Patronsuz Medya

Bir yiğit bir kitap yazsa, gör başına neler gelir!

Necdet Şen - 8 Haziran 2003  


İnzivaya çekilmiştim epeydir. "Kimin için yazıp çizeceksin ki?" diye düşünmekten ve kendime acıyıp durmaktan yorgundum. Madem çizerliğe sırt çevirmiştim, sızlanmayı bir kenara koymalı, hiç olmazsa bir şeyler yazmalıydım.

Bir dostum "evde kullanmadığım bir bilgisayar var, işine yarayacaksa ödünç verebilirim" diyordu, ben de "yok, kalsın" diyordum ona. En sevdiğim insanlardan bile bir şey kabul etmek oldum olası ağırıma gidiyordu.

Ama bir yerden başlamalı, hayata katılmalıydım. Yorgunluk ve atalet alışkanlığa dönüşmeye yüz tutmuştu.

Sonunda darbeli gururum pes etti. Mantık galebe çaldı. O eski bilgisayarı gecenin bir vaktinde yüklenip eve taşıdım. Apartmana hırsız girdiğini -ya da belki benim hırsızlığa çıktığımı- zanneden kapı komşumuz, gecenin ikisinde eve alet edevat taşıyışımı kapı aralığından gözetliyordu.

Ertesi sabah bilgisayarı kurup sağını solunu kurcalamaya başladım. Bazı harfleri basmayan, bazı harfleri takılı kalan, disketi yeni bilgisayarlar tarafından okunamayan o tarih öncesi 'mekintoş' kısa sürede en yakın ahbabım oldu. Artık içimi ona döküyordum.

Kendime ait bir bilgisayarım yoktu ama elimin para tuttuğu günlerde aldığım ucuz bir gitarım vardı. Destan uzunluğunda şarkılar yazıp söylüyordum onunla. "Nereye böyle çocuk? Daha nereye kadar? Yapayalnız Nereye?" diye sorular soran şarkım içlerinde en çok çalıp söylediğimdi o günlerde. Alıp başımı gidişimi ve uzak ülkelerde de aradığım huzuru bulamayıp kös kös geri dönüşümü anlatan bir şarkıydı. Kitabıma işte o şarkının adını verdim: Nereye?

Sayı saymak, zamanı ölçmek, bir yerlere kayıt kuyut düşmek, günlük tutmak, fotografların arkalarına tarih atmak gibi alışkanlıklarım yok. Hiç olamadı. O nedenle Nereye'ye ne zaman başladım, ne zaman bitti, tam olarak söyleyemem. Ama hatırladığım kadarıyla, tamamının yazılması iki üç hafta, tekrar tekrar okunup noktasının virgülünün düzeltilmesi birkaç ay, basılması ise asırlar kadar uzun gelen fırtınalı bir bekleyişten sonra oldu.

Bu yazı işte o "basılma" sürecinin öyküsünü anlatıyor.

* * *

Birinci bap: "İlk önce ben okumak istiyorum"

Bilgisayarını ödünç veren kara gün dostu Nazan, gündelik hayatla aramda incecik bir asma köprü gibi duran o kitap yazılıp bittikten sonra yazıcıdan çıkış alma işini de üstlendi. Gittim, Nazan'dan aldığım bilgisayar çıktısını Kadıköy'de sırtına spiral taktırıp sayfa sayfa çevrilerek okunabilir hale getirdim. Daha yazıldığı günlerde ne yazdığımı pek merak eden, biter bitmez ilk okuyan kişi olmak isteyen birkaç arkadaştan evi oraya en yakın olanına, eski bir komşuma götürüp bıraktım. Yazdığım ilk kitabımı onlara (yakın dostlara) okutacak, görüşlerini aldıktan sonra üzerinde oynanması gereken yerlere tekrar göz atacak, sonra -herhalde- bir yayınevine götürecektim bassınlar diye.

Burada bir parantez açmalıyım. Bana bir kitap imzalanıp verildiğinde, daha eve gitmeden hemen oracıkta sayfalarını karıştırıp, yazarına moral verici bir şeyler söylemeye çalışırım. Dahası, o andan itibaren tüm işlerimi bir yana bırakıp o kitaba gömülür ve benden bir ses seda bekleyen ya da beklediğini düşündüğüm yazar tanıdığa vakit yitirmeden görüşümü bildirmek isterim.

Ertesi gün kitabı yarılamışımdır zaten ve bitmesini beklemeden yazarı arayıp över, yağlar, yıkar, göklere çıkarırım. Beğensem de beğenmesem de yaparım bunu. Eğer yalan söyleyeceksem, insanları mutlu edecek minik beyaz yalanlar olmalı diye düşünürüm. Bir kitap yazmanın nasıl bir manevî ihtiyaçtan doğduğuna dair genel bir fikrim vardır ve insanın "yazar" arkadaşlarının olmasını ayrıcalık olarak gördüğümden, onların kıymetini bilmeye, hiç değilse o gün moralini yüksek tutmasına yardımcı olmaya çalışırım.

Ne var ki, kitabımın müsveddelerini emanet etmeden önce neredeyse her gün arayan, evine davet eden, uzun sohbetler yapan eski komşum, kitap kendisine bırakıldıktan sonra suskunluğa gömüldü. Aradan günler geçmesine rağmen aramıyor, meraktan çatlatıyordu.

"Herhalde beğenmedi de nasıl söyleyeceğini bilemiyor" diye düşündüm doğal olarak.

Ama bunun da kolayı var; ararsın, "beğendim-beğenmedim" konusuna hiç girmeden, kitabın içeriğiyle ilgili mavra yaparsın. Ne bileyim, sözgelimi kitap yazarın çocukluk günlerinden söz ediyorsa, "benim de şöyle bir çocukluk anım var" diye bir şeyler anlatır ya da en azından "filan sayfadaki kadın eski sevgilin mi?" gibi bir soru sorar, okuduğunu belli edersin.

Hatta "olmamış bu kitap, şöyle yaz, böyle yazma" demek bile sessiz kalmaktan daha zarif bir davranıştır bence.

Kaldı ki Nereye'nin içinde bu arkadaşın anlayamayacağı birçok İngilizce şarkı sözü, az bilinen deyimler, darbımeseller, sözcük oyunları ve çocukluğumuzun geçtiği ortak kasabadan anılar var. Yani o sayfalara geldiğinde normal olarak dayanamayıp "burada ne anlatıyorsun, yahu, şu kelime ne demek?" falan diye sorular sormasını gerektiren bir yığın ayrıntı. İnsan en azından "Atman neresi?" diye merak eder, arar sorar değil mi? Ama aramıyor ve sormuyor. Ve ben merakla aramasını, tepki vermesini bekliyorum.

İnsan ne için kitap yazar? Çoğu zaman boşluktan bir yankı almak için. En azından ben onun için yazmıştım sanırım Nereye'yi.

İki hafta kadar sonra, dayanamadım, ben aradım. Telefona eşi çıktı, tatilde geçirdikleri günleri anlattı. Kitabı sordum, "haa evet, tatile giderken yanında götürdü, kumsalda okudu" dedi. "Bitirdi mi?" diye sordum, "okuyor" dedi. "Sen okudun mu?" dedim, "yav, bilirsin, ben pek sevmem kitap-mitap okumayı" dedi.

