Bundan 30 yıl evvel, pire berber deve tellâl iken, 1 Şubat 1979 günü, Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi bugün bile birçok sırrı içinde barındırdığı izlenimini veren bir suikastle ortadan kaldırıldı.
Abdi İpekçi'siz bir matbuat, sadece Milliyet gazetesi için değil, o vakitler "Babıali" diye adlandırılan ve şimdi artık "medya" diyerek tam sayıya yuvarladığımız memleket matbuatı için de derin anlamlar taşımakta. Gazetelerin meslekî kalite açısından topyekûn irtifa kaybetmeye başlamasının dönüm noktasıdır çoğu kişiye göre onun ölümü.
Siyasi iktidarlar ve ekonomik manevralar karşısında bağımsızlığını koruyabilen, güvenilir, ciddi, saygın yayıncılık anlayışı, Abdi İpekçi sonrasında yavaş yavaş kaybolmaya yüz tuttu. Onun kadar karizmatik olmayan, bastıkları zeminin her an altlarından kayabileceği endişesiyle lastik gibi eğilip bükülebilen yayın yönetmenleri dönemi başladı. Bu hırslı çocuklar, hasbelkader oturtuldukları koltuklarını koruyabilmek adına, gazetecilik etiğinden ve temel insanî değerlerden fütursuzca yan çizebildiler.
O dönemi yakından yaşayanların anlattıklarına kendi kişisel gözlemlerimi de katarak, bu kritik sürecin arka planına bir nebze olsun ışık tutabilmek isterim.
Milliyet'in sahibi Ercüment Karacan, sağ-sol kavgasının en yoğun olduğu o günlerde kimilerine göre "bu kaotik ortamda benim başıma da bir iş gelir mi?" paranoyasına kapıldığı için, kimilerine göre genç zevcesi Semiramis Hanım'ın "Londra'ya yerleşelim, orada yaşayalım" ısrarlarına dayanamadığı için, kimilerine göre de gazeteyi yönetecek Abdi İpekçi çapında bir yayın yönetmenini bulamadığı için, Milliyet'i o güne kadar adı pek işitilmemiş bir iş adamına satmıştı.
Kayda geçen bilgilere göre, ilk zamanlar bu satış gizli tutuldu. Gazetenin hisselerinin yüzde 85'i başka bir iş adamına geçtiği halde, künyede "patron" olarak -nedense- hâlâ Ercüment Karacan'ın adı görülüyordu.
Bir yıl kadar devam etti bu muvazaalı geçiş süreci. Gazetesini çoktan elden çıkardığı halde, kendisine "gazeteyi satmayı mı düşünüyorsunuz?" diye soran yazı işleri çalışanlarına "yok yahu, nereden çıkarıyorsunuz" diye kibarca posta koyuyordu Ercüment Karacan. Hatta bu satışı o sıralarda Amerika'da kendi çabasıyla gazetecilik stajı yapan ve zamanı geldiğinde gazetenin başına geçmeyi ümit eden büyük oğlu Ali Karacan'dan bile gizlediği söyleniyordu.
Basın-yayın organlarının el değiştirmesi, şimdiki gibi sokaktaki insanı ilgilendiren hadisattan sayılmazdı o yıllarda. Milliyet'in sessiz sedasız sahip değiştirmesi de toplumun Babıali emekçileri dışında kalan kesiminin umurunda olmadı, o günlerin hayhuyu içinde kaynadı gitti.
Zikrettiğim gibi, memleketin başına "sağ-sol kavgası" dedikleri bir musibet çökmüştü, kan gövdeyi götürüyordu. Herkes kendi meşrebine uygun birtakım şeylerin beklentisi içindeydi.
O şeylerden en çok umulanı oldu netekim. Bir sabah paşalar yönetime el koydu. 12 Eylül dönemi denen üniformalı kâbus çöktü memleketin üstüne.
Sıkıyönetim altındaki İstanbul sokaklarında tüfekli jandarmalar, cemseler, kapalı mekânlarda baskınlar, işkenceler ve korku kol geziyordu artık.
Kıyamete kadar sürmesi temenni edilen yeni bir kamu nizamının başlangıcıydı bu süreç. Kalıcı olması arzulanan bu totaliter nizam anayasal teminat altına alınıyordu.
Medya desteği olmadan tamamlanamazdı tabii ki bu iş.
Milliyet'in Cağaloğlu semtindeki o zamanki binası şimdiki plazalardan çok farklıydı. Sıcak bir ortamdı her şeyden önce, cesametiyle insanı ezmezdi. Kapalıçarşı'nın Nuruosmaniye girişine çok yakın, öğrencilerin, turistlerin, halıcı dükkânlarının, sokak satıcılarının birbirine karıştığı işlek bir sokağa bakardı. Gösterişsiz fakat sempatik bir binaydı.
Sokak kapısından içeri girince, biraz karşıda, sağda, tatlı bir kavisle üst katlara çıkan ferah bir merdiveni vardı. Bir de bu merdiven boşluğunun ortasında duran ufak asansör. Ya onunla ya da diğeriyle çıkılırdı üst katlara.
Binanın giriş katında, asansörün kapısının cıvarında ortalıkta dolanan -odacı mı güvenlikçi mi olduklarını pek kestiremediğim- birkaç görevli bulunurdu hep. Gün boyu gireni çıkanı göz hapsinde tutar, mühim birisi belirdiğinde ceketlerinin önünü ilikleyerek sebilhane bardakları gibi kapının iki yanına dizilirlerdi.
Bir gün o minik asansörün kapısından içeri girerken bu adamlardan bir iki tanesi "hoop hoop" diyerek koluma yapıştılar.
Biraz tuhafıma gitti. Durakladım. Ne olduğunu anlayamıyorum. Adamlar temsilî milis kuvvetleri gibi kollarımdan çekiştirerek bir ayağımı içeriye attığım asansörden dışarı uğratmaya çalışıyorlar.
- Hop! Geri bas! Boşalt asansörü!
Ültimatom karşısında uysal davranmaya pek alışık değilim sanırım. Üstüne çok genç olmanın verdiği parlamaya mütemail kişiliği de ekle. Nasıl bir tavırla "basın gidin" dedimse, adamlar afallayıp geri çekildiler.
Tam çıkacağım katın düğmesine basacakken asansörün kapısı bir kez daha açıldı. Gür siyah saçlı esmer bir adam, saygıyla yaka ilikleyen az önceki meydancıların arasından geçerek içeri girdi.
"Müdürlerden biridir her halde. Ya da belki hatırlı bir konuk. Belli ki, asansörde bu şahısa yer açmaya çalışıyormuş hıyarlar" diye düşündüm.
Korkulacak biri olmadığımı anlasın da rahatlasın diye "günaydın" dedim, mühim şahıs cevap vermedi. "Kaçıncı kata çıkacaksınız" diye sordum, surat asarak isteksizce "üç" dedi.
"Ben dörde çıkıyorum" dedim. Önce o ineceği için üçüncü katın düğmesine bastım.
Ufak asansör katları gıcırdayarak çıkarken konuşmadık. Yol arkadaşım asansördeki varlığımdan rahatsız gibi. Pek resmî. Yüzüme bile bakmıyor. İneceği kata geldiğinde gene yüzüme bakmadan çıktı gitti asansörden. Arkasından "iyi günler" diye seslendim, ona da cevap vermedi, sözüm boşlukta asılı kaldı.
Daha sonra bir yerlerde fotografını görünce tanıdım onu. Meğer Milliyet'in yeni patronu Aydın Doğan'mış. Bilmeden sayın patronla aynı asansöre sığışmak gibi bir kendini bilmezlik yapmışım.
