Eve internet geldiğinden beri ihmal etmeye başladığım en güzel şeylerden biri de CNBC-E kanalında yayınlanmakta olan Dawson's Creek dizisi.
Televizyonun namusunu kurtaran az sayıdaki dizi filmden biri Dawson's Creek. Hatta bana göre en iyisi.
İnternet merakım yüzünden bölümlerinin çoğunu maalesef kaçırdım, ama yine de o tatlı çocukların orada olduklarını bilmek insanın içini ferahlatıyor.
Yok yok, haksızlık etmeyelim, "baştan sona bayağılıklardan mürekkep bir "aptal kutusu" denemez televizyona; ekranda çok az da olsa güzel şeyler de var: National Geographic kanalı, Discovery kanalı, CNBC-E kanalının gece kuşağında oynayan film ve diziler, Tv8'deki, NTV'deki, CNNTürk'deki kimi programlar gibi…
Önce bilmeyenler için kısa bir tarif: ABD'nin (sanırım) Boston kenti yakınlarında Capeside adındaki bir sayfiye kasabasında yaşayan lise çağında gençleri anlatıyor bu dizi. Onların ilk aşklarını, "gelecekte ne olacağım?" kaygılarını, parçalanmış ailelerin ortaya saldıkları o körpe insanların yalpalamalarını, küçük bir arkadaş grubundaki grup içi aşklarını vesaire… Bazen buruk bir tebessümle, bazen gözlerimiz dolarak, ama çoğunlukla da dizinin baş kahramanları Dawson, Joey, Pacey, Jen, Jack ve Grams'e sırılsıklam aşık olarak.
Ben çok az filmde iç dünyaların bu kadar incelikli analiz edilebildiğini gördüm. Hiç bir kahraman sığ değil, hepsinin bir iç derinliği var ve hepsine aynı sevecenlikle yaklaşılıyor. Aralarında oluşan gerilimler birbirlerini kıtır kıtır doğramak istemelerinden falan değil, duyarlı kişilikleriyle kılı kırk yaran, hayatı ciddiye alan tabiatlarından kaynaklanıyor. Her biri dünyadaki yerini sorguluyor, tabiri caizse, kral olmaya değil, adam olmaya çalışıyorlar.
Dawson ve Joey birbirlerini tutkuyla seviyor, birbirlerine alabildiğine zarif davranıyor, ama bir türlü aralarındaki kişilik çatışmasını aşıp da mutlu aşka ulaşamıyorlar. Hayır, didişmiyorlar, ikisi de birbirini anlamak için kendini zorluyor beynini kazırcasına; ama olmuyor işte. O kadar ince bir nokta var ki bir araya gelmelerini engelleyen, işte o ince nokta diziyi belki yıllarca zirvede tutabilecek iç gerilimi de hep canlı kılıyor.
Sorun, daha çok Joey'in travmatik kişiliğinden kaynaklanıyor gibi. Annesiz babasız büyümüş, mutsuz bir çocukluk geçirmiş, çocukluk yıllarında göremediği suçlu babasının hapisten çıktıktan sonra da uslanmadığına tanık olmanın sarsıntısını yaşamış Joey'in mutsuz olma korkusu onu hayata karşı hep sakıngan yapıyor; bir zamane Polyanna'sı olan Dawson ne yaparsa yapsın, Joey'in çelikten kabuğunu kıramıyor.
Dawson ve Joey, bir arada ama ayrı olmanın gerilimini azaltmak için başka insanlarla sevgili olmayı deniyor, bazen oluyor, ama ne yaparlarsa yapsınlar, gene de her şeyi belirleyen, birbirlerine karşı duydukları evcilleştirilemeyen, bir kalıba sokulamayan o tutku oluyor.
Pacey, ocukken bir dikkatsizlik sonucu köpeğinin ölümüne neden oldu diye polis babası ve baba mesleğini seçmiş abisi tarafından her fırsatta salak ve sarsak yerine konan oğlan irisi filozof. Onlu yaşlarının ortalarındayken bile karşı cinsi fetih ve talan nesnesi gibi görmeyen, derin sularda dolanan, kendini arayan harika çocuk. Aşçı yamaklığı yaparken bile şövalye gibi dolanıyor ortalıkta, herkeste saygı uyandırıyor.