Biliyordum. O sadece kitap falan yazan "meşhur" insanlarla arkadaşlık yapmayı seviyordu.

Rahmetli dostum Yavuz Gökmen'i anımsadım. Hürriyet'teyken çizgi romanımı günü gününe okur, sık sık da beğenisini dile getirirdi. Bir gün "spor sayfasında yazdıklarımı okuyor musun?" diye sordu. Boş bulundum, "ben spor sayfalarına hiç bakmam ki" dedim. Kırıldığını hafiften belli etti Yavuz, "sen yazsan ben mutlaka okurdum" dedi.

O günkü hamlığımdan ders almıştım ve bana kitap imzalayan yazar-çizer dostlarımı tek tek aklımdan geçirmiş, "başka kime yaptım bunu?" diye bilânço çıkarmıştım. Günahlarımı tek tek -en azından kendime- itiraf edip, yine kendi kendime bundan sonra yazı yazanlara karşı daha zarif davranma sözü vermiştim.

Eski komşum bu tarz konulara uzaktı. Doğal olarak benim nasıl merak içinde bir ses bir nefes beklediğimi düşünemiyordu.

Bir ay geçti, yine de kitabı okuduğuna dair bir haber, ses seda yine gelmedi. Sık sık ettiği telefonlar da kesildiğine göre ortada onu kızdıracak bir şey vardı her halde.

Sonunda ben aradım. "Kitabı okuyor musun?" diye sordum çekinerek. Donuk bir ses tonuyla "hıı, okudum" dedi. Konuşmak istemiyor gibiydi. Israrcı davranmadım. Müsveddeleri geri almak istedim, "peki" dedi.

Kalktım evlerine gittim, odanın en uzak köşesinde oturmuş, suratı bir karış, yıldızlar kadar uzaktı. "Kitabı rica etsem…" dedim tekrar. Eski komşum bana bakmadan eşine "kitap şurada, en üst rafta, getiriver bi zahmet" dedi.

Üst raftan indirilen kitabı elime aldım, baktım, tatil havası pek yaramamış gibiydi, yıpranmıştı biraz.

Eski komşumun ağzını açmaya niyeti olmadığını anlayınca ben sordum "kitabın neresine takıldın?" diye.

Somurttu. Göz kapaklarını yarıya indirdi. "Bu kitap satmaz" dedi.

"Satar mı diye sormadım ki" dedim, "onu yayıncı düşünsün; bir arkadaşım olarak sen nasıl buldun, onu bilmek isterim."

"Eh işte, fena sayılmaz, biraz uzun ve anlaşılmaz" dedi.

"Başka?" dedim, "son bölümdeki rüya sahnesine ne gerek vardı, anlayamadım" diye ekledi. Orada anlatılanın rüya olmadığını söyleyip söylememekte kararsız kaldım.

Naapalım, beğenmemiş. "İyi" dedim. Kalkmaya davrandım. Eski komşum küskün bir tavırla konuştu: "Seni ısrarla evine davet edip de sonra oturup televizyon seyredenler biz miyiz?"

Meğer ona bozulmuş. Şaşırdım, çünkü o şeyi yapan kişinin kim olduğunu zamanında bir tek onlara anlatmıştım. Adıyla sanıyla biliyorlardı kim olduğunu.

"Biliyorsun ya işte onun kim olduğunu, niçin üzerine alındın?" dedim.

Eşi atıldı öteki taraftan: "Ben de dedim ona ama dinletemedim."

"Biz de bir keresinde otomobil yarışı seyretmiştik sen geldiğinde" dedi eski komşum.

"Seyretmeseydiniz o zaman" diyemedim. Ne yararı olurdu ki? İkiyüz küsur sayfalık kitabı "acaba hangi satırında bana geçirme var?" diye okuyan, başka hiç bir kısmıyla ilgilenmeyen, bulamayınca da en olmadık ayrıntıyı işin aslını bildiği halde kendine yakıştıran ve zaten yaralı iç dünyasına oradan da yara devşiren bu insana kızamazdım ki.

İçimden bir şeyler koparak çıktım gittim o evden. Kitabımdan soğumuştum. Kaldırdım bir köşeye ve unutmaya çalıştım.

* * *

İkinci bap: "Ben de okuyabilir miyim?"

Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum, bir karikatürist ahbabım akşam yemeğine davet etti. Sohbetinden zevk aldığım biriydi. "Tabii gelirim" dedim.

Onun da haberi vardı bir kitap yazdığımdan, "bittiyse kitabını da getir, okumak istiyorum" dedi. Olmaz diyemedim, elimdeki tek nüshayı çekine çekine götürdüm yanımda.

İri memeli bir hanım kız vardı sofrada, uzak bir yeğen galiba, "ben de okuyabilir miyim?" diye sordu, "tabii, neden olmasın?" dedim.

Kitabım orada kaldı, ben eve döndüm.

Ertesi gün, daha sonraki gün, daha sonraki hafta, ondan sonraki hafta, gelecek ay, o ayın haftaları… Onlardan da ses seda çıkmadı.

Bu çizer dostumun da o aralar bir kitabı çıkmıştı. İmzalayıp hediye ettiğinde hemen o gece uykumdan fedakârlık ederek okumuş, ertesi gün de bitirmiştim. Atla deve değildi, iddiasızdı, ama yine de daha yarısındayken telefon edip "enfes! Harika! En çok şurasını, burasını, falan yerini sevdim, herkese önericem!" türünden güzellemeler düzmüştüm uzun uzadıya.

Tamam, çizer dostum benim kadar yalaka olmak zorunda değildi tabii ki, ama bir buçuk ay da orta kalınlıktaki bir kitabı okumak için yeterli zaman sayılmaz mıydı? Hem üstelik bir an önce basılmasını arzuladığım bir kitabı, hem de bu kadar kırılmış, kabuğuma büzülmüşken, bu kadar sevgiye aç, unutulmadığımı, defterden silinmediğimi görmeye hasretken, onca zaman elinde tutup görüş bildirmemek, duyarlı olduğunu bildiğim bir insanın yapacağı şey miydi?

Utana sıkıla telefon ettim. Kitabı sormaya dilim varmadı, hal hatır sordum, havadan sudan sohbet ettim. Duyarlı dostum sanırım sıkıntılı halimden sezmiş olacak ki, "senin kitaba henüz başlayamadım" dedi kayıtsızca.

Yutkundum.

"Yeğenim almıştı ya o akşam, henüz getirmedi" dedi.

"O mu almıştı?" diyebildim yalnızca.

"Bilmiyor musun? Sen izin verdin." dedi.

Doğruydu. Ben izin vermiştim. Arkadaşımdan sonra o da okuyabilirdi. Sakıncası yoktu tabii. Ama sanatçı dostum kendisine getirilmiş bir orijinal nüshayı, hem de tek kopyayı, hiç tanımadığım birine vermişti. Ve aradan geçen bir ay boyunca da akıbetini sormamıştı.

Haftalar geçti yine. İkinci ay da dolunca adam akıllı gücenmeye başladım. Telefon ettim.

Daha "alo" demeden "sorun nedir" dedi dostum azarlar gibi.

