bir çocuktan dolayı gururu kırılan bir yarışmacı, eve döndüğünde "o yaştaki çocuklara bile nefreti öğretiyorlar'" diye tepki gösteriyor; bunu duyan izleyici bir bayan da telefonla arayıp "evet, ben ondan nefret ediyorum, çocuklarım da nefret ediyor!" diye tespiti doğruluyordu.

Öylesine ağır moral şartlar arasında hapsedilmiş yarışmacıların birbirlerine karşı saldırgan davranmaları anlaşılabilir bir şey; ama onları dramanın "kötü" kişisi olarak kamuoyuna hedef gösteren ve dışarı çıktıklarında manen hırpalanmalarına yol açan program formatının onaylanabilecek bir tarafı yok.

Merak eden var mı, acaba o ekranlarda "genç bir erkeği baştan çıkaran vamp kadın" olarak afişe edilen Hülya şimdi ne yapıyor? Nasıl sürdürüyor hayatını? Acaba bir psikiyatriste başvurabilecek parasal olanağa sahip mi? Yoksa "amaaan canım sen de'" demiş ve unutmuş gitmiş midir her şeyi?

Ben unutabileceğini sanmıyorum. Kedinin üstüne bastıkları dışarıya alengirli yollarla sızdırılan Elif ve Azizcan'ın da unutabileceklerini sanmıyorum.

Sokaklarda "pis Ermeni!" diye arkasından küfredilen Edi'nin de vergisi kesildikten sonra eline geçen 120 milyarı huzur içinde yiyebildiğini pek sanmıyorum.

Biri Bizi Gözetliyor yarışma programının bizleri sefih birer röntgenciye dönüştürmesine ise hiç değinmemeyi yeğlerim.

Kendilerini gün yirmidört saat boyunca izleyen kameraların önünde seyirlik nesneye dönüşmeyi kabullenen, hadi daha makul bakalım, böyle zorlu bir psikolojik dayanıklılık testine gönüllü olarak katılan insanları yargılamak istemem; az önce de değindiğim gibi, işsizliğin, yoksullaşmanın ve "yarın daha da kötü olur mu acaba?" endişesinin bu derece yaygınlaştığı bir toplumda, bu tarz fırsatların üzerine balıklama atlayabilecek birçok çaresiz ya da hırslı insan çıkabilecektir.

Etik standartları daha sorumlu ve vicdanlı oluşturulabilse, belki bu program hepimiz için dersler çıkartılabilecek bir canlı kişilik testi laboratuarına dönüşebilirdi; onların değişen davranışlarını gözlemleyerek ve aramızda tartışarak kendi "adam olma" sürecimizi hızlandırabilecek taze bilgiler de elde edebilirdik.

Ama vahşi kapitalizmin bu kadar başıboş bırakıldığı bir "götürme" toplumunda bu ilginç program formatı da aklı başında her insanı isyan ettirecek noktalara vardı.

Sözümona her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor, ama bir buçuk ay önce ezilen kedinin akıbeti önce seyirciden gizlenmeye çalışılıyor, içeridekilere "sus" emri veriliyor, bu başarılamayınca bir ay önce yaptırılmış bir itiraf, ancak izleyici oranının düştüğü günlerde, yine akıl karıştıracak bir biçimde seyirlik malzeme olarak veriliyor.

Öyle görünüyor ki, bir süre daha dedektif romanı kurgusuyla "kediyi kim ezdi?" mevzuu gündemde kalacak, melek yüzlü Azizcan üzerinde kuşkulu durum biraz daha sürecek ve tam kasetinin çıktığı günlerde "aaa, meğer bunu yapan o değilmiş, rufailermiş!" diye bir kez daha "aydınlatılacağız" .

Kölelik sözleşmesi

Anlayamadığım şey şu: Kendilerine imzalatıldığı ve çok ağır şartlar içerdiği anlaşılan bu kölelik sözleşmesinin verdiği korkuyla kabuğuna büzülen, evden çıktıktan sonra da konuşamayan maratoncu çocuklar, bu denli aşağılanmayı, eğlence nesnesine, ticarî ürüne dönüştürülmeyi nasıl hazmedebiliyor?

Eğer bu karanlık mukavelenin içerdiği söylenen ağır tazminat şartından korkuyorlarsa söyleyelim: İnsanın kanunlar tarafından güvenceye alınmış olan özgür dolaşım, onurunun korunması, kendi adına karar verebilmek gibi hakları hiç bir sözleşmeyle ipotek altına alınamaz, devredilemez, çiğnenemez; böyle bir sözleşmeye imza atılmış olunsa bile, mahkemeye başvurulması halinde her aklı başında yargıç, o sözleşmeyi geçersiz sayar.

Biri Bizi Gözetliyor adlı maratona katılan yarışmacıların hepsinin robota dönüştürülmeyi itirazsız kabullenecek kadar zayıf kişilikli olduğuna inanmak istemiyorum. Toplumu ve üzerinden servet sağladıkları yarışmacı kitlesini bu denli istismar eden bu programa kısa ömürler diliyorum.

Ve şuna inanmak istiyorum: Her ne kadar aksini iddia eden çok kişi varsa da bu toplum koyun sürüsü değildir. Bu ahlâkî aşınma ve eşek yerine konulma furyasına tepki gösterecek insanlar da vardır ve bu tepkiler er ya da geç örgütlü bir biçimde kendini ifade edecektir.

Ey halkım, ağzının içinden homurdanarak sorunlarını çözemezsin; şikâyet ettiğin şey her ne ise bunu anlaşılır bir üslupla dile getirmelisin.

Çünkü birileri bizi feci şekilde gerzek yerine koyuyor.

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

75
Derkenar'da     Google'da   ARA