Patronsuz Medya

Bir güzellik yap, hayatı kolaylaştır

Necdet Şen - 6 Mayıs 2001  


- "Aşkından kıvranıyorum, ölüyorum İclâl!"
- "Hele ben! Hele ben! Senin için kuduruyorum Mücap!"
- "O zaman evlenelim İclâl!"
- "Ömür boyu mesut olalım Mücap!"

* * *

Bir gazete haberi:

"Çılgınlar gibi sevişerek evlenen İclâl ile Mücap şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşandı."

* * *

Eskiden bir aralar meşhur olur gibi olmuştum. Bir de Mimoza'lı, muaşakalı, şehvetengiz bir şeyler yazıp çiziyorduk ya, ne kadar kadın dergisi ve onların aşk hayatı başarısız bayan muhabiri varsa günaşırı telefona sarılıp "aşk hakkında" fetva (hadi abartmayalım, "görüş") istiyorlardı.

Bana kalırsa yürütemedikleri ilişkilerini nasıl yürütebileceklerine ilişkin hazır reçeteler istiyorlardı.

Ben de onlara dilim döndüğünce "sen asıl iki insanın birbirini didiklemeden, örselemeden, hayatı zorlaştırmadan aynı evi nasıl paylaşabileceklerini araştırsana" diyor, fetva vermeyi reddediyordum.

Tabii ki kısa sürede benden sıkıldılar ve vitrinde olmak adına her konuda konuşmaya hazır daha medyatik kişilerin peşine takıldılar.

Onları tanıyoruz; her türlü renkli mecmuanın ve her türlü televizyon programının demirbaş konu mankenleri…

Sanılmasın ki küçümsüyorum. Her biri kendi alanında bulunmaz hint kumaşı.

Ama bir çizgi romancıya göbek dansı hakkında ya da sismoloji uzmanına seks hakkında ne düşündüğünü sormak salaklık değilse ne?

O tartışma programlarının hepsi aslında tartışma sosuna bandırılmış şov programları. Amaç araya reklâm alıp patrona daha fazla para kazandırmak.

Hem akıllı fikirli geçinip hem de her akşam ekran karşısına postu seren, sonra da "ben onları entellektüelce analiz ediyorum" diyen televizyon müptelâsına gülerim.

Nesini analiz ediyorsun hemşerim bunların? Kravatını mı?

Hazret bir şey söylemiyor ki, kameraya poz veriyor. Tam ağzını açtığı anda da sunucu araya girip "şimdi bir reklâm" diyor ve reklâmdan sonra da başkasına "söz hakkı" veriyor. Hani nerede fikir? Söz nerede?

Bütün bu gazeteler, dergiler, televizyon haberleri, kültür programları, fikir yazıları, bunların tamamına yakını bence kuru gürültü.

Bunların tamamına yakını, süngerleşmiş, küspeleşmiş pop kültürü ısıtıp ısıtıp önümüze sürüyorlar.

Aslına bakarsan, ortada kültür mültür de yok; korkunç bir uğultu hepsi. İçinde sigara söndürülmüş bir meyhane tabağı gibi iştah kaçırıcı bir nesne.

Sen bunları niye izliyorsun içinden hiç bir anlam kotaramadığın halde?

Sakın özgüven eksikliğinden olmasın?

Ya "alternatif enerji" konusu açılırsa da ben o konuda diğerlerinden geri kalırsam? Ya bana küçümseyen bakışlar fırlatırlarsa? Ya sürüden dışlanırsam? Ya keleğe geliyorsam? Ya…

Yalnız kalma korkusuyla uğultuya yakın durmaya, mümkünse uğultunun içinde yer almaya çabalıyorsun. O nedenle bu uğultuyu yorumlayabilme şansın yok. Onun bir parçasısın sen de.

Oysa hayatın hakikati o kadar basit ki…

Kedim Melek Hanım acıkınca "gurrrr" diyerek önüm sıra yürüyor ve beni de mutfağa yönlendiriyor, mamasını sütünü tazeliyorum. Hiç kıllık, gıcıklık, çıkıntılık yapmıyor. Çişi gelince mıyıvklıyor. Farketmeyecek olursam yine mıyıvklıyor. Yine fark edemezsem halıyı ya da koltuğun arkasını tırmalıyor, o zaman anlıyorum ve balkon kapısını açıyorum çıksın diye. "Bırrıııvvvkkk" diye koşarak çıkıyor, birazdan rahatlamış ve evini özlemiş olarak çıngırağını şıngırdatarak geliyor ve içeri girerken mutlaka korna çalıyor "bıyk bıyk" diye.

Melek Hanım bana her konuda meramını anlatabiliyor. Çünkü onu dikkatle gözlemliyorum, öğrendim artık dilini.

O da beni gözlemliyor, "gel kızım" dedim mi koşarak geliyor, "yapma" dedim mi yapmıyor. Çünkü o da beni aynı yoğun dikkatle inceliyor gün boyu; taa içime bakıyor, huyumu, suyumu, dilimi öğrenmeye çabalıyor.