Milliyet'in el değiştirdiği zamanla Babıalî'de duyuldu. Müstehzî yorumlar yapıldı bir zaman. Gazeteci milleti biraz snob. Çiçeği burnunda patron Aydın Doğan görmeye alıştıkları gazete sahibi tipine pek uymuyor. Görüntü itibariyle biraz taşralı, esmer, ablak, sîma ve vücut olarak küt hatlara sahip, sokakta yanından geçse kimdir diye merak etmeyeceğin tipte biri. Hani -ayıptır söylemesi- sırtındaki o pahalı giysiler olmasa, matbaadaki kâğıt bobini taşıyan emekçi kardeşlerimizden pek ayırt edilemez. Haliyle bilmem kaç göbekten burjuva, kültürlü, karizmatik, yakışıklı Ercüment Karacan'ın yerini alan bu taşralı patrona epeyce bir zaman tepeden bakıldı o vakitler.
İlk zamanlar yazı işleri katına bile inemediği, eski patron Ercüment Bey'den bu geçiş döneminde -çalışanlar kendisine alışana kadar- orada kalıp tepkileri yumuşatmasını rica ettiği konuşuldu. Maaş ödediği kişiler tarafından bile küçümseme ve istiskal kokan ifadelerle karşılanan, yüz verilmeyen bir basın patronu olarak belleklere kazındı ilk zamanlar Aydın Doğan.
(İroni mi arıyorsun? Buyur. Daha sonra, tip olarak onu andıran insanları "bidon kafalı" diye aşağılayan çiğ sebzeleri sütun yazarı payesiyle ödüllendirip adam sırasına katan da yine kendisi oldu.)
Dedim ya, halktan birine benziyordu. Basın patronluğunun ilk zamanlarında sadece kendi personeli değil, diğer gazetelerin çalışanları ve yöneticileri de Aydın Doğan'a uzun zaman ısınamadılar. Gazeteci jargonunda adı "sirkeci sermayesi" idi. Milliyet'i almadan önce İstanbul'un Sirkeci semtinde oto galerisi işletmiş olması, üstüne yafta gibi yapıştırılmıştı.
Başlangıçta Koç bayisiymiş, araba lastiği falan satarmış. Sonra Şahinler Serçeler falan satmaya başlamış. Hem de özel imtiyazla. Piyasada bulunamazken bir tek onun galerisinden alınabiliyormuş o arabalar. Koç ailesi -büyük damat Can Kıraç aracılığıyla- elinden tutmuş, "yürü yâ kulum" demiş, Aydın Doğan babadan kalan mütevazı sermayeyi böyle böyle büyütüp devleştirmiş.
Onun basın camiasında dikiş tutturabileceğine ihtimal veren pek fazla kimse yoktu ilk zamanlar. Küçümsenmeye dayanamaz, hevesi kaçar, satar gider zannediliyordu. Hatta bir gazete satın alabilecek sermayeye aslında sahip olmadığı, Milliyet'in perde arkasındaki Koç Holding tarafından alındığı ve Aydın Doğan'ın bu grubun truva atı olduğu düşünülüyor, işin altında bit yeniği aranıyordu.
Bugün bile hâlâ bu varsayıma inanan pek çok kişi var.
70'li yılların ortalarında, Milliyet'e ilk takılmaya başladığım sıralarda, gazetenin en üst katındaki lokantada papyon kravatlı garsonlar yemekleri çalışanların önüne seramik tabaklarda koyarlardı. Ercüment Karacan standardıydı bu. İnsan o masada yemek yerken kendini seçkin biri gibi hissederdi. (Borsa lokantasının aşçıları ve garsonlarıydı galiba oradaki personel.)
Beş yıl sonra gene yolum düştü oraya. Milliyet artık Aydın Doğan'ın gazetesiydi. Gördüm ki o zarif servis, kibar garsonlar ve aşçılar gitmiş, yerine fabrika düzeniyle sıraya girilip krom tabaklara kepçelerle konulan tabldot usulü gelmiş. Beş yıl öncesinin lüks lokantası sıradan bir "yemekhane" olmuş. Eh, bu da deyim yerindeyse, "sirkeci sermayesi" standardı.
Sonra sendika şutlandı gazeteden. İşyerinde örgütlü işçi istemezmiş Aydın Doğan. Açıkça rest çektiği ve her toplu sözleşme zamanı "kafam kızarsa gazeteyi kapatır, binayı da iş hanı olarak kiraya veririm" diye tehdit ettiği konuşuldu Babıalî kulislerinde.
Aslına bakarsan, tehdit etmesine gerek yoktu. Sendika başkanı onun gazetesindeki maaşlı bir yazı işleri çalışanıydı zaten. Yılın onbir ayı karşısında yaka ilikleyip "başüstüne" dediği kişiyle toplu sözleşme masasına oturduğunda horozlanacak değildi her halde. Sendika denen şeye karşı antipati hisleriyle dolu olan patronuyla, toplu sözleşme görüşmelerinde eşit konumdaki bir sendikacı olarak değil, sıfat değiştirmiş bir emir kulu olarak "pazarlık" ediyor, muhtemelen patronun gönlünden ne koparsa onunla yetinmek zorunda kalıyordu.
Basın emekçilerinin hakları böyle savunuluyordu sendika tarafından.
Devir 12 Eylül devri. Darbe sonrası sendikal faaliyetler zaten uzun süre askıya alınmış. Tekrar izin verildiğinde ise lâftan ibaret korkuluklara dönüşmüş çoğu.
Üyelerini "işçiden yana" olduğuna inandıramayan mülayim sendikayı gazetesinden kazıyıp atmak belli ki zor olmadı Aydın Doğan için. Onun başlattığı bu sendikasızlaştırma atağı kısa zamanda diğer gazete patronlarının da gözünü açtı. Birer ikişer katıldılar kervana ve onlar da benzer yöntemlerle sendikalı işçileri kendi işyerlerinden sepetlediler. Basın çalışanları o süreçte neredeyse topyekûn sendikasızlaştırıldı.
Tüm ipler patronların ve üst düzey yöneticilerin elindeydi artık. İstediklerini zengin edebiliyor, kudrete ve imtiyaza boğuyor, istemediklerini hiç bir risk almadan kapının önüne koyabiliyorlardı.
Ne var ki, sendikayla birlikte özgür düşünce de tehcir edilmiş oldu Türk basınından. Basın'ın iç işleyişini eleştirmek meslekî anlamda intiharla eşdeğer hale geldi. Bağımsız ve efendisiz gazetecileriden kalan boşluk, emir kullarıyla, kelle avcılarıyla, holding fedaileriyle dolduruldu. Yeni bir gazeteci türü yükseldi yavaş yavaş: Astronomik maaşlı ve müesseseye göbekten bağımlı. Holding patronunun ihsanlarıyla yiyip içen, gezip tozan, konfor bağımlısı ve bu konfora sahip olamayanları hakir gören "besleme" sütun yazarları türedi.
Efendim, Hürriyet gazetesinin genel yayın müdürü Çetin Emeç, 1990 tarihinde evinin önünde uğradığı silâhlı suikast sonucu yaşamını yitirdi. Cinayetin failleri bulunamadığı gibi, nedeni de hâlâ aydınlatılamadı.
Hürriyet gazetesi, şimdikini bulana kadar birkaç yayın yönetmeni değiştirip yoluna devam etti. Yıllar öylece geçip gitti.
Derken, Babıali'yi terkedeceği zannedilen Aydın Doğan, terk etmek şöyle dursun, kıyamete kadar Simavî ailesinin malı olacağı zannedilen Hürriyet'i de -1994 yılında- fiyatı neyse ödeyip aldı. Bir kez daha şaşırdı kaldı Babıalî ahalisi.
Ardından mutad yorumlar yapıldı; "Hürriyet'i satın alan aslında Koç Holding, Aydın Doğan sadece vitrin süsü" dedi birçok kişi.
Burada -haddim olmayarak- kişisel bir hatıra nakletme zarureti doğuyor.