"Şey, sorun yok da, okudunsa alabilir miyim diyecektim kitabı" dedim utana sıkıla.

"Yeğenim okumamış daha" dedi. Mesafeliydi ses tonu.

Aradan iki ay geçmişti. Hiç bir yerde basılmamış ilk resimsiz kitabımın tek kopyası tanımadığım, adını hatırlayamadığım bir yeğendeydi. Vize sınavları varmış, okumaya vakti olmamış. Daha doğrusu, henüz kapağını bile açmamış.

Olsun. Yine de seviyorum ben insanları. Ayrım gözetmeksizin. Ama biraz "huysuzum" galiba.

"Acilen yayıncıya vermem lâzım, hemen almak istiyorum" dedim.

Yalan tabii. Bunun gibi üçüncü bir telefon konuşması yapmamak için.

"Tamam, söyleyeyim, vakit bulduğunda getirir, ben sana haber veririm" dedi.

"Bugün almam gerekiyor" dedim ezile büzüle.

"Ben seni ararım" dedi, kapattı.

Birkaç gün sonra aradı, uzak bir ses tonuyla "birazdan getirecek, gel al" dedi.

Atladım arabaya, gittim hemen. Kapıda karşıladı beni, "kitap yok, dersleri varmış, getiremedi" dedi.

Elim boş eve dönerken ağlamamaya çalıştım. Sonra sokaklara vurdum kendimi. Yürüdüm yürüdüm yürüdüm. Canı acıdığında ağlayabilen normal insanlara imrendim yürürken.

Eve geldiğimde yırtık pırtık bir zarf buldum sehpanın üzerinde. Sanırım çizer dostum gücendiğimi anlamış olacak, aynı gün ben dışarıdayken getirip bırakmış kitabı. Ama -ufak bir ayrıntı tabii- kitabı ona götürdüğümde içine koyduğum şık ve mavi plastik dosya yerine eskilikten ve kirlilikten eprimiş partal bir dosyanın içine konulmuş, öyle bırakılmış.

İri memeli yeğen her ne kadar mazrufla ilgilenmemişse de zarf pek hoşuna gitmiş belli ki.

O eski ve kirli plastik torbayı mikroplu bir şeyi tutar gibi peçeteyle tutup çöpe attım ve kırtasiyeciye gidip aynı mavi dosyadan bir tane daha aldım.

Çizer dostumun karikatürlerini eskiden pek severdim. Kişiliğine, entellektüel kapasitesine de saygım sevgim büyüktü. Ama -elimde değil- ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ çiziyor olmasına rağmen, onu artık karikatürleriyle değil, sadece bu olayla hatırlıyorum.

* * *

Üçüncü bap: "Büyük bir ustasınız!"

Nereye'yi kaleme almadan önce onu bir kitap olarak düşünmemiştim. Daha sonra yapacağım seyahatlerin masrafını karşılayacak bir sponsor bulabilmemi sağlasın diye minik ve sevimli bir proje dosyası hazırlamıştım ilk önce. Ama bu işler nasıl yapılır, hiç bilemiyordum. Herhalde, öyle bir dosyaya sponsor arayacaksam ilk önce reklamcılara danışmalıydım. Kendileri üretemeseler bile, ortaya çıkmış malı bir yolunu bulup "satmanın" ustası onlardı ne de olsa.

Ama kısa zamanda gördüm ki dünyada illâ "iğrenç" bir canlı türü aranacaksa o da reklam camiasında aranmalıymış. O dosya ne yazık ki birtakım hoyrat ellerde dolanıp, yukarıda anlattığım minik hatıralardan beş beter çirkinliklerle ırzına geçilmiş halde geri geldi. Ben de onu bir daha gözümden ve gönlümden uzak bir rafa kaldırdım.

Aradan ne kadar zaman geçti, şimdi hatırlayamıyorum.

Günün birinde televizyonda bir reklama rastladım. Bakar bakmaz nevrim döndü. "Sponsor bulunabilir mi" diye reklamcılara emanet ettiğim dosyamın içindeki bir şeyler yine o camiadan birilerine "ilham" kaynağı olmuş gibi görünüyordu.

Reklam sektörüne illüstrasyonlar çizerek hayatını kazanan bir arkadaşımı aradım, "hakkımı aramak için nereye başvurmalıyım?" diye sordum. Meğer reklamı çeken firmanın sahibini tanıyormuş. O da eski bir karikatüristmiş. Benimle tanışmayı çok istiyormuş. Numarasını sordum, "sen şimdi telefonda sert konuşursun, o da zaten seninle bir kahvaltı ayarlamamı rica edip duruyordu, hadi gel ona gidelim, yüz yüze konuş" dedi.

Gittik. Reklamcı arkadaş orada bulunduğumuz sürenin dörtte üçünü telefonda başkalarıyla lâflayarak geçirdi, biz balkonda oturduk. Her kalkmaya davrandığımızda da "daha durun, karpuz keseceğiz" diyerek oturttu. Telefondaki mavrası bittikten sonra lûtfedip yanımıza geldi ve "o fikrin kendilerine ait olduğunu, benden araklamadıklarını" tebliğ etti. Tabii kendini ve başarılarını övmediği birkaç dakikalık zaman aralığında.

Reklamı hatırlayanlar çıkabilir belki; hani şişman bir gezginin sırtında her yanından bir şeyler sallanan devasa sırt çantalarıyla dolandığı ve "hayatın anlamını" aradığı cep telefonu reklamı. Tesadüfe bak ki, o dosya ilk kez o firmanın reklam servisi tarafından görülmüştü.

Aynı gün, daha oraya gitmeden Reklamcılar Derneği başkanını da aramıştım bu durumu şikâyet etmek için. Telefon numaramı bırakmıştım. Döndüğümde o da aradı "buyurun, ne var?" diye. Ona ekrandaki bir reklamın o sektördeki bilemediğim bazı kişilerin ellerinde dolanıp geri gelen bir dosyamdan "esinlenildiği" zannına kapıldığımı, ama reklamcıyla konuştuktan sonra bunun "tesadüf de olabileceği" ihtimalini hesaba kattığımı, o nedenle bir şikâyette bulunmayacağımı söyledim.

Reklamcılar Derneği başkanı "olsun, siz yine de buyurun bir kahve içelim, okurunuzum, tanışmak isterim" dedi. Eh, o da değerli bir yazardı, kocaman bir sözlük yazmıştı, icabet etmemek ayıp olurdu doğrusu, nefes almanın bile müşkül olduğu cehennemî bir yaz gününde, öğlene doğru, kalktım evine gittim.

Üstad belden üstü çıplak, tenis şortuyla karşıladı beni. Kibar ve sempatikti. Daha kapıda "büyük bir ustasınız" diyerek içeri buyur etti. Kedilerden ve edebiyattan söz ettik. Tırtıklanan dosyamı da görmek istemişti, ben de götürmüştüm. "Bunu vaktiyle sponsor bulmak için hazırlamıştım ama artık bu düşünceyi kafamdan sildim; sakın o amaçla gösterdiğimi sanmayın" dedim. "Tabii" dedi ve okumak için dosyanın bir süre kendisinde kalmasını rica etti. O dosya, Nereye'nin bol resimli bir özetiydi. Elimdeki tek nüsha olduğunu, kaybolursa ya da yıpranırsa çok üzüleceğimi söyleyip, "katiyen bir şey olmaz" sözünü alarak bıraktım.