Biz ikimiz, bir insan ve bir kedi, hayatı birbirimize zorlaştırmadan, birbirimizin kişiliğine ve isteklerine duyarlı davranarak ve kendi haline bırakarak, birbirimizin üstünde iktidar kurmaya çabalamadan, gül gibi geçinip gidiyoruz.

Ne ben ona aşığım ne de o bana; ama yine de konu mankenlerimiz Mücap ile İclâl'in aşkından daha sahici ve daha hayata dönük bir ilişki bu. İçinde maskelenmiş düşmansılık yok. İnsanla kedinin arasındaki ilişki iktidar ilişkisi değil.

(İnsan istese de kedi izin vermez buna. O nedenle de köle arayan arızalı insancıklar kediye "nankör" der. Onlara köpek tavsiye ederim. Hoyrat kişilikli insanlara karşı sonsuz bir hoşgörü taşır köpek, istismar edilmeye göz yumar.)

* * *

Açılıştaki kısa süren mutluluk tablosuna gelirsek: Sahi, neden geçinemedi Mücap ile İclâl? Aşk bu yahu, daha ötesi var mı?

Bence var. Hem, ne malûm bunun aşk olduğu?

Aşkın ne olduğunu sahiden bilen var mı ki?

Hayır, aşk üzerine konuşmayı reddediyorum. Ben didişmeden, inatlaşmadan, abanmadan, yormadan, kısacası, hayatı zorlaştırmadan bir arada yaşamayı, hatta mümkünse birbirimiz için hayatı kolaylaştırmayı konuşmak istiyorum.

* * *

Ense kökümüzdeki mikroçip arıza yapıp duruyor. Çoğumuz kudret balçığından ayağımızı kurtarıp sevgi çayırına adım atamıyoruz. Belki de kendimizi güvenlik içinde hissetmek için buna ihtiyacımız var: korkularımız bizi gergin ve saldırgan yapıyor. Daha çok para, daha çok kariyer, daha çok boş lâf, daha çok iktidar peşindeyiz hayatımız boyunca. Çoğu zaman adını "aşk" ya da "dostluk" diye adlandırdığımız ilişkilerin bile boyasını kazıyınca altından iktidar manevraları çıkabiliyor. Kendimize ve herkese karşı hile yapa yapa yaşıyoruz. Hayat dediğin hakikaten de biraz futbolu andırıyor. Çalım üstüne çalım. Çalımı yiyen tekmeyi basıyor ötekine. Tekmeyi yiyen, ilk fırsatta acısını faiziyle çıkarıyor. Katlanarak büyüyor sportmenlik ilişkisi.

Günü gelip de ak sakallı hakem dede bitiş düdüğünü çaldığında bütün o iktidarları, paraları, yatları, villâları burada bırakıp diğer tarafa üryan gideceğimizi unutmuş gibi yaşıyoruz.

Çünkü korkuyoruz. Daha doğarken tanışmışız korkuyla ve korkumuzu dindirebilecek kişiler kendi katmerlenmiş korkularının kirini akıtmışlar üzerimize. Daha akıllı ve baliğ olmadan, en derindeki milyonlarca yıllık genetik bilgiyle algılamışız "adı batasıca! olmaz olasıca!" ve benzeri sitemlerdeki, ses tonlarındaki, bakışlardaki, "sen bilmezsin"lerdeki düşmansı elektriği.

İçimizde kat kat yükselen korku, daha ilk adımlarımızı atamadan o lânet olası karanlık tünelden gerisin geri yine o bilinmeze postalanacağımız korkusunu biriktirmiş olmalı bilinç altımızın derin katmanlarına.

Korku zoruna olsa gerek, egolarımız şişkinleşmiş, kapılardan sığmıyor. Elimizde olsa da ölümsüzlüğü bulsak, bunun sırrını diğer insanlarla paylaşmaktan kaçınacak bazılarımız.

Birbirimizi dirsekleyip, çelme takıp duruyoruz. Sonra da aşk üzerine yazılar döktürüyoruz. Birbirimizin açığını bulmaya çabalıyoruz durmaksızın. Derin bir suçluluk duygusunun rantını toplama derdindeyiz. Herkes birbirini suçluyor ("projeksiyon" diyor buna fasulyeden psikiyatri). El freni çekili kalmış araba gibi balataları kanırta kanırta yol alıyor gündelik hayat.

Oysa hayatı kolaylaştırmalıyız birbirimize.

Daha az didişip daha çok onaylamalıyız. Dünyanın en yanlış fikirleri bile gün ışığına çıkabilme fırsatını elde edebilmeli, en azından onu söyleyenin yüreğini açabilme hakkı adına. Cümlelerimiz "hayır!" sözcüğüyle başlamamalı. Güler yüzlü insanların enerjisini sömürmemeli, yüzlerdeki gülücükleri söndürmemeliyiz.

Alınganlığın kabuğunu sıyırırsan, alt katmanlarda muhtemelen düşmanca duygular bulursun.

Kırılganlığın altında da belki şiddetli bir cezalandırılma korkusu…

Bunları psikiyatri değil minik neco söylüyor, yanılma payını da saklı tutarak.