O günlerde Koç ailesinin bir ferdî olan (rahmetli) Sevgi Gönül'den bir sohbet sırasında "beyler paşalar kimlere kaldı köşeler" lâfını işittiğimi anımsıyorum.
Merak edip sormuştum o zaman:
- Beyler paşalar derken kimi kastediyorsunuz?
- Kim olacak? Bak…
Eliyle masanın üzerindeki bir günlük gazeteyi göstermişti. Manşette o günün başbakanı (ya Mesut ya Tansu), bir yanında Aydın Doğan, diğer yanında Dinç Bilgin.
- Eskiden böyle fotograflarda başbakanın bir yanında babam (Vehbi Koç) diğer yanında Sakıp Bey olurdu. Şimdi devran değişti, bunlar var.
Konu açılmışken ona Aydın Doğan'ın aslında Koç sermayesinin temsilcisi olarak bu gazeteleri satın aldığına inanıldığından bahsetmiştim.
İtiraz etmişti. Özetle, demişti ki:
- Katiyen doğru değil. Aslında biz kardeşler, hepimiz, basın sektörüne girmeyi istiyoruz. Ama babamı ikna edemiyoruz. Size hakkımı helâl etmem diyor, kestirip atıyor.
İşin aslı, Vehbi Koç, siyasetten uzak görünmeye dikkat edermiş. Zamanında Demokrat Parti'ye karşı Halk Partisini desteklediği için punduna getirilip Ankara'da bir günlüğüne gözaltına alınmış. Bundan kendince bir ders çıkarmış olmalı ki, o günden sonra da ne kendisi ne de çocukları bir daha böyle bir şey yaşamasın diye siyasî partilere hep eşit mesafede durmayı ve -hâlâ öyle midir, bilmiyorum- eşit miktarda para yardımı yapmayı adet haline getirmiş. Basın sektörüne girmeyi asla istememiş. Çocuklarına da girmemelerini vasiyet etmiş.
Aydın Doğan'ın basına girdiği dönemde Babıalî'nin kıdemli patronları birer birer terkediyorlardı bu sektörü. Korkuyorlardı belki de. En yakın çalışanlarını ürkütücü bir biçimde kaybeden bu yaşlı ve yorgun adamlar hayatlarının son yıllarını bunalmadan, ecel terleri dökmeden geçirebilmek için, ateşten gömlek haline gelen gazetelerini elden çıkarmayı uygun buluyorlardı.
Farklı nedenler öne sürenler de vardı tabii ki…
Hürriyet'i Aydın Doğan'a sattıktan sonra yapılan bir röportajda, eski sahibi Erol Simavî -aklımda kaldığı kadarıyla- şöyle anlatmıştı gazetesini satma nedenini:
- Ben artık yaşlandım. Gazeteyi oğlum Sedat'a bırakmayı hayal ettim şu zamana kadar. İstedim ki, kurucu Sedat Simavî'nin adını torun Sedat Simavî yaşatsın. Onu bu iş için yetiştirmeye, gazeteciliği ona sevdirmeye çabaladım. Ama oğlum kırk yaşını geçtiği halde bir türlü bu sorumluluğu alacak olgunluğa ulaşamadı. Hep aklı havada bir zengin çocuğu olarak kaldı. Tuttu, kolejdeki Fransızca hocasını müesssesenin başına getirdi; kendisi de günlerini elinde olta, köşkün yüzme havuzunda balık avlayarak geçirdi. Müesseseye müdür diye getirdiği o adam da gazetenin gelirlerini kafasına göre bir güzel "yönetti". Zor kurtardık gazeteyi bu adamın elinden. Ne yapayım şimdi ben? Doğal varisim böyle işe yaramaz çıkınca onca yıllık aile şirketimizi satmaktan başka çarem kalmadı.
O böyle anlatsa da, meslektaşı Ercüment Karacan gibi onun da bir şeylerden korktuğu için elindeki sıcak patatesten (Hürriyet'ten) kurtulmak istediğine kanaat getirdi birçok kişi.
Bu gibi işlere sadece işin ticaret yanıyla bakan, bütünü gözden kaçırır. Bizimki gibi para ve siyaset piyasasının fütursuzca manipüle edilebildiği bir ülkede gazete patronu olmak, aynı zamanda hem cesaret sınavı hem de ahir zaman padişahlığı olarak algılanmalıdır.
Günlük gazeteleri satın almaya -ve bu yoldan güç piramidinde daha yukarılara sıçramaya- heveslenen pek çok iş adamı çıkar kuşkusuz. Ama sonuç itibariyle 1994 yılında o ipi göğüsleyen en girişken sermaye sahibi Aydın Doğan çıktı ve ülkenin-devlet katında- en prestijli gazetesinin sahibi oldu. Bu alışverişi yaparken "derin odaklarla başım derde girer mi girmez mi" diye korkup korkmadığını, korktuysa kendini bir biçimde sağlama alıp almadığını bilemiyoruz. Ama öyle görünüyor ki, onu bugünkü sıkıntılı duruma sokan kudret ve imtiyaz tutkusu, özellikle Hürriyet'in patronu olduktan sonra keskin bir yükseliş eğrisine girdi.
Artık "amiral gemisinin" de patronuydu Aydın Doğan ve gazetedeki ofisine çıkmak için sadece kendisinin kullanımına tahsis edilmiş hususi bir asansörünün olduğu söyleniyordu.
Tesadüfe bak, o sıralarda ben de Hürriyet'te çalıştım iki yıllığına.
Hayır, bir kez daha Aydın Doğan'la aynı asansöre binmedim. Kimin haddine? Orada çalıştığım iki yıl boyunca, yeri tarif edildiği halde, giriş kapısını görmeyi dahi başaramadım o gizemli asansörün.
(Bana kalırsa, o asansöre Ertuğrul Özkök bile binememiştir.)
Ama Milliyet'teki asansör olayını bir biçimde hatırlatan küçük bir olay hatırlıyorum gene de.
Hürriyet artık Cağaloğlu'ndaki cephesi rölyefli eski binasında değil, İkitelli diye bir sanayi bölgesinde, halen bulunduğu kentten uzak füme cam kaplı bir binada yapılıp ediliyordu. Orada çalışacak olanın -servis otobüsüne binmek istemiyorsa- araba sahibi olması gerekiyordu.
Benim de vardı o aralar iyi kötü bir otomobilim. Bir gün, bu otomobille gazetenin nizamiye kapısından giriş yaparken kravatlı ve silâhlı birilerinin koşarak üzerime doğru geldiğini gördüm. Elleriyle kollarıyla uyarıyor, bağıra çağıra bir şeyler söylüyorlardı.
Camı indirdim…
- Ne var?
- Kenara çek çabuk! Yolu aç! Aydın Bey gazeteye giriş yapacak!
Ters tarafıma gelmiş olmalı ki gene diklendim.
- Söyleyin Aydın Bey'e, beklesin. Şu anda Necdet Bey giriş yapıyor.
Adamlar afallayıp durakladılar. Bu cürete anlam veremediler belli ki. Üç beş saniyelik tereddütten sonra yolumdan çekildiler, içeri girdim.
Biliyorum düdük herifin koşup "Aydın Beey, şuradaki yerli arabaya binen ecir sizin için böyle böyle dedi" diye haber uçurmayacağını. Maddeten değilse de manen tuzum kuru, bekçi finosuyla dalgamı geçiyorum.
Tabii bir de şu var; o gazetede yazıp çiziyor olmak içimi daraltıyor, basıp gitmek için bir neden arıyorum.
O sıralar gazetede onuncu yılını dolduran çalışanlara plaket falan verilen bir tören yapıldı. Mal sahibi sıfatıyla Aydın Doğan da teşrif edecekti bu törene. Törenin sunuculuğu gazetenin yan kuruluşu olan radyonun spikerlerinden biri yapacaktı.