Birkaç gün içinde geri alacağımı sandığım dosyadan haftalar geçtiği halde hiç ses çıkmayınca bir kez daha aradım. Evine gittiğimde beni fazlasıyla "samimi" karşılayan üstad telefonuma buz gibi bir ses tonuyla "buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?" diyerek çıktı.

Utana sıkıla "okudunuzsa dosyamı geri alabilir miyim?" diye sordum. "Onu bana vermemiş miydiniz?" diye sordu aynı "cool" tavırla. Elimdeki tek nüsha olduğunu veremeyeceğimi söyledim. "Peki, yarın gelin alın, apartmanın kapıcısına bırakırım" dedi ve kapattı telefonu.

Ertesi gün, daha da kavurucu bir sıcakta, kalktım üstadın evine gittim, kapıcıyı arayıp buldum, ama kapıcının öyle bir dosyadan haberi bile yoktu.

Eve dönüp tekrar aradım, "konu neydi?" diye soran sekretere konuyu anlattım, üstadla konuşabilme izni çıktı. "Haa evet" dedi üstad, "karım sizin dosyayı alıp Ada'ya götürmüş, daha sonra tekrar arayın" dedi ve kapattı.

Çok öfkelendim. O zamanlar bir faksım vardı, oturdum zehir zemberek bir mektup yazıp faksladım üstada. Özetle "ben çok daha küçük ustalara bile saygıda kusur etmiyorum, ama siz 'büyük bir ustasınız' diye karşıladığınız kişiye işiniz bittikten sonra köpek muamelesi çekiyorsunuz, utanın" mealinde bir şeydi.

Az sonra üstad aradı, kırık bir sesle "beni yıktınız necdet bey" dedi. Bu kez de ben duvar gibi soğuk davrandım. Aynı gün "Ada'daki" dosya motosikletli kuryeyle geldi.

Üstada kırılmadım. Sadece insanı kuşatan plaza binalarının, makamların, sekreterlerin, algının önünü kapatıp kişiyi yanıltan filtrelere dönüştüğünü, karnımız tokken açın, kalabalıktayken yalnızın, merkezdeyken dışlanmışın, mevki makam sahibiyken bunları elinin tersiyle itmişin halinden anlama yeteneğimizi nasıl zaafa uğrattığını, kendi haşmetli egolarımızı sığdıracak yer ararken başka egoların üzerine nasıl bastığımızı öğrendim.

Bu "yıkıcı" karşılaşmadan o ne öğrendi bilemem.

* * *

Dördüncü bap: Bu yılın ilk birkaçyüz kitabı

Artık kitabımı arkadaşlara okutmaktan vazgeçmiştim. Aylardır gözümden ırak üst raflardan birinde tozlanıyordu. Bir kez daha kendimi dünyanın ucundaki fenerde mahsur kalmış yapayalnız bir adam gibi hissetmeye başlamıştım. Bu dünya kendi seyri içinde akıp gidiyordu ve ben onu bu haliyle içime sindiremiyordum. Etime buduma bakmadan düzene kafa tutmuştum. Sorun dünyada değil bendeydi tabii ki.

Kitapçı dükkânlarına giremiyordum. Raflarda dizi dizi kitapları gördükçe kahroluyor, adı sanı duyulmamış insanlar bile, çoluk çocuk, emekli memur, bir zamanlar 'abi ben sizin hayranınızım' diyerek etrafımda dolananlar, metresler, ev kadınları, herkes, ama herkes, yazdıkları kitapları bastıracak birer yayınevi buluyor, muradına eriyordu. Bir ben dışındaydım bu çarkın. Bir kitap yazmıştım. İyi bir şey yazdığım duygusu içindeydim. Ama odamdaki dolabın en üst raflarından birinde tozlanmaya terk edilmişti.

Derken, yine kendimi saldığımı fark edip toparlanma ihtiyacı duydum. Yas tutmanın sonu yoktu. Kitabımı bastıracaksam reddedilmeyi, incitilmeyi göze almalı, bir yerlere götürmeliydim. Ya da ilelebet unutmalı, o iç dağlayan mağlubiyet duygusuna takılıp kalmamalıydım.

Büyük yayınevlerinden birinin editörü olan bir şair tanıdığı anımsadım o zaman. Daha kitabın yazıldığı günlerde bir cenazede karşılaşmıştık. "Neler yapıyorsun?" diye sormuştu. Öylesine… Ben de öylesine, "bir kitap yazıyorum" demiştim. Bitirdiğimde okumak istediğini söylemişti. Çizgi romanlarımı da takip eden biri olduğuna göre basmayı düşünürdü her halde. Öyle zannettim.

Aradım, "tabii, getir" dedi. Atladım arabaya, yaz sıcağında götürdüm. O hiç hazzetmediğim turnikelerden geçip bıraktım yazar arkadaşıma. Bırakırken de sordum "ne kadar zamanda okursun?" diye, "bir ay yeter" dedi.

Bir buçuk ay sonra aradı, "okudum, fena olmamış, sevdim" dedi. Kısa bir sessizliğin ardından "şimdi ne olacak?" dedim. "İzin verirsen bunu yayınevine önermek isterim" dedi. Ben açıkçası "basacağız" diyecek diye ummuştum. "O kararı verecek olan sen değil misin orada?" diye sordum, "eskiden bendim, şimdi başkaları da var" dedi.

Bir ay daha geçti. Tekrar aradım, "esas editör okuyor, henüz bitiremedi" dedi.

Kafamı kurcalayan bir soruyu sormadan edemedim. "Peki" dedim, "diyelim ki o da beğendi, sonra ne olacak?"

"Basılmak için yayın takvimine alınır" dedi.

"Yani, bu şey diğer karar mercii de beğendikten ve 'basılır' onayını aldıktan ne kadar sonra kitap olarak raflarda görünür?" diye sordum. Şair arkadaşım "en iyi ihtimalle gelecek yıl" dedi.

Sinirlendiğimi belli etmemeye çalışarak "niçin bu yıl değil?" diye sordum. Meğer her yıl 360 kitap basan yayınevi o yıl bunu 180'e indirmiş ve benim kitap o yıl basılacak ilk 180 kitap arasına girme şansını kaçırmış.

"Ne yapalım, demek oranın böyle bürokratik bir yapısı var" diyeceğim, ama benimle aynı zamanlarda benzer bir kitaba başlayan ve benden çok sonra bitiren bir arkadaşımın kitabı o yayınevi tarafından lüks baskılı ve şömizli karton kapakla piyasaya sürüleli aylar olmuştu. Yazarlık konusunda hiç bir iddia taşımayan ama zengin -ve mason- çocuğu olmanın avantajını gayet yerinde kullanan arkadaşımın "geldim, gittim, yaptım, ettim, tırmandım, indim" sadeliğindeki kitabı o yılın ilk birkaç kitabı arasına girip jet hızıyla basılıyor, her nedense benimki en iyi ihtimalle gelecek yılın 180 kitabı arasına girebiliyordu.