Jen, önceleri kabına sığmayan bir asiyken, zamanla durulan o sevimli, bebek yüzlü tombik sarışın. Başlangıçta kafayı taktığı Dawson sonradan sevgilisi olduğunda bile hep kendinden önce Joey'i düşünen, arkadaşını incitmekten ödü kopan harika kız. O da tıpkı Joey gibi annesiz babasız, sevilmediğini, bir köşeye atıldığını düşünerek büyümenin verdiği kanayan yaralarla dolanıyor ortalıkta. Ama yine de çoğu yetişkinde olmayan sağduyusu hep doğru olanı gösteriyor güleç Jen'e.
Dizide bir tane de eşcinsel kahraman var: Jack. Fazlasıyla erkeksi adına karşın, alabildiğine ince ruhlu bir genç. Bugüne değin eşcinseller, sinema da dahil, hiç bir eserde bu kadar yansız ve bu kadar içine istihza katılmaksızın anlatılamadı.
Dahası, her biri birer "seks bombası" olabilecek güzellikteki o gençlerin öyküleri hep duyarlık ve kendine karşı dürüstlük ekseni üzerinde ilerledi. Çekiciliklerinin altı hiç çizilmedi. İlişkileri "götürme" düzeyine asla indirgenmedi. Asla "faydacılık" üzerine kurulmadı aralarındaki dostluklar ve aşklar.
Kuşkusuz televizyon dizilerinin öncelikli amacı eğitmek değil, hoşça vakit geçirtmek, bunu biliyoruz; ama bu dizi her ikisini de mükemmel başarıyor. Çizdiği portrelerin ekran karşısındaki seyirci tarafından örnek alınacağının bilincinde olan ve bu nedenle topluma insanca örnekler sunan sanatçılar tarafından yapıldığı belli oluyor. Diziden gözümü ayıramıyorum ve şu yaşımda hâlâ bir şeyler öğreniyorum.
Dawson's Creek dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, bizim ülkemizde de çok seviliyor. Bize Profiler, Just Shoot Me, Married With Children ve Blue gibi birinci sınıf ekran dramalarını seyrettiren CNBC_E kanalına yürekten teşekkür ediyorum. Umarım bu kanal, bu yayın çizgisiyle hep var olur ve onu başkaları da izler.
Dawson's Creek'in birkaç gün evvel izlediğim son bölümünde "büyülendim" desem pek abartı olmaz.
Bölümün tamamı bir yemek masasının etrafında geçiyordu. Altı genç insan, neredeyse kıpırtısız, sadece belli belirsiz bakışlar ve son derece ölçülü, aklı başında sözlerle akşam yemeği yiyor, birbirlerini kırmamaya çabalayarak aralarındaki ufak bir pürüzü çözmeye çalışıyorlardı.
Sorun, dizinin "esas oğlan" ı Dawson'ın hafta sonu gezisinden dizideki bebek yüzlü sarışın Jen ile işi pişirmiş olarak dönmesi ve tam evin kapısında son bir busecik alırken, onları masada bekleyen gruba, ama daha da beteri Dawson'ın derin aşkı Joey'e yakalanışıydı.
O Joey ki, ayıptır söylemesi, kulunuza Nastassja Kinski'ye olan 30 yıllık eriyip bitme serüvenini unutturdu valla. İnsan nasıl bu kadar güzel, bu kadar dişi ve bu kadar sevimli olabilir? Ve nasıl bu kadar iyi oyuncu olunabilir?
"Neden bizde böyle oyuncular çıkmaz?" diye sormuyorum, "neden bizde oyuncularına doğal olmayı, abartmamayı, oyunculuğu seyirlik köy oyununa dönüştürmemeyi öğütleyen yönetmenler pek çıkmaz?" diye soruyorum.
Tabii ki bu sorum havada kalıyor. Böyle sorular akıllı insanlara sorulur.
Aslında başka dizilerde görüp de ayıpladığım bazı şeyler bu dizide de var, ama nedense hiç batmıyor.
Örneğin, ihtiyarlar da dahil herkes tanrılar ve tanrıçalar kadar güzel, en fakirleri bile refah içinde yüzüyor, sıkıntı ettikleri şeyler, bizim buralarda konu diye gündeme bile getirilemeyecek kadar "eften püften". Kahramanları Sıcak Saatler'deki tipler gibi şairane monologlar yapmıyor, ama yine de o lise öğrencilerinin entellektüel düzeyleri bizim senaryocuların ve onların mukavva tiplerinin hepsinden daha yüksek…
İşte tam da bu yüzden seviyorum bu diziyi ve içindeki tüm karakterleri.