Tören öncesindeki kokteylde bir ara yanıma gelen Ertuğrul Özkök'e takıldım:
- Ben sunayım mı şu ödül törenini? Daha renkli bir tören olur.
Özkök sözlerimdeki imayı kavradı.
- Allah göstermesin. Senin o mikrofonu kaptığında neler söyleyebileceğini düşünmek bile istemem.
Gel zaman git zaman… Pire berber, deve tellâl, gazeteler kesekâğıdı… Biraz gecikmeli -ve şeklen değişik- de olsa bir mikrofonum var elimde şimdi. Bakalım neler söylermişim?
Ben, necdettin yançizer. Yakın akrabalarımın gözünde işsiz, kendi gözümde zamanımın ve kelâmımın efendisi. Her zaman olduğu gibi bilgisayarımın başındayım.
Ayağımda terliklerim, masamda dumanı tüten bir kahve fincanı.
Dışarıda ılık bir sonbahar ikindisi. Bahçedeki begonvilin çiçekleri, filbahrinin, dut ağacının yaprakları ters açıdan vuran güneş ışığıyla vitraylaşmış, ışıl ışıl ışıldıyor.
Kargalar yerdeki cevizleri kapıp yüksekten betona bırakıyor. Kabuk kırılırsa ne âlâ, içini açıp yiyorlar. Kırılmazsa haydi bir daha…
Kedilerimden biri yanımdaki iskemlede dışarıyı dinleyerek uyukluyor, diğeri balkonun güneş alan ucunda sotaya yatmış. İkisinin de aklı bahçedeki cıvıldaşan kuşlarda. Ellerine geçirirlerse affetmeyeceklerini bildiğimden, hem yazıyor hem de -niyeti bozmaları halinde engel olmak için- çaktırmadan onları göz hapsinde tutuyorum.
Bu öğleden sonrayı da aylardan beri yazıp bozduğum ama bir türlü "oldu" deyip yayına koyamadığım bu yazıyı mıncıklayarak geçiriyorum.
Bu yazıda içime sinmeyen taraf neresi acaba? Kudretinden sual olunamaz bir medya padişahının cemaziyelevvelini anlatmaya çalışırken, aynı zamanda kendiminkinden de bahsediyor oluşum mu?
Ne çıkar? Çoğunlukla böyle yapılmaz mı zaten? Yazdığımız öykülere kendi hayatımızdan da bir şeyler sinmedikten sonra, yazmak denen iş ticaretten gayrı nedir?
Sanırım üzerimde yine de belli belirsiz bir baskı var. Her ne kadar sirkeyi sarımsağı hesap etmeden gönlümden geldiği gibi yazıyor olsam da, yazılanları "neresinde bir falso yakalayabilirim" diyerek okuyan birileri de var.
Dışarıda gürül gürül akan bir hayat. Kuş bıcırtıları. Bahçemdeki yaprakların "boşver dünyanın kirini pasını, sadece beni seyret ve başka şey düşünme" diyen çağrısı. Herhalde bu dinginliğin ortasında günlerimi plaza basınının insanlarına dair ıvır zıvır ayrıntıları yâd edip durarak geçirmiyorumdur. O zaman niye hâlâ bu tereddüt?
Son günlerde Türkiye'nin gündemini dikkat çekici bir biçimde işgal eden Aydın Doğan'ı kendi zaviyemden yazma ihtiyacı duyup da klavye karşısına oturduğumda, ufak tefek anılar oradan buradan sökün edip giriverdiler satır aralarına. Yazarken bana ilginçmiş gibi göründüler. Gene de bazılarını sildim attım sonra. Esirgedim okurumdan, ruhu çamurlaşmış birilerinin diline sakız olmasınlar diye.
Diğer yandan da kulak tozumda asılı kalmış şu fısıltıyı bir türlü hakkıyla yanıtlayıp da bu uzun anlatıyı arşive gömüp unutmayı başaramadım:
- Yaşadığımız dünyaya çoğunlukla çatışmacı bir kalıptan bakan bura insanının, Aydın Doğan konusunu da "dost kuvvetler / düşman kuvvetler" prensibiyle ele alışındaki çarpıklık es geçilebilecek bir konu mudur?
Medyanın yüzde 85'lik bölümünü kontrol edebilen ve sahip olduğu bu gücü bugüne kadar hoyratça kullanmış olan bir medya patronuna şimdi maliye ve yargı yoluyla hesap sorulabiliyor olmasını "şeriatçı kadrolaşmanın" bir parçası diye algılayabilen memleket okuryazarının içinde bulunduğu anlama kütlüğüne karşı kayıtsız mı kalmalıyım?
Bana bu uzun yazıyı yazdıran nedenin, her bir delikten fışkıran toplum mühendisliği girişimlerine karşı karınca kararınca direnmek olduğunu her ne kadar ben bilsem de, kafası almayanlar çıkabilir. Kamuya açık bir alanda görüş açıklamanın ne kadar kılıçtan keskin bir iş olduğunu gözden ırak tutamıyorum. Bir yanda "oralarda barınamamış, kuyruk acısı var" diyecek olanlar, diğer yanda "ben çok önemliyim demek için bu kadar şey yazılır mı, ne ayıp yaa" diyecek olanlar. Bir sürü kalın kafalı dümbelek ve onlardan gelen manevî şiddet.
Oysa biliyorum ki, bu tür ayrıntılar behemehal kaleme alınmalı. Kim ne derse desin, isteyen istediği gibi algılasın, yaşananlar onu yaşayan kişiye anlamlı geliyorsa kargacık burgacık da olsa kayıtlara geçirilmeli. Doğruyla yanlışı şahsî olanla kamusal olanı ayırabilecek çapta birileri vardır elbet, onların sağduyusuna güven duyulmalı.
Medyadaki bu yozlaşma konusu ne zaman açılsa, diyorum ki, "bakmayın afur tafurlarına, servetlerine, şaşaalı yaşamlarına ve bunu görgüsüzce teşhir edişlerine, bu adamlar kâğıttan kaplan, bir gün hak ile yeksan olacaklar."
Oluyorlar işte. Çekirgenin zıplama katsayısı sonsuz değil ki.
"Cirimleri kadar yer yakabilirler ve o cirim, bizim onlara atfettiğimiz öneme eşdeğerdir" diyorum. Bak işte, biz uyanıyoruz ve onlar önemsizleşiyorlar. Padişahları da yargılayabilecek bir hukuk düzeninin burada da yerleşebilme ihtimaline tanıklık ediyoruz.
Hadi biraz böbürleneyim; 1997 yılında yazmaya başladığım -ve yarım bıraktığım- bir roman taslağında, medya patronlarının domino taşları gibi birer birer devrildiklerini, kiminin hapise girdiğini, kiminin yurt dışına kaçtığını anlatıyordum. Kitaptaki (kurgulanmış) olaylar 2001 yılında geçiyordu.
2001 artık mazi oldu. Yine de hatırlayalım. O yıl Sabah gazetesinin patronu Dinç Bilgin ile NTV televizyonunun sahibi Cavit Çağlar hapise girdi. İkisi de medya patronuydu. (Bir de kalantor reklamcı vardı, koğuş arkadaşları, adını unuttum.)
Sene 2009; Cem Uzan Paris'te kaçak, kırmızı bültenle kovalanıyor, Aydın Doğan'ın durumu da doğrusu pek parlak görünmüyor.
Son demir perde ülkesinin rantını kendi raconlarına göre bölüşenlerin sımsıkı sarıldığı totaliter kamu düzeni, destekçileriyle birlikte gümbür gümbür çökerken, bazı yorumcular bu gelişmeleri, onun yerine kurulmakta olan başka bir totaliter düzenin başlangıcı olarak görüyorlar.
Olmayacak iş değil tabii, bu da mümkün. Ama dokunulamaz zannedilen birilerine yargı kanalıyla hesap sorulabiliyor olması az iş sayılmaz, değil mi?