"Bunu hakaret addederim!" dedim. Ego işte, herkeste var da, bizde niye olmasın?

"Öyle düşünme, çok ünlü yazarlar bile yıllarca bekleyebiliyor bazen" dedi "hem şair hem yazar" dostum. İsimlerini saydı.

"Başkalarının bu aşağılamayı sessizlikle karşılaması onların sorunu! Bu yılın en iyi 10 kitabı arasına girmeyecekse ben o kitabı boşuna yazmışımdır zaten! Basılmasa da olur!" dedim ve kitabımı hemen o gün geri aldım.

Kibar bir insandı gene de. Herhalde kendime dönük olduğumu düşünmüştür. Beni incitmemek için elinden geleni yaptı. Ama kitabı beğenmediyse bunu açıkça belirtmeli, beğendiyse de böyle heves kaçırıcı bir bürokratik yapının içinde telef etmemeliydi diye düşündüm kendi kuytu köşemde. Plazanın kurallarını içime sindiremediğim için o dünyanın yıldızı olmaktansa sokak iti olmayı seçmiş biridim zaten. İnsanları gayet doğal bir şeymiş gibi ezen, yamyassı eden ve sadece biat edenlerin elinden tutan piyasa ahlâkına manzara koyamayan insanları ayıplamamayı başaramıyordum.

Dedim ya, dünya kendi mecrası içinde akıp gidiyordu; sorun aslında bendeydi.

* * *

Beşinci bap: "Nirvanaya ulaştın mı bari?"

Birkaç hafta sonra yine kendimi toparlar gibi oldum ve tanıdık bir-iki yayınevini daha aradım. Onlarda da durum umut kırıcıydı; "getir, editörlere okutalım, beğenirlerse basarız" falan diyorlardı. Bense, o güne değin yazıp çizdiklerimi kimsenin onayına sunmamış biri olarak bunu kabalık olarak algılıyordum.

O dünyanın kuralları öyleymiş, bundan bana ne? Ben de eli kalem tutan her çocuk irisi gibi sevilmek, el üstünde tutulmak, kitapçı raflarına ve olası okurlara randevusuz sırasız ricasız, ayak oyunsuz ulaşmak istiyordum.

En son yıllar önce çalıştığım bir ansiklopediden tanıdığım bir editörü aramayı akıl ettim. Büyük ölçekli bir yayınevini yönetiyordu artık.

Karşıma çıkan sekreter, "Fahri Bey buradan ayrıldı, onun yerine Nihat Bey editör oldu" dedi. Bazı yayınevlerini aradığımda sekreter barajını bile aşamamıştım. Yazdığım kitabın "konusunun ne olduğunu" telefonlara bakan hanım kızlara anlatmak zorunda kalmıştım. Bu yayınevinin editörü telefonuma nazlanmadan çıkınca gururum okşandı biraz.

En cici ses tonumu takınarak "Hindistan'a falan gittim geldim, o yolculuğun romanını yazdım" dedim. Alaycı mı şakacı mı olduğunu anlayamadığım bir üslupla "Nirvana'ya ulaştın mı bari?" diye sordu.

Yok, ulaşamadım. Ne gezer? Derdim nirvana falan değildi. İnsan ilişkilerinden daha az acı duysam yeterdi. Onu da başaramıyordum sanırım.

Editöre sadece "estağfurullah" falan gibi bir iki zararsız söz geveledim.

"Basılıp basılmayacağıyla ilgili yanıt almam ne kadar sürer?" sorusunu "en erken bir ay" diye yanıtladı. Yapacak daha iyi bir şey olmadığı için "peki" dedim, götürdüm kitabı.

Teslim alırken nereden icap ettiyse "Cumhuriyet okurlarının sana tepkisi var, değil mi?" diye sordu hazret. "Hayır" dedim, "sadece iki tane patron yalakası Cumhuriyet yazarının yazıları (1) (2) var; bildiğim kadarıyla, halen, Cumhuriyet okurları beni onlardan çok daha fazla sever".

Kitabı bırakıp beklemeye başladım. Aradan bir ay geçti, yanıt falan gelmedi.

Bir buçuk ay sonra ben aradım, "a, evet, editörümüz okudu, beğendi" dedi.

"Şimdi ne olacak?" diye sordum. "Bir editör daha okuyacak" dedi.

"Neden?" diye sordum; orada adet öyleymiş, bir editör beğenirse ikinci bir editöre daha okuturlarmış. Herhalde ilk editörün yanlışlıkla beğenmiş olması ihtimaline karşı önlem olarak.

"Peki" dedim, "o ne kadar zamanda okur, siz ne zaman yanıtlarsınız?"

"En erken bir ay."

Gene beklemeye başladım. Aradan iki ay geçti. O arada 17 Ağustos depremi oldu. Çorbada tuzum olsun istedim ve depremzede çocuklara gitar falan çalmak için kalktım Adapazarı'na gittim. Ama oradaki manzarayı yakından görünce gitarı bir yana bırakıp yardım malzemesi dağıtmaktan çocuk bakıcılığına kadar gücümün yettiği her işe koştum.

Günlerden bir gün o telâşenin curcunanın ortasında cep telefonum çaldı. (O zamanlar öyle bir şeyim vardı.) Hattın diğer ucunda tanıdık bir ses: Editör Bey.

"Kötü bir haberimiz var" dedi.

Beğenmediler her halde diye düşündüm. Ama öyle değilmiş. Kitabımın tek ve biricik nüshası Ankara'da oturan üçüncü editöre gönderilirken postada kaybolmuş.

"Ee, ne olacak şimdi?" diye sordum. "Bilgisayarınızda duruyorsa diskete çekip getirin, biz yeniden çıkış alalım" dedi.

Eh, büyük bir jest doğrusu, ilk aradığımda "disket olmaz, buna harcayacak kâğıdımız yok" demişti. Şimdi biraz mahçup oldu her halde, kabahatini telâfî etmek için artık kâğıt ziyan etmeye hazır.

"Peki" dedim.

Ama götürmedim tabii disket-misket.

İki hafta sonra gene aradı Editör Bey, "kaybolan müsveddeleri bulduk, disket getirmenize gerek kalmadı" dedi. Ona da "peki" dedim.

Gene uzun bir sessizlik. Aradan bir iki ay daha geçti. Yine ben aradım.

Editör Bey, uzak bir sesle "diğer arkadaş da okudu; o da beğenmiş" dedi.

Umutlandım. "Sonuç?" dedim. "Yani, beğendik aslında" dedi. Gene uzak. Belli ki kendisi de okumuş o arada.

"Peki" dedim, "sonuç?"

"Cevabımız olumsuz" dedi.

Herhalde bu durumda "niye?" diye sorulur. Ama ben soramadım. Nevrim döndü. Elim ayağım buz kesildi. Öylece kalakaldım.

Yayınevi bürokrasisi mi demeli, bilemiyorum. Birinci editör okuyor, beğeniyor. İkinci editör okuyor, beğeniyor. Şef editör okuyor, o da beğeniyor. Belki o arada, yengeler, enişteler, kargo şirketindeki kuryeler, damdaki kargalar falan da okuyup beğeniyor. Ama cevap gene de "olumsuz".