Şu yaptığımıza bak; kimse kimseyi dinlemiyor. Hiç bir söz lâyıkıyla tamamlanamıyor. Havada asılı kalıyor konuşmalar. Kepenklerimiz kapalı. Suratlar bir karış, mıyıl mıyıl yakınıp duruyoruz. Beklentilerimiz sınırsız ama yaralı parmağa işemek söz konusu olunca herkesin bir işi çıkıyor.

Fikrimiz yok ama her fikri mutlaka çürütecek bir karşı fikrimiz var.

Dünyanın en sıkıcı insanlarıdır, her boku bilen ve daima haklı olan kişiler. Zaman zaman muhatabının ansızın sertleşip bağırıp çağırdığına tanık olursan, bunu onun değişken ruh hallerine vermeden önce en son söylediğin cümleyi ya da yaptığın mimiği hatırlamaya çalış derim.

Belki de anlayamadığımız şu: Sözü kesilen, insan alt benliğinde dünyadaki yerini sorgular. İtilip kakılmışlığı nüksedebilir, birikmiş hınçlar ket vurmalar depreşir. Çünkü dinlemek, takdis etmektir çünkü. Bizler, neredeyse hepimiz, vatandaşlığa buyur edilmeyi bekleyen pasaportsuz turistler gibi dolanıyoruz hayal perdesinde. Kabul belgemiz en umulmadık kişiler (bizi sevenler ve sevgisiyle felç edenler) tarafından gasp edilmiş.

Haklı olması gerekmez muhatabının, sen yine de yorum yapmadan ve yargılamadan dinlemeyi dene bir. Belki o, senin üç saniyede yorumlayıp yanıtladığın konu için kırk yıl kafa patlatmıştır. Onun kırk yıl kafa patlatıp yine de yanıtını bulamadığı soruna üç saniyede yanıt icat etmekteki küstahlığı ve bu küstahlığın taşıdığı örtülü hakareti bir tart kafanda.

En güçlü görünen insan bile bir zamanlar maması başkası tarafından yedirilen, korunmasız, zayıf, altı değiştirilmezse kaşıntıdan azap çeken bir bebekti. Kimsenin üstünde güç denemesi yapma. Sen de bebektin bir zamanlar.

Yıllar çok hızlı geçiyor. Belki o bebek hâlâ oralarda bir yerlerde sürü sepet alışkanlığın, kuru lâkırdının, takıntının, ket vurulmuş tonlarca arzunun, içine sinmeyen yığınla buyruğun altında boğuluyor olabilir. Bir de sen ezme onu düşmansılığınla.

Çünkü dinlememek, pasif saldırganlıktır. Kapat şu cep telefonunu, elindeki işi bırak, karart ekranı, arkana yaslan. Kişilikli olmanın yolu polemikten geçmiyor. En çok da hiç bir şey üretemeyen, kendine bir şahsiyet oluşturamamış ve benliğini olumlu bir kanala yönlendirememiş, hayattan umduğunu bulamamış, kavruk insancıklar eğilimlidir polemik üzerine kurulu tavırlara.

Dünyanın en akıllı insanı bile bir budalanın karşısında ağa yakalanmış hayvan gibi çaresiz kalabilir. Ama bu çaresizlik yine de budalalığın zaferi sayılamaz. Acıklı bir tablodur bu insanlık adına.

Bu kadar çok polemikten fikir zenginliği çıkmaz; nefret, kuyruk acısı, sızı, düşmanlık, bağırtı çağırtı, umutsuzluk çıkar belki. Ve azmanlaşır.

Dinlemeyen insanlardan oluşmuş bir kalabalık içinde yaşıyor oluşumuzun nedeni sadece televizyonlardaki kravatlı gladyatörlerin kameralar önünde birbirlerini lâfla tepeliyor oluşuna bağlanamaz. Ama yine de sosyal yaşamı büyük ölçüde ekran karşısında pineklemeye indirgenmiş toplumun zaten zayıf olan uzlaşma kültürü daha da körelmeye yüz tutmuşsa, bunda birbirini dinlememeye ve sadece kol bükmeye teşne sunucular ve konuşmacılar güruhunun oluşturduğu "açık oturum" kalabalığının ve bu çamurlaşmış pop kültürün de azımsanmayacak bir katkısı olsa gerek.

Okuduğun her polemik yazısı, seyrettiğin -ve farkına bile varamadan içselleştirip taklit ettiğin- her açık oturum, o oturumlardaki negatif duruş, senin puslu bilincini daha da bulandırıp çamurlaştırıyor. Bilinçlenmiyorsun; çok bilmişin teki oluyorsun farkına bile varmadan.

Susmayı dene birkaç saatliğine. Sükunet hoşuna gidecek.

Sanırım bu toplumun sıkı tartışmacılara değil, hepimize ayrı ayrı "haklısın" diyecek Hoca Nasreddin'lere ihtiyacı var.

Yorumlar

Nejdet Bey teşekkürler…

Mehmet Çakoğlu - 10 Mayıs 2018 (10:51)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

100
Derkenar'da     Google'da   ARA