Aydın Doğan çok mühim adam. Vergi rekortmeni. Tüsiad Başkanı'nın babası. Devasa bir servetin ve kudretin üstünde oturuyor. Kaderlerimize hükmedebilecek bir noktada bulunuyor.
Bu satırların yazarına gelince, artık esamisi bile okunmayan, küçük tirajlı web sitesinde hatıralarını anlatarak avunmaya çalışan işsiz bir yazar/çizer olarak da algılanabilir. Bu asimetrik kişilikler arasında tabii ki kavga husumet rekabet falan olamaz. Ama gene de bu holding patronu çok hassas, alınabilir. Onun avukatlar ordusu var; bu satırları yazan adamın başı dara düşse avukat tutacak parası var mı, o bile şüpheli. Bu koşullarda Aydın Doğan konusunda kalem oynatmak büyük risk.
Gene de yazmadan duramıyorum. Acaba niye?
Mühim kişilerin ipsiz sapsız takımıyla işi olmaz, sikletler farklı, bu kadarını biliriz. Onların vergi levhaları, uçakları, çiftlikleri, çiftliğinde horozları, füme camlı plazaları, plazalarında maaşa bağlanmış kahramanları, "özgür" editörleri, "özgür" yazarları var. Bu özgür editörler ve özgür yazarlar, patronlarının yüksek menfaatlerini canla başla savunma yarışında birbirini eziyorlar. Karşılığı da -keselerine bereket- dolar paritesinden ödeniyor. Pahalı şaraplar içebiliyor, musluk suyuna fit olanlara ve fizikman patronlarını andıran kalabalığa tiksinerek bakıyorlar.
Olsun, "Aydın Bey" yine de halk adamı, teveccüh gösterip elemanlarıyla tavla oynuyor. Rodos'a Paris'e Dubai'ye giderken yanında taşıyor onları. Bir ricası varsa onlar aracılığıyla kamuoyuna iletebiliyor. Kellesi koparılacakları bu yazarların "özgür iradelerine" ve kılıçtan keskin kalemlerine havale etme imkânına sahip.
Onlarla işi bitip de sepetleyene kadar tabii. Sonra ortaklık bitiyor, en pespayesinden bir gırtlaklaşma başlıyor.
Her şey ücrete tabî plaza medyasında. Yüksek rayiçli hukuk büroları patronun ayağına dolanacak hızar artıklarına haddini bildirmek üzere aportta.
Dünyanın her yerinde parayla satın alınabilen her türlü nesneyi satın alabilir, seçer, yerleştirir, suyuna pilav pişirir Aydın Doğan. Yan bakanı hayat boyu işsiz -hatta arkadaşsız- bırakabilecek güce ve etkinliğe sahiptir.
Bir de "Ertuğrul'u sepetle, beni müdür yap" diye dili bir karış dışarıda yaltaklanan iletişim profesörleri ve genel yayın müdürü aday adayları falan vardır saçak altlarında bekleşen. Ondan mıdır bilinmez, bu yayın holdinglerinin üst yönetimlerini Allah'ın günü itin bağırsağına sokan o kahramanlar "Aydın Bey" e asla toz kondurmaz. O gazetelerin ve televizyon kanallarının işlediği her meslekî kusur tabii ki melekler kadar saf ve temiz olan "Aydın Bey"in değil, gazeteleri yöneten şeytanî adamların (en çok da Ertuğrul'un) eseridir. Bir gün "Aydın Bey" bu gerçeği gördüğünde matbuat güllük gülistanlık olacaktır.
Peki ya o işine gelmeyen şeyleri görmek istemiyorsa?
Çoğunluğu teşkil eden bir insan çeşidi var bu ülkede; maaş kuyruğunda bekler, kendi mürüvvetine bile belediye otobüsüyle gider, hayatı borç ödeyerek ya da sahip olamadıklarına imrenerek geçer. Ama Aydın Doğan çok zengin, çok kudretli, devlet ricalini ayağına çağrır, kapıda eşofmanla karşılar. Hatta isterse gazetelerini ve televizyonlarını seferber edip kendisini başbakan seçtirme hayalî bile kurabilir. Evet, en azından hayalîni kurabilir bunun. Onun kuracağı hayallerle kuru kalabalığın kurabileceği hayaller arasında fersah fersah fark vardır.
Fakat gel gör ki, virgül sonrası küsürattan ibaret olan ve istatistikî veriden daha fazla değer taşımayan bu kuru kalabalığın başına gelebilecek tatsız sürprizler arasında görülmemiş boyutta vergi cezalarına çarptırılmak ya da borsadaki hisselerinin külçe gibi dibe çökmesi gibi bir ihtimal de yoktur. Bu küsürat takımı, fotosentez yapmakla kuru ekmeğe margarin sürüp yemek arasında bir yerlerde gamsız tasasız yaşayıp gider. Vicdanından gayrı kâhyası, ipi, kuşağı, kâğıttan kaleleri yoktur.
Bu hükümet gerçekten de iddia edildiği gibi güç sarhoşluğu içine mi girdi, asıl amacı "muhalif" basını susturmak mı, Başvekil Hazretleri eleştirilere karşı hazımsız mı, Doğan Holding'e ve Uzanlar'a ve diğerlerine kesilen ağır cezalar onlara reva mı? Bakkala ekmek parasını öderken bile hesap hatası yapan, çoğunlukla da borçlu çıkan biz küsürat takımının bunu anlamaya ne aklı ne irfanı yeter. Para pul defter beyanname işlerine kafamız basmaz. Ama yine de şunu anlayabiliriz: Aydın Doğan'a kesilen ceza ve bu cezanın sonuçları asla "basın özgürlüğü" gibi tumturaklı sözlerle süslenemez. Basın özgürlüğü ile toplumu koyun sürüsü gibi gütme sevdasını birbirine karıştırmak, lâfazanlıktır.
Özel hayatında şeker gibi bir adam olabilir Aydın Doğan. Örnek bir aile reisidir, müşfik bir babadır, disiplinlidir, çalışkandır, azimlidir, şöyledir, böyledir; bunlar biz küsürat takımını hiç ilgilendirmez. Onun niteliklerinin bizi ilgilendiren yanı, kamusal alandaki yansıması, hayatlarımızı etkileyebilen kısmıdır.
Aydın Doğan sadece sendikaları ve başı dik gazeteciliği işyerlerinden sürgün eden bir işveren değil, aynı zamanda toplumun yansız haber ve kanaat edinme hakkını ambargo altına alıp kendi ticarî çıkarlarına katık eden biridir. Onun medyasında yayınlanan yorum ve haberlerin sorumluluğu, o kuruluşların üst düzey yöneticileri kadar ona da aittir. Çünkü bahis konusu yöneticileri işe alan da, maaşlarını ödeyen de, istemediğinde kapının önüne koyabilme imtiyazını elinde tutan da bizatıhî kendisidir.
"Su testisi su yolunda kırılır" der ya bir atasözü, temenni etmem ama Aydın Doğan da parayla satın aldığı gazeteleri siyasî iktidarların tepesinde balyoz gibi sallandırmasıyla, ülkenin başbakanını bahçe kapısında yatak kıyafetiyle karşılayabilecek kadar büyüklük duygusuna kapılmasıyla, genel yayın müdürlerini iş takipçisine dönüştürmesiyle (ya da en azından buna göz yummasıyla), derin odakların tetikçisi gibi davranan köşe fedailerini besleyip palazlandırmasıyla, petrol ticareti uğruna savaş çığırtkanlığı yapan gazeteleriyle ve daha birçok günahıyla bugün düştüğü açmazı kendisi hazırlamıştır.
Biz üzülsek de böyle, sevinsek de. Açıkçası, Aydın Doğan batacak mı diye kaygılanıp üzülmüyorum. Türkiye için en hayırlısı neyse, o olsun.