Dahası, nezaketen de olsa bir gerekçe belirtilmiyor. Kapıya gelen seyyar satıcıya takınılandan daha zarif sayılamayacak bir nobranlıkla sadece "cevabımız olumsuz" deniyor.

İyi, peki.

O zamanlar demek ki nezaketimi hâlâ tüketmemişim. Şimdi böyle bir olay yaşasam, tereddütsüz "ananın orasına kadar yolun var" derim her halde. Ama o gün sadece en sakin ses tonumla "ne zaman geri alabilirim?" diye sordum. "Ne zaman istersen" dedi haşmetmaap.

Pantalonumu giyinmemle sokağa fırlamam bir oldu. O zamanlar ucuzundan da olsa bir arabam vardı. Otobanı uçarcasına aşıp Divanyolu'ndaki yayınevi binasına çıktım, aldım kitabımı.

Belki bu konuyla hiç ilgisi yoktur, ama o gün minik bir ayrıntı takıldı gözüme. Yayınevlerinde hep öyle midir bilemiyorum ama Cumhuriyet'te çalıştığım yıllarda bir tek gözümü oymadığı kalmış haris ve kıt yetenekli bir hıyarın yazdığı bir kitabın müsveddesi tam da kapıdan girerken görülebilecek bir biçimde masanın üzerine konmuştu. Hani "hamil-i kitap yakînimdir" der gibi. Yani, "seni sevmeyen, ahbabımızdır" der gibi

Dönüş yolunda "acaba kimlerle arkadaşlık eder, kimlerle içip kimlerle sıçar, hangi ortamlarda bulunup kimlerin dedikodusunu yapar, kimlerle aynı lâzımlığa oturur bu editör tayfası?" diye düşünmeden edemedim.

Vardır her halde onların da eşinip çöplendikleri kendilerine ait bir sosyal ortamları.

Eve döndüğümde kitabımın artık iyice ellenmiş, kirlenmiş olan tek kopyasını bir kez daha gözümden ve gönlümden ırak bir dolap rafına kaldırıp, üstüne tonlarca ağırlık yığdım ve "bir daha kitap-mitap yazar da bastırmak için birinin kapısını çalarsam sıçsınlar ağzıma" diye iddialı bir de yemin ettim.

Bu yeminimi elimden geldiğince tutmaya çalıştım şu ana kadar.

Çok sonraları başlangıçta bu sitenin bir parçası olan "Nereye" bölümünü gören bir yayıncı arayıp "galiba basılmamış bir kitabınız var, biz basmak isteriz" diyene kadar da o konuyu aklıma getirmedim. Sakin adammış, onca olayın öfkesiyle hart-zort etmeme aldırmadı, aylar boyunca elinde sakız etmeden hızla okudu ve bekletmeden bastı kitabı.

Nereye'nin basıldığını gördüğüm gün, bayram hediyesi almış minik çocuklar gibi sevindim. Mutluluktan hovırkraft oldum İstiklâl caddesi boyunca Tünel'e doğru yürürken. Ama daha evvel içimde kopmuş olan bazı teller yine de kopuk kaldı.

Kitabım basıldıktan sonra kimine eş-dost kontenjanından, kimine mecburiyetten imzalayıp hediye ettiğim Nereye'ler de aynı suskunluk duvarına çarptı. Benimle ahbaplık etmeye pek meraklı, fikirlerime pek "hayran" dostlardan -birkaç istisna hariç- kitabımı okuduklarına dair en ufak bir yansıma alamadım. Kara deliklerde kaybolup gitti gönderdiğim ışık.

Zaman zaman sohbet arasında kitabımın içinde geçen bölümleri anlattım onlara "biliyorlar mı" diye yoklamak için. Gördüm ki konuyu ilk kez o an işitiyorlar. Belli ki okumaya vakit bulamamışlar.

* * *

İnsan ne için kitap yazar?

Nereye'yi yazdığım "yoğun" günlerimde hızımı alamayıp başladığım ve önemli bir bölümünü yazıp bitirdiğim birkaç kitap daha vardı. O günden sonra hiç birine tek satır eklemedim. Hatta açıp bakmadım bile. Kaydedildiği disketler bozulmuş mudur sağlam mıdır onu bile bilmiyorum. Merak ettiğim de yok artık.

Yine o sıralar harıl harıl şarkı yazıyor besteliyordum. O konuda da hızım kesildi. Onlara da dönüp baktığım yok.

"Yazacaksın da ne olacak?" diyorum ister istemez. "Canın acıyacak." Kitapçı dükkânlarının kapısından içeri bugün de adımımı atamıyorum. Atınca kötü oluyorum çünkü. O dışlanmışlık duygusu mıh gibi saplandı kaldı içime. Taşa kazınır gibi kazındı.

Yazı-çizi işleri çoğu zaman para getirmez, biliyorum. Hatta karnını bile doyuramazsın bu işlerle. İyi ki de öyle. En azından gözünü para hırsı bürümüş bazı yamyamlar bir de bu alana el atmıyordu yakın zamana kadar. Bu gibi işler de bizim gibi ipsiz sapsız tayfasının ilgi alanındaydı yalnızca.

Ne var ki, "sanatçı"nın pek matah bir şey olarak görüldüğü "seçkin" çevrelerde egosu şişkinleşmiş ne kadar çocuk irisi varsa, bir şekilde yazar, ressam, müzisyen falan takılmak istiyor artık.

Kaba bir tabirle söyleyeyim: Beyaz Türk'ün karnı doydu ve şimdi de malûm mıntıkası kalktı. Roman Polanski'nin Tess filmindeki telmaşa kont gibi kaç paraysa bastırıp asalet satın almaya geldi sıra.

Buyursunlar, bence sakıncası yok. Ama işte, tüm zayıflığınla insansın. Kırk yılda bir bir şeyler yazıp çizdiğinde, onu bastırabilmek istiyor ve bunun için bile olmadık dirsekleşmelere, ayak oyunlarına, hoyratlığa göğüs germek zorunda kalmak istemiyorsun. Çelmeyi yiyip yere kapaklanınca küsüp vazgeçmekten daha fazlası gelmiyor elinden.

Zaten postu bir cemaate, tarikata, siyasî elite, locaya, loncaya, meyhane masasına sermiş birilerinin sadece kitap yazarak bile eşek yüküyle servet kazandığı bir ortamda yazdığın kitabı bastırabilsen bile depolarda çürüyor, kendi okur kitlene dahi ulaşamıyorsun.

Bu uzun anlatıda özetlediğim heves kaçırıcı olaylar olmadan önceki ruh halimle iki haftada bir kitabı bitirebilecek kadar enerji ve istek dolu olduğumu hâlâ hatırlayabiliyorum. Söyleyecek ne çok sözüm, başlanmış romanlarım falan vardı o vakitler. Şimdi olduğu gibi duruyorlar. Bitiresim gelmiyor. Bir rüzgârdı, geldi geçti. Şimdi her şey sütliman.

Zaman içinde yazıp çizdiklerimi talep edip basan bir yayınevi de oldu. Ama içimde çöreklenmiş, elimi kolumu bağlayan o kırgınlık duygusu gene de eksilmedi.

Sitemkâr mıyım? Hayır. Bu bir yenilginin hikâyesi aslında. Piyasa ahlâkının karşısında hezimete uğrayan romantizme dair bir hikâye. Kahramanı, ben ve benim gibiler. Artık biliyorum ki, büyük yazarlar bunun bin katı sorunu göğüsleyip yine de yazmayı sürdüren kişilerin arasından çıkıyor. Koşullar ne olursa olsun, yazma aşkını yitirmeyen, ödül-mödül vefa-mefa ummadan, papaza kızıp oruç bozmadan, kafasını bulandırmadan yazıp duran insanların arasından çıkaıyor büyük yazarlar.

"Unutamayan Adam" diye bir film seyretmiştim bir aralar; o filmin finalinde durumumu anlatan bir cümle vardı: "İnsanların çoğu daha sonra hatırlamak için bir yerlere yazar aklındakileri; ben unutmak için yazıyorum."

Öyle diyordu filmdeki yorgun zihinli adam.

Ben de aynı nedenle yazıyorum sanırım. Ama giderek arası seyrekleşiyor yazılarımın.

* * *

Nereye'den bir bölüm: Geride kalan Eylül'ün tatsız tortuları →

Yorumlar

Bizler okur olarak bir kitabı elimize aldığımızda onun hangi serüvenlerden geçerek bize ulaştığını bilemiyoruz tabii. Küsmek de öfke gibi baldan tatlıdır her halde. Ama yazar sadece kendi egosu için değil, biraz da vazifesi olduğu için yazar. Ve bu vazife yazım işi bittiğinde değil, kitap okuyan kişinin eline ulaştığında biter.

Sanırım yazarın sorumluluğu da kitap okura ulaşmadan bitmemiş oluyor. Yani, sadece yazmak değil, onu alıcısına ulaştırmak da yazarın sorunlulukları arasında. Bundan kastettiğim tabii ki "pazarlamacılık" değil, okura karşı taşınan ödevin eksiksiz yapılması.

Diğer yandan, belli ki insan egosu devreye girdiğinde bir sürü kötü kitap bir sürü iyi kitabı dirsekleyip öne geçebiliyor olmalı. Bunu anlamakta ben de zorlanıyorum. Bir de, bu tarz sahici deneyler varken, yazarların neden bunlardan hiç (ya da pek) söz etmeyip ha babam "çiçek böcek hissiyat" edebiyatıyla vakit harcadığını anlayamıyorum.

Murat Demircioğlu - 19 Haziran 2007 (8:47)

Sizin deyiminizle "bilincimizin musluğunu emanet ettiğimiz" yazarlara nedense şartsız bir güven besliyoruz. Onların da insanî zaaflarının olabileceği pek aklımıza gelmiyor.

Belki de yazarlar en içten oldukları zamanlarda bile bazı şeyleri kendilerine saklıyorlardır. Ya da, ne bileyim, belki gerçek kendileriyle olmak istedikleri kendileri arasındaki bir hesaplaşmadır yazdıkları şey.

Kimbilir, belki de çoğu yazarın sadece ve hep "derin" duygulardan bahsediyor oluşu ondandır. Bu hazretleri okuduğunuzda sanırsınız ki yemiyor içmiyor sıçmıyor, gün 24 saat seviyor seviliyor, insanlığın geleceğini düşünüyor.

Aygün Hasdal - 19 Haziran 2007 (9:16)

Kitapçıdan alıp okuduğum bir kitabın böyle zorluklarla bize ulaştığını bilmiyordum. Hep zannederdim ki yazar romanını yazar ve yayıncı kutsal bir emanet gibi onu alır, basar, biz de okuruz.

Böyle bir ortamda yazar olmak delilikmiş, onu anladım.

Güven Atamer - 22 Aralık 2008 (19:38)

Sanırım Samuel Becket'in bir sözüydü: "Sanatçılar yenilgilerinin üzerinde yükselir." Yazınızda anlattıklarınızı yakından yaşayan birisi olarak sizi çok iyi anlıyorum…

Mehmet Atılgan Aslan - 20 Ocak 2009 (20:40)

Bu yazıya epey bir zaman önce rastlamış ve sonrasında Nereye?'yi alıp, o yolculuğun bir parçası olduğumu çoğu kez hissederek okumuştum. Kitap bir gezi kitabı olmaktan çok ötede şüphesiz. Yazarın üslubunun derinliği, iç dünyasındaki karmaşada kendime dair bulduğum izler, belki de "çekip gitmenin" o anki cezbedici hali, soluksuz bir okuma yaşattı bana. 'Nereye?' kitaplığımdaki değerli kitaplar arasına girdi bile…

Kitabın yayımlanma serüvenini anlatan bu metni ise biraz önce bir kez daha okudum ve bir kez daha kendimden paylar biçtim. Genç bir yazar olarak geçtiğim sürecin benzerliği belki defalarca beni bu yazıyı okumaya itecek. Hâlâ yadırgasam da, yakınlarımızın yazdıklarımızı okuyacak son kişiler olduğu bir gerçek.

Hakikaten de, yazmak-çizmek imdat mesajını şişeye koyup denize salmak gibi. Uzaktaki okurlardan medet umuyoruz her zaman. Uzakta mutlaka bir okur oluyor. Sesini duyuyor ya da duymuyoruz ama uzaktaki o okur için yazıyoruz durmadan.

Ben de uzaktaki bir okur olarak sadece sesimi duyurmak istedim…

Kadim Gültekin - 1 Mart 2009 (01:38)

Nuri Bilge Ceylan da bir mülâkatında "benim için film çekmek ruh ikizime mektup yazmak gibi bir şey" demişti.

Seyit Balkuv - 1 Mart 2009 (23:04)

Kendi içinize karşı hassas, dış dünyadaki öküzlere karşı duyarsız olmayı başarırsanız, daha çoook eser verirsiniz. Ama bu "bakın ben ne kadar da hassasım, insanlar beni anlamıyorlar, hep kırıyorlar" tavrını bırakın. İnsanlar sizin kadar hassas olsaydı size ihtiyaç duymazlardı bir sanatçı olarak. Küfredip geçmeyi bilin.

Kızıl Maske - 13 Şubat 2011 (08:14)

Değerli Kızıl Maske, sanırım size bir teşekkür borçluyum. Birkaç cümleyle hayatın anlamını özetlemişsiniz. Tevazu göstermenize gerek yok, böyle derin fikirler taşıyıp, bunları bu kadar yalın ve net ifade edebildiğinize göre, bence siz benden ve muadillerimden kat be kat yeteneklisiniz.

Yorumunuzdan anladığım kadarıyla, Derkenar'a yazılan yazılar "eser" sıfatını taşımıyor.

Merak ettim, meselâ yukarıdaki anlatının girişini şu şekilde düzeltsem:

"İlya İlyiç inzivaya çekilmişti epeydir. 'Kimin için yazıp çizeceksin ki?' diye düşünmekten ve kendisine acıyıp durmaktan yorgundu. Madem çizerliğe sırt çevirmişti, sızlanmayı bir kenara koymalı, hiç olmazsa bir şeyler yazmalıydı."

Sonunu da şu şekilde değiştirsem:

"Peter, Paul and Mary onun ne kadar hassas olduğunu anlayamamış, öküzlük üstüne öküzlük etmişlerdi. İlya İlyiç hepsinin anasını, danasını, ebesini, bebesini, feriştahını, yedi cücelerini ve pamuk prensesini sinkaf edip kalayladıktan sonra yeni eserler vermek için kolları sıvadı."

O zaman bu şey bu haliyle eserden sayılabilir mi? Bir bankanın ya da holdingin yayınevinden kitap olarak yayımlatabilir miyim? Var mıdır elimden tutup kitabımı bastırtacak hatırlı bir ahbabınız?

Ha, bir de, merakımı celbetti. Kendinize "Kızıl Maske" gibi hoş bir mahlâs seçtiğinize göre, çizgi romana meraklı biri olmalısınız. Tenezzül buyurursanız, Derkenar'a çizgi roman(cı) eleştirileri de yazar mıydınız? Ya da varsa bir blogunuz falan, adresini bizimle paylaşır mısınız?

Müsterih olun, gerçek adınızla da yanıtlayabilirsiniz. Burada kimseye küfredilmez.

En içten hislerimle…

İnternete düşmüş ağlak yazar: Necdettin

Maskesiz - 14 Şubat 2011 (19:32)

Kendisi de internet alemindeki klavye savaşlarından payına düşeni almış biri olarak, yorumuma en garantili açıdan -kendiniz için en garantili- girişmişsiniz. Ellerinize sağlık;)

Ama benim demek istediğim şuydu: İnsanların yüzde doksan sekizi kaba ve duyarsızdır. Sabah evden çıkıp akşam dönene kadar hep bu insanlarla muhatap oluruz. Bunu bir olgu olarak kabul ederseniz ve onların tepkilerini değerlendirmeye almamayı başarırsanız, içinizdeki yaratıcı enerjileri (libido sapmalarını:) yeniden canlandırabilirsiniz.

Size hâlâ ihtiyacımız var. 90'lardaki Değişim Rüzgârı iyiydi. Şimdi ise sizden Çöküş diye bir çizgiroman beklemek çok mu yanlış olur. Siz çizmezseniz kim çizecek? Kenan Yarar mı?

Blog yazılarınızı kitap haline getirebilirsiniz tabii ki. Ama kendisi de kitap sahibi olan biri olarak, selüloz üzerine basılmış mürekkebin daha bir etkili, daha bir ciddi, daha bir manalı olduğu da muhakkak. En azından daha havalı. (Bakın burada pas atıyorum, bunu gol yapamazsanız yazıklar olsun.;)

Kızıl Maske - 15 Şubat 2011 (03:24)

Değerli Kızıl Maske, zeki ve belâgat sahibi biri olduğunuzdan kuşkum yok ama neden son 15 yılımın hulâsası olacak bir çizgi romanın adının "Çöküş" olmasını uygun buldunuz, ona kafam basmadı. Çok mu "çökük" görünüyorum yazılarımda?

Maskesiz - 15 Şubat 2011 (10:25)

Sizin çöküşünüzü (eğer hayattaysalar) anne babanız ve yakın çevreniz dışında kimse umursamaz:) Ben yüzüncü yılını doldurmasına artık şüpheyle baktığım Türkiye'nin çöküşünden bahsediyordum.

Kızıl Maske - 15 Şubat 2011 (10:50)

Haaa, anladım.

Affınıza sığınarak, daha önceki yorumlarımda cömertçe sarf ettiğim övgülerin bir kısmını geri alıyorum.

Size hayatta başarılar dilerim.

Maskesiz - 15 Şubat 2011 (11:33)

Artık dayanamıyacağım… Balyoz, darbe gündeminden sıkılıp "Derkenar"a sığınayım dedim; bu kez de karşıma şövalyeler kavgası çıktı. Kusura bakmayın, yırtık çoraptan çıkan başparmak gibi düellonuza karışmak istemem ama, kötü huyum gereği yine duramadım.

Sayın Kızıl Maske ile Maskesiz kahramanlar, nedir birbirinizden alıp veremediğiniz?

Dikkat ettim Üstâd Necdet Şen yukarıdaki yazısını 8 Haziran 2003 yılında yayımlamış… Siz de aradan sekiz yıl geçtikten sonra mevzuya dahil olmuşsunuz.

Bu arada yazı hakkında fikir beyan etseniz eyvallah diyeyeceğim ama, karşılıklı iltifat mı yapıyorsunuz, dokundurma fiili içinde misiniz? Hakikaten anlamış değilim.

Üstelik biriniz (hanginizse) necip halkımızın yüzde doksan sekizini kabalıkla suçluyor, (demek ki nazik zat-ı muhterem kalan yüzde ikinin içinden sesleniyor) ayrıca ülkenin yüzyıllık istîkbâlinin de çöküş ile neticeleceğini müjdeliyor.

Diğer kahramanımız da içinde bulunduğu halet-i ruhiye sebebiyle olsa gerek, iadel-i taahhütlü göndermediği bol kepçe teveccühlerini geri alıyor. (Nasıl olacaksa?)

Değerli şövalyeler, istirham ederim meramınızı daha açık bir ûslupla ifade eder misiniz? Bendeniz daha fazla tahammül gösteremeyeciğim aranızdaki derin muhabbete.

Yoksa mecburen rîcad edeceğim, balyoz sesi efektli, darbe soslu ileri demokrasi rüzgârlarına.

Lâf aramızda, "Derkenar" seyahatimin de içine ettiniz hani…

Kadîm silâh arkadaşınız, Maskesi Pembe!

Macit Cününoğlu - 15 Şubat 2011 (12:53)

Toplumun farklı düşünen ekseriyetine yüzde vererek hakaret etme standartları uyarınca;

%60 Aziz Nesin'in kitaplarını satın alıp okumayan, %92 ise 12 Eylül anayasasına "evet" oyu veren seçmen kitlesine tekabül etmektedir.

Lâkin, kayıtlarımız arasında %98 rakamına tekabül eden herhangi bir çiğlik alâmeti bulunamamıştır.

İşbu rakam, muhtemelen Kızıl Maske (ve muhtelif) kod ad(lar)ıyla orda burada vur kaç yaparak sıvışan ve saklandığı köşesinde "keh keh, nasıl sinirini bozdum yazarın ama" diye kendi yaralarına pansuman yapan sayın vatandaşımızın börkeneğinden çıkmış olabilir.

Değerli halkımıza ilânen duyurulur.

Devlet İstatistik Enstitüsü - 15 Şubat 2011 (16:37)

Merhaba,

Ben şu an kitabınızı okuyorum, basılalı çok uzun zaman olmuş ama yeni fırsatım oldu.

Aslında alalı 4-5 sene oldu ama birden okumak geldi içimden. Açıkçası ilk sayfalarda off yine mi ağdalı ve şiirsel cümleler kullanmaya ve kendini yazar sanmaya çalışan bir gezgin daha demiştim.

Genelde gezginler kitap yazınca kendilerini edebiyatçı sanmaya başlayıp edebi ve şiirsel cümleler kurarak bütün okuma hevesimi alırlar. Ama, o da ne? 13 yaşından beri kitap okuyan ve şimdiye kadar yüzlerce kitap okumuş ben, bu yazı tarzına bayıldım