Ama dikkat ediniz, "tip" değil, "karakter" diyorum.
Tip, herhangi bir insanî kesitin, bütünlüğünden soyutlanarak tek boyutlu, şematik bir biçimde ele alınmasıyla ortaya çıkarılmış sığ ve abartılı bir kişilik karikatürüdür. Tip, sadece tek bir özelliğiyle öyküye girer ve hep belirlendiği biçimde davranır. Kötü biriyse, hep "kötülük" yapar. İyiyse, insanı güldürecek kadar "iyi" dir. Kerizse, hep keriz, kahramansa hep kahraman…
Mamçakoğlu filmlerindeki Cüneyt Arkın'ın kapıyı açarken bile kapıyı döver gibi açması bundandır; çünkü rol aldığı tüm filmlerde gerçek bir kahramanın değil, en gülüncünden kahraman prototipinin temsilcisidir üstad. O zavallı kapı bilmeden Cüniiyt'e rastlamıştır ve hırpalanarak açılması gerekmektedir. Çünkü o filmlerdeki tüm yan unsurlar, öyküye Cüniiyt'ten dayak yemek üzere girer, yer dayağını, kenara çekilir, sıradaki diğer dayak yiyicilere bırakır sahneyi.
Türkân Şoray yalnızca aşık olunmak için vardır Yeşilçam filmlerinde, Aliye Rona yalnızca aşıkların evlenmesini engellemek, Önder Somer yalnızca evli kadınları baştan çıkarmak, Tecavüzcü Coşkun sadece Belgrad ormanını bekâret kanına bulamak, Hulusi Kentmen ve Münir Özkul babacanlık etmek, Necdet Tosun yalnızca yemek pişirmek, Kemal Sunal yalnızca "eşşoğlueşşek!" demek, Kadir İnanır yalnızca baygın baygın bakmak için sahne alır. Ve memleketimiz sineması sığ senaristlerin ve yüzeysel yönetmenlerin marifetiyle şunca seneden beri "tipoloji sineması" olmaktan bir adım öteye gidemez.
Oysa karakter, herhangi birimiz ne kadar iyi, ne kadar sersem, ne kadar dürüst ya da ne kadar hilekâr isek, o kadar karmaşık, abartısız, kat kat, farklı bir portre çizme çabasının ürünüdür. Bu çaba, her şeyden önce seyircisini "avanak" olarak görmeyen (ve kendisi de avanak olmayan) sinemacılar ve yazarlar gerektirir. Ama ondan da önce, o karakterleri analitik bir gözle inceleyebilecek, anlamaya çalışacak ve anlamayı başarabilecek kapasitede olan beyinleri de zorunlu kılar.
İç derinlikten yoksun biri ne kadar yazar, çizer, besteci olabilirse o kadar sinemacı olabilir. Oysa bizim ülkemizde "hayatında hiç sinema yazısı okumadığını" söyleyebilecek kadar meseleden uzak ve bir o kadar da "duayen" sinemacılar dolanır ortalıkta. Sadece sinema kitabı değil, roman-öykü falan da okumamışlardır. Daha doğrusu "okumayı" sevmezler. Ama ne yazık ki, suyun başını hasbelkader onlar tutmuşlardır ve mesleğin gerçek sevdalılarının yolunu kesmek gibi bir misyona sahiptirler.
Bu ülke ne yazık ki bir çapsızlar bostanı olagelmiştir uzun zamandan beri ve bu çapsızlar kendi varlıklarını "halk ahmaktır, daha iyisinden anlamaz" palavrasıyla meşru kılmaya çalışırlar.
Niye anlamasın ki? Elimizde Amerikan halkının Türk halkından daha zekî ve derin olduğuna dair bir veri var mı? Bildiğim kadarıyla yok. Ama her nasılsa Amerikan dizileriyle Türk (ya da Meksika) dizileri arasında inanılmaz bir zekâ uçurumu olduğunu görüyoruz. Derkenar web dergisinin okurları arasında "Batılılar üstün ırk, biz aptal ırkız" diye düşünecek gerzekler olmadığını var sayarak diğer şıkka geçelim: Buralarda köprü başları her nasılsa kifayetsiz muhterislerin tekelinde. Nedense, bizimki gibi ülkelerde, kötü para iyi parayı, yarım akıl tam aklı kovuyor.
Bunun olası sebepleri ne olabilir?
Kişisel var sayımım, az yukarıda değindiğim gibi, memleketin tersanelerinin ve film stüdyolarının ne yazık ki aç gözlü çapsızlar tarafından muhasara edilmiş oluşu.
Müstevlîler kirli emellerine ulaşmış gibi görünüyor.
Ama yine de bu ülkede eser miktarda da olsa, doğru düzgün televizyon dizisi ve sinema filmi yapıldı ve pekalâ beğenildi.
Peki, onları sadece Amerikalılar mı seyretti?
Yooo, biz seyrettik. Hamal çakal, bakkal çakkal, ev kadını…
Dahası, o kaliteli diziler yapımcılarına ve kanallarına esaslı paralar da kazandırdılar. Reklam gelirleri çok yüksek oldu.
Peki nedir o zaman ekranlardaki bu gerzeklik furyası? Olayların 6-12 yaş zekâ düzeyinde kurgulandığı, dürüstlerin mantıksızlık derecesinde "dürüst" ve kötülerin gülünç derecede "kötü" olduğu, her ayrıntısından had safhada yapmacıklık akan, kırk yıllık tiyatrocuların bile akıl almaz bir amatörlük sergilediği, her sahnesinden, meme, popo, ahlâkî çöküntü, entrika, nefret, bağırtı çağırtı, cinayet fışkıran, hepsi de sanki hep aynı alık tarafından çekiliyormuş izlenimi uyandıran müsamere benzeri yerli diziler kalabalığı?
Yıllardan beri televizyonlara bir program yapabilmenin yolunun televizyon yöneticilerine avanta ve rüşvet yedirmekten geçtiği söylenir. Acaba bu berbatlığın topal ayaklarından biri de burada yatıyor olmasın?
Yıllar önce "sinemaya neden yatırım yapmıyorsunuz?" diye sorduğum bayaa büyük bir kapitalist, "batsın Türk sineması!" demiş ve şöyle devam etmişti:
"Onlar yıllarca biz zenginleri kötü kişiler olarak gösterdiler!"
Kısmen cahilce, ama kısmen de haklı bir öfkeydi bu. Taşradaki hacıağa sermayeciye sevimli görünmek için İstanbul'daki kentli burjuvaziyi tefessüh etmiş bir reziller güruhuymuş gibi karikatürize eden Yeşilçam, kendi ipini taa o yıllarda kendisi çekmişti. O nedenle Türk sinemasının starları bir iki istisna dışında hiç bir zaman sermaye sınıfı tarafından kabul görmemiş, bir iki tanesi ancak metres olarak yer alabilmişlerdi zengin katmanlarda.
Ne zaman bu ülkenin sinemasını eleştirseniz mazeret hep aynı: "Para yok". Peki, Dawson's Creek'de o gencecik oyuncuların çizdiği şematizmden uzak, abartısız, alabildiğine doğal portrelerin, yine alabildiğine derin ve incelikli senaryoların tek açıklaması Hollywood'un muazzam sermayesi mi?
Neden o zaman Nuri Bilge Ceylan cep harçlığıyla çektiği Mayıs Sıkıntısı filmiyle dünya festivallerinde ödül üstüne ödül alıyor?
Mahallenin Muhtarları dizisindeki o tahammül ötesi şarkılar, o akıl almaz sığlıktaki tipler bu ülkede daha iyi müzisyenler, daha yetenekli öykücüler olmadığı için mi o kadar berbat?
Kamera karşısında kazık yutmuş gibi dikilen, cümleleri yanlış vurgulayan aktörler, kabak aydınlatma, ruhsuz kamera açıları, hatalı kurgu, hiç susmayan fon müziği, aktörlerin bir çırpıda söyleyemeyeceği uzun ve kitabî dialog metinleri, çadır tiyatrosu benzeri mizansenler, pırıltısız senaryolar hep sınırlı bütçelerden dolayı mı bu kadar acınacak düzeyde?
Güya Amerikan dizilerini taklit ediyor bizim gerzekler, ama bakar kör gibiler. O taklit etmeyi bile beceremedikleri başarılı polisiye dizilerinin hangisinde böyle deli danalar gibi sağa sola koşuşturmalar ve lüzumsuz bağrışmalar var? Bu kadar negativite, bu kadar düşmansılık, hangi iyi dizide var? Neden "gerilim" denince bizim moloz dizi filmcilerin aklına sadece mahalle karısı çemkirmesi geliyor?
Yoksa Türkiye televizyonları sürü sepet Ed Wood benzeriyle mi dolu?
Bilirsiniz, Ed Wood tüm zamanların en berbat sinema yönetmeni olarak bilinir. her şeyi yalapşap yapan, ama yaptığı her şeyi "gayet başarılı" bulan, yetersizliğinin farkında olmayan bir yönetmen prototipidir.
Bir zamanlar mizah dergilerinde falan yazıp çizerdik hepimiz. Piyasa genişti, en dandik mizahçıya bile yer vardı. Ama buna rağmen o zamanlar o dergilerde dikiş tutturamayanlardan bazıları, en çapsız olanlar, kendilerine yeni yeni palazlanmakta olan televizyonlarda ekmek aradılar. Onları oraya yönlendiren neden, kıt yetenekli ve soluksuz, ama bunu kabullenmeyecek ve yarıştan çekilmeyecek kadar da hırslı oluşlarıydı.
Onlar hayatları boyunca hangi alana el atsalar harcıalem, vasatın bile çok altında işlere imza attılar. Ama eser yaratma konusunda gösteremedikleri pırıltıyı "pazarlama" konusunda gösterdiler. Kendilerini kendilerinden kat be kat cahil ve çapsız olan medya patron ve yöneticilerine pek matah bir şeylermiş gibi pazarladılar ve bugün bunun rantını yiyorlar.
Sonuç ise ortada: Berbat ötesi bir ekran manzarası.
Şimdi onlar artık birer televizyon ağası. Ve bizler ekranlarda bir şeyler yapmak istersek, projelerimizi onlara götürmek ve beğendirmek zorundayız.
Yetenek fıkaralarının kıskandıkları ustalardan intikamıdır bu manzara. Trilyonluk yatlarından villâlarından bizim gibi dışlanmışlara bakıp "naabeeer, adam olamadım ama kral oldum" diyor olmalılar.
Hakkaten de bir halt olamadılar, ola ola "köşe" oldular. Sonradan görme bir drama zengini ağalar kastı oluşturdular ve kendilerinden daha pırıltılı olan herkese karşı domuz topu gibi birleşerek ve de fırsatını yakaladıkça da birbirlerinin kuyusunu kazarak ortalıkta dolanıp duruyorlar. Talan ekonomisinin mukavva starları onlar. Bu kast'ın bir tane bile kalıcı eser ortaya koyduklarına tanık olmadık. Her nasılsa aradan fırlayan tek tük iyi örnekler de onlara rağmen yapılabildi.
Bizler onların çektikleri dizileri, haber bültenlerini, tartışma ve eğlence programlarını izliyor ya da belki izlemiyoruz. Zaten umurlarında da değiliz, görünen şu ki, onlar işi "yukarıdan" bağlıyorlar.
Memleketimizde Dawson's Creek çapında bir dizi yapılamıyor oluşunun arkasında yatan neden, böyle dizileri anlayacak kapasitede bir seyircinin olmayışı değil, böyle dizileri yapabilecek çaptaki sanatçıların sessizlik suikastlerine kurban ediliyor oluşudur.
Çünkü onlar çok iyi biliyor ki, günün birinde topyekûn gidecekler ve bir daha esamileri bile okunmayacak. Şu dar vakitte ne "götürseler" kâr.
Bu dizi hakkındaki duygu ve düşüncelerimi yıllardır yeri geldikçe etrafımdakilere anlatmaya çalışırdım. Tekrarlarını izlediğim şu günlerde soranlara artık bu yazıyı okumalarını tavsiye etmem yetecek. Böylesi derinliği ve güzel karakterleri barındıran diziler bugün bile sayılı malesef.
Betül - 12 Ağustos 2009 (13:02)
Hocam çok sevdiğim bir diziydi. Bende seyrederdim DAWSON CREEKİ. Kavak yelleri adlı dizi yapımcıları resmen dawson creeki taklit etmişler ama olmamış hocam. Yapımcılarımızın ve oyuncularımızın çok okuması, hayal güçlerini kullanması şart. Ben hiç yerli dizi seyretmiyorum çünkü çok basit geliyor. İzleyenlerede şaşıyorum doğrusu.
Melahat - 25 Nisan 2011 (16:11)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.