Ama tahminim o ki, bugün değilse yarın, yarın değilse bir başka gün Aydın Doğan da kendinden evvelki medya padişahları gibi sert kayaya toslayıp girdiği bu güç oyunundan mağlup çıkacak ve semirmekten devleşmiş ekonomik kütlesinin ağırlığı altında ezilecektir.
O zaman belki de isminin taşıdığı ironik çağrışıma nispet yaparcasına, gerçek aydınlanmayı ilk kez o an yaşayacaktır Aydın Doğan. Plaza binalarının, makam otomobillerinin, uçakların, tatil köylerinin, korumaların, hukuk bürolarının, etrafında biriktirdiği konfor tutkunu medya starlarının ne kadar nafile, ne kadar gelip geçici müttefikler olduğunu, enayi yerine koymakta inat ettiği ahalinin gözünde sıfırı çoktan tükettiğini, er geç idrak edecektir.
(Bu aralar kamuoyu yoklaması yaptırtmış, belki de çoktan dank etmiştir.)
Çok yükseklere çıkıp, oradan son hızla yere çakılmanın ne demek olduğunu öyle görünüyor ki Aydın Doğan da öğrenecektir.
Eğer o yere çakılma anına kadar beklemek istemiyorsa, hiç değilse yarım gününü ayırıp, kirasını oğlunun ödediği bir malikanede oturan ve günlerini "ben nerede çuvalladım" diye kafa patlatarak geçiren eski rakibi Dinç Bilgin'le buluşup bir öğle yemeği yiyebilir.
Fırsat bulursa, jetine atlayıp Londra'ya ya da Paris'e uzanabilir, eski rakiplerden Asil Nadir ve Cem Uzan'la da buluşabilir. Cavit Çağlar'ı da unutmamakta fayda var tabii.
Keşke vakit çok geç olmadan yapsa bunu. Berrak bir zihinle bakabilen birisi çok anlamlı dersler çıkarabilir böyle buluşmalardan.
Elinize sağlık. Her satırı heyecan ve şevkle okudum.
Adem Leylek - 25 Ekim 2009 (02:18)
Bir solukta okudum yazınızı, ben de yaşadım o yılları, her ne kadar farklı mesleklerde de olsak, anlattıklarınız film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden…
Cesurca kaleme aldığınız yazınıza yapılan yorumlar, mutlaka farklı farklı olacaktır, buna eminim, sonradan vazgeçip çıkardığınız bölümleri de okumak isterdim.
Ben de, çoğu kimsenin bildiğini sandığım ve çok da beğendiğim aşağıdaki sözlerle yorum yapmak istiyorum…
Eğer bizler, yani hepimiz, son dizedeki kelimeleri hakkıyla özümleyip, gerçek manada anlayabilseydik, yaşamak çok daha hoş ve güzel olacağı gibi, esas son derece önemli olan, önce kendi kendimizle sonra da içinde bulunduğumuz toplumla barışık olurduk diye düşünüyorum…
Şeriat der ki; Seninki senin, benimki de benim…
Tarikat der ki; Seninki senin, benimki de senin…
Marifet der ki; Ne benimki var ne de seninki…
Hakikat der ki; Ne sen varsın, ne de ben…
İclal Arpınar - 25 Ekim 2009 (17:16)
Çok emek vererek yazıldığı belli yazının. Ama değmiş doğrusu.
Mina - 26 Ekim 2009 (15:30)
İngilizlerin bildiğiniz şeytan bilmediğiniz şeytandan iyidir mealinde meşhur bir sözü vardır. Aydın Doğan'dan geriye kalacak boşluğu kim doldurucak bir düşünsenize? Kara para gri parayı, daha kötü patron, kötü patronu kovacak besbelli. Kabak da bizim başımıza patliycak her zaman olduğu gibi.
Nefis bir yazıydı, teşekkürler. Sevgiler.
Sadi Akgül - 26 Ekim 2009 (20:44)
Yazıdaki en önemli nokta, sebep olanın yapan gibi olacağı sırrını bizlere bir daha hatırlatmasıydı. Evet, şu an bu kadar çok postal yalayıcısı, darbe sevdalısı, cunta şakşakçısı kalemi gazetelerinde, televizyonlarında barındırıyorsa bunun sorumluluğu bizzat Aydın Doğan'a aittir. Kimse çıkıp da "Aydın Doğan sütten çıkmış ak kaşık gibi tertemiz bir tüccar, vergi rekortmeni (!) ama o yazarlar yok mu" demesin artık…
Cemal Altın - 2 Kasım 2009 (17:51)
Gazeteci Neşe Düzel'in emekli sıkıyönetim savcısı Faik Tarımcıoğlu'yla yaptığı röportajın ikinci kısmından ilgi çekici bir alıntı:
- Turgut Özal suikasta uğradığında siz onun yakınıydınız. Suikast araştırıldığında bir basın patronunun ismine ulaşıldığını söylediniz. O basın patronunun suikasta karıştığı belgelendi mi yoksa bu bir tahmin miydi?
- Belgelenmedi fakat bütün işaretler, izler oraya doğru gitti. Çünkü işin finansmanı İsviçre'de hazırlanmıştı. Ben suikast yapıldığında kongre salonundaydım. Her şeyi gördüm. Özal suikast akşamı beni çağırdı. Başparmağı sarılı, kırmızı bir koltukta oturuyordu. Parmağını bir silâh gibi bana doğrultup, "Faik beni kim vurdu" dedi.
- Ne cevap verdiniz?
- Özal'ın vurulması hadisesi çok nettir, bu bir resmî organizasyondur. Ona, "Siz Türkiye'yi komünist bir rejimden liberal bir rejime geçirdiniz. Siz döviz, altın, sigara, içki kaçakçılarının tekerine çomak soktunuz" dedim. Bu sistem, varlığını yüksek bürokrasiyle işbirliği yaparak sürdürüyordu. Sistemin en büyük ayaklarından biri de basındı.
- O patron sonra ne oldu?
- Bırakıp kaçtı. Hürriyet Gazetesi el değiştirdi.
Erol Sinarit - 3 Kasım 2009 (13:31)
Aslında "alemin tüm tarzanları birleşin ve kendinizi bu zor durumdan kurtarın" diye bağırmak lâzım. Bil cümle tarzan bugünlerde perişan. Höt deyince ortamı nizama sokan üniformalı tarzanlar, alelacaip hukuki içtihatlara imza atan tarzanlar, kahve dövücünün hınk deyicisi tarzanlar ve dahi diğer matbuat tarzanları.
Tarzanizmin para etmediği bir döneme giriyor gibiyiz. Allah bozmaya.
Ahmet Faruk Yağcı - 3 Kasım 2009 (21:43)
Fakat gel gör ki, Yalçın küçüktür, mide bulandırır. Bakınız, neler yumurtluyor üstad-ı azam:
"Benim güzel bir sözüm vardır biliyor musunuz? Bütün hainler benim arkadaşlarımdır. Çoğu içimizden çıktı. Cumhuriyet gazetemizden çıktı."
"Biz neden seçime gireceğiz ki! Biz seçimsiz geleceğiz."
"Cumhuriyetçiler bir savaşa hazırlanıyorlar. Bunu kabul edeceksiniz. Cumhuriyetçiler bu cumhuriyete sahip çıkacaklar. Olanlar iç savaş diyorlar. Cumhuriyetçiler gerekirse bir iç savaşa hazırdır. Ha! Böyle bir duruma düştüğünüz zaman Türk ordusu sizinle beraberdir, bundan endişeniz olmasın."
Despotlar ve vampirler giderayak beklenmedik hokkabazlıklar yapabilir. Kaderlerine kuzu kuzu boyun eğeceklerini pek sanmıyorum şahsen. Bu pervasızlığın (ya da boşboğazlığın) kendince bir sebebi olabilir.
Mazhar Osman - 3 Kasım 2009 (23:19)
Berlusconi ile Aydın Doğan arasında, medya patronluğu dışında ortak yönler var mı bilmiyorum ama birinden bahsedilince muhakkak öbürü geliyor gözümün önüne. Hırs ve saltanat tutkusu ortak bir değer.
Mazhar Candan - 5 Kasım 2009 (15:34)
:) Aydın Doğan, Namık Kemal Zeybek'in bacanağı… Namık Kemal Zeybek; MHP eğitimcilerinden, eski Kültür ve Devlet Bakanlarından… Aydın Doğan'ın "Sirkeci sermayesi" iken basın imparatoru olabilmesi için, o dönemin konjonktürü siyasî iradeden icazet almasında etkisi yok mudur? Bence vardır, bu da şunu getirir ki; arkasına Kıraç ve Zeybek'i almış bir Aydın Doğan'ın basın imparatoru olması, "halktan gelen bir tipleme" adı altında sabunlanamaz… Bu sahipsiz ülkede siyaset-ticaret-din çeşitlemesi içinde yer almayan hiç bir kimsenin; ne gazete satın almasına müsade ederler, ne de enerji kaynaklarından pay sahibi olmasına…
Duble yol bile yapamazsınız, kakalak gemiler alamazsınız, altın-pırlanta işine hissedar olamazsınız. Eğer bu şebekeden olursanız (şimdileride network diyorlar); babanız 1991'de geleceği görüp kabile reislerine KIRMIZI PASAPORT verirse, siz de şimdileride o kabile reislerinin imtiyazlı iş adamı olarak ihalelerine iştirak eder, 26 yıldır vatan evlâdının kanıyla sulanmış topraklarının dışındaki suni devletçikte, duble yollar yapsınız…
"KELLELER İPE, MALLAR HAZİNEYE!"
Mehmet Avar - 16 Kasım 2009 (15:12)
Bu tip yayın holdinglerine bir kez "baş" olan insanların neden bir daha yerlerinden oynatılamadığıyla ilgili bir ipucu mu istiyorsunuz? Bu haber belki bir fikir verebilir:
"Maliye Bakanlığı'nın vergi cezalarının siyasî baskı sonucu hazırlandığını öne süren Doğan Grubu'nu, grupda yaklaşık 20 yıl üst düzey görevlerde bulunmuş bir eski yöneticisinin yaktığı ortaya çıktı. Grubun ithalât departman müdürlüğü görevinde bulunan E. G. Isimli üst düzey yöneticinin Maliye Bakanlığı Gelirler Kontrolörleri'ne verdiği bilgi ve belgelerle, grubun kâğıt kaçakçılığının şifreleri çözüldü. Grubun köstebeği, Doğan Grubu ile hiç bir husumetinin olmadığına dair de tutanak imzaladı."
Erol Sinarit - 17 Kasım 2009 (16:11)
Nereye - 2 planlarınız var mı acaba? Yoksa da, lütfen olsun…
Mete Atug - 28 Kasım 2009 (03:39)
Çalıştığımız işyerinin kapısında karşılaştığımız patronumuza hatta müdürümüze (yeme, içme, barınma korkusuyla) yılışarak yol veren biz ezik matbuatçıların sizi kıskanmasından doğal ne olabilir ki? Aklınıza sağlık Necdet usta.
Ahmet Kesgin - 9 Aralık 2009 (04:28)
Ahmet Usta, ben bir garip keloğlanım, kıskanılacak bir tarafım yok. Hem vallaha hem billâha.
Yeme içme barınma kaygısı gayet insanî bir kaygı. Bunun için patrona yılışanı zinhar kınamam. Eğer birilerini kınama kontenjanım varsa, bu hakkımı kulu kula kul eden düzeni kınamak ve -varsa- yerine daha iyisini önermek için kullanırım.
Şööyle yan gelir, sakalımı (ya da nerem müsaitse oramı) sıvazlayaraktan çiftini çubuğunu bırakıp mega kentin çeperlerine sığışan ve Aydın Doğan'ın kapısında bekçi finoluğundan daha iyisini bulamayan o garibanların hayatı nasıl daha iyi nasıl daha onurlu yapılabilir diye tefekküre dalarım meselâ.
İnsanları birbirinin önünden lokma kapmaya mecbur bırakmayacak sınırsız ve duvarsız bir kardeş sofrası nasıl kurulur diye kafa yorarım.
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kansa, insanları fesat yapan da Ahmet Usta'nın kesgin yeteneğini, Necdettin Molla'nın esip savurmasını övüp parlatan ve diğer matbuatçıların kendilerini ezik hissetmesine neden olan şehir efsaneleridir diye düşünürüm.
Nasıl olsa vaktim bol. Tedavülden kalktım. Okey bilardo falan bilmem, ben de yazı falan yazıp internete yestehliyorum.
Bu yazıdaki o tür ayrıntıları da yeri geldi diye ve komiktir zannıyla anlattım. Yoksa devran mağduru garibanlara "höt zöt astir" falan çekmeyi asla kahramanlık olarak görmüyor, hatta tuzu kuru -ve kibirli- insanlara özgü bir hoppalık olarak görüyorum.
Bunu da bilvesile beyanen itiraf ederim.
Molla Necdettin - 9 Aralık 2009 (10:21)
Aydın Doğan'ın eski -ve en büyük- rakibi Dinç Bilgin, bugünkü tabloya ilişkin ilginç itiraflarda ve tespitlerde bulunuyor:
Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'in genel yayın yönetmenliğinden ayrılması, Aydın Doğan'ın görevini kızına bırakması çok önemli mi sizce? Başbakan'ın istifası kadar önemli diyenler de oldu!
Yok canım, o kadar da değil. Doğan grubunda bir şey değişmez. Odaları değişecektir sadece. Aydın bey işi kızına, o da profesyonellere bırakacakmış ama karar yetkisi onlarda kalacağına göre bir şey değişmez. Zaten profesyoneller yönetiyordu.
Doğan grubuna ait Star tv, Vatan ve Milliyet için Akın İpek'in adı geçiyor. Girişim başarılı olur, kan uyuşur mu?
Türkiye'de ciddi bir toplumsal yarılma, o yarılmanın önemli bir kısmında da Milliyet okurları var. Son derece muhafazakâr, açılım deyince tüyleri ürperen insanlar. Hasan Cemal, Taha Akyol bile aykırı kalıyor Milliyet'te. (…) Tv öyle değil. Herkes izliyor, sorun olmaz. Ama anlamadığım bir şey var.
Nedir anlamadığınız şey?
Şimdi adam (Akın İpek) masa sandalye almıyor, marka alacak. Markalar da para kaybediyor. Değerleri nasıl hesaplanacak? Kar eden bir şeyi alırken karı çarparsınız bir çarpanla, değeri ortaya çıkar. Zarar eden bir şeyi eksiyle çarpınca, ne çıkacak? Demek ki her halükârda Aydın bey kar edecek. Zarar eden malı satınca ne geçecek eline? İnsanın sevmediği karısını boşaması gibi, kaynanasını da veriyor yanında. Gazeteleri o bastığı ve dağıttığı için de gerçek patron olmaya devam edecek. Gerçi şimdi adam okuyacak şimdi bunları, gazeteleri almayacak.
Hepimizin yalanları ve ezberi vardı (Fadime Özkan'ın röportajı - Star)
Web Gezgini - 4 Ocak 2010 (10:27)
"Aydın Doğan Vakfı tarafından bu yıl Sinema dalında verilen Aydın Doğan Ödülü'ne, yönetmen Nuri Bilge Ceylan lâyık görüldü."
Benim dikkatimi çeken şey, habere eklenmiş fotograf oldu. Üstad Ceylan, "tamam, teslim oluyorum" der gibi iki elini yukarı kaldırmış. Sağ elinde kurdelâya sarılı bir kâğıt rulosu. O da bu fotografta sanki biraz suç kanıtı gibi duruyor.
Tamam, ortada bir "ödül" olduğu belli de, bu sahnede kimin kimi ödüllendirdiği biraz muallâkta kalmış gibi.
Sayın Necdet Şen'in şu konulardaki fikrini merak ediyorum:
1. Ödün vermez bir sinemacı olarak tanıdığımız Nuri Bilge Ceylan acaba sisteme mi teslim oldu?
2. Aydın Doğan Vakfı'nın vereceği bir "kültür" ödülünün sizin terazinizdeki ağırlığı nedir?
3. Günün birinde böyle bir ödül -diyelim ki karikatür dalında- size verilirse tavrınız ne olur?
Vereceğiniz cevaplar için şimdiden teşekkürler.
Hüsnü Çakır - 27 Şubat 2010 (12:46)
Sayın Hüsnü Çakır, bu konu her ne kadar bir yorum metnine sığmayacak kadar kapsamlı ise de, sorularınızı yanıtsız bırakmamak için kısaca açıklamaya çalışayım.
1. Nuri Bilge Ceylan hem sanatçı hem de eski bir arkadaş olarak sevdiğim, değerli bulduğum biridir. Kendisi de sineması gibi yapmacıksızdır. Filmlerini yarışmalara sokması, verilen bu gibi ödülleri alması -bence- onun sisteme teslim olduğunu göstermez. Bu bana daha çok sinema gibi masraflı bir işi bir nebze de olsa amorti etmek adına katlanılan bir "esneklik" olarak görünüyor. (Şahsen, benim beceremediğim bir esneklik.)
2. Yukarıdaki yazıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, kişisel kanaatim, Aydın Doğan'ın -ve maiyetinin- basınımıza faydasından çok zararının dokunduğu yönündedir. Bu kişinin medya imparatorluğu dönemini, aynı zamanda kültürün basından tehcir edildiği, kültürsüzleşmenin, banalleşmenin, ahbap çavuş ilişkilerinin hoyratça manşetlere taşındığı bir dönem olarak değerlendiriyorum. Bu bakımdan da "Aydın Doğan" adını taşıyan bir vakfın yürüttüğü bu türden "kültürel" faaliyetler, benim açımdan ironik olmaktan başka anlam taşımıyor.
3. Kişisel tercihlerim açısından, yarışma fikrine külliyen karşıyım. Bence sanat yarıştırılabilir bir şey değildir. İster Nobel olsun, ister Altın Portakal, ya da adı her ne ise… Bütün bunlar benim gözümde bir tür "marketing" çalışması olup, böyle etkinliklerle işim gücüm olmaz.
Özetle, bir gün birileri arayıp (evet, önce bir arayıp yoklarlar) "sizi bu ödüle lâyık gördük" deseydi, "demek ki sokağa atılacak -ya da vergi matrahından düşülecek- küsürat kabilinden bir bütçeleri varmış" diye düşünür ve nazik bir dille reddederdim.
Ama gene de çerçeveyi o kadar "sert" çizmeyeyim. Belli mi olur, insanın o beklenmedik paraya ihtiyacı da olabilir. O durumdaysam, "peki, ödülün nakdî olan kısmını banka hesabıma yatırın, heykelciğiniz sizde kalsın, mümkünse yüz yüze görüşmeyelim" derdim.
Asla öyle smokin papyon falan kuşanıp o iğreti sahnelere çıkmaz, etrafa öyle iğreti tebessümler saçmazdım.
Gel gör ki, "başarı"nın da bir bedeli var. Sinemayı meslek olarak seçince, ıskarpinlerini cilalayıp o sahneleri kibar kibar adımlamak zorunda kalabiliyorsun.
Necdet Şen - 27 Şubat 2010 (13:19)
Yoruma yorum yazmak teamüle aykırı mı bilmem ama, kendimi tutamadım.
1. Maddede beceremediğinizi ifade ettiğiniz esneklik, bence tehlikeli bir şey. Esnemeye bir başlandı mı sonunun nereye varacağı hiç belli olmaz.
2. Maddeye ekleyeceğim bir şey yok, az bile söylemişsiniz.
3. Maddenin ilk kısmı takdire şayan, ikinci kısmı ise uyandırma servisi niteliğinde.
"Başarı"nın bedelini reddetmek birçok faninin beceremeyeceği bir şey.
Candan Dinç - 27 Şubat 2010 (23:32)
"Aydın Doğan, kızı vasıtasıyla dolaylı da olsa, artık büyük burjuvaziyi temsil etmiyor, onun önderliğini sürdüremiyordu.
Geldi ve geçiyor… Bir kuyruklu yıldız gibi diyebilmeyi çok isterdim…
Ama onun gelip geçişi, biraz yatağından taşıp ortalığı dağıtan sel gibi oldu.
Aydın Bey, sekiz yıldır körü körüne çok sert, hatta "vahşi" muhalefet yaptı. Kimi adamları ruhlarının "puşt" eğiliminden, kimi adamları da "solculuk falan ettiklerini" sanarak bu vahşi muhalefete destek verdiler, bayrağını taşıdılar.
Fakat günahı bu değildir. Sonuçta, muhalefet herkesin anayasal hakkıdır.
Aydın Doğan'ın günahı, "ticarî çıkarları için sürdürdüğü muhalefete 'laiklik ve Atatürkçülük kavgası' kılıfını uydurmaya çalışmak" olmuştur."
Aydın Doğan medya dünyasından kuyruksuz yıldız gibi kayıp gidiyor. Engin Ardıç bunu kısa ve öz biçimde anlatmış. Budur yani.
Aydın Doğan'ın ana günahı (Engin Ardıç - Sabah)
Adalet - 16 Ekim 2010 (20:42)
Başyazar Oktay Ekşi hükümet üyeleri için "anasını bile satan zihniyet" dedi, AK Parti yanlısı okurlar ve Başbakan ayağa kalktı, protestolar falan… Bunun üzerine Başyazar gazeteden istifa etti.
Tarhan Erdem Radikal'deki köşesinde Oktay Bey'i yağlayıp yıkıyor ve soruyor: "Oktay Bey'in istifasını isteyen güç, kimdir bilemem."
İlahi Tarhan Bey, nasıl bilemezsin, ayan beyan belli değil mi? Al sana Aydın Bey'le Oktay Bey arasındaki konuşmanın muhayyel kayıtları. İlk kez Derkenar'da yayınlanıyor. (Başka yerde de yayınlanamaz zaten, çünkü adı üzerinde; muhayyel.)
- "Oktay Beyciğim, bilirsiniz, sizi sever ve sayarım. Ama müessese olarak çok kritik bir dönemden geçiyoruz. Hürriyet de dahil, tüm gazetelerimi satışa çıkarttım. Müşterilerle pazarlıklar sürüyor. Sırf gazetelerin satış fiyatları düşmesin, çıksın diye Radikal'i bile kalafatladık boyadık cilaladık. Editörlerimiz artık başlıkları kelimeleri tarta tarta atıyor. Hassas bir dönem. Tiraj düşerse gazetelerin satış fiyatları da bir anda birkaç milyar dolar düşer. Siz, öhöm, (uzun bir sessizlik), nasıl derler, (sessizlik), şimdilik istifa etseniz diyordum. Şu tepkiler bir durulsa, tiraj -ve satış rakamları- düşmese yani… Sonra biz sizi gene uygun bir yere, hatta isterseniz gene Hürriyet'te bir yere, yeniden iskân ederiz. Hayat boyu yazarsınız. Vefatınızdan sonra aynı köşede oğullarınız kızlarınız yazmaya devam eder. Uygun mu?
- "Tabii Aydın Beyciğim. Gazete sizin. Madem öyle tensip buyurdunuz…"
Hürriyet'in manşeti: "Başyazarımız tepkiler üzerine kendi arzusuyla istifa etti."
Enis Terzioğlu - 1 Kasım 2010 (14:05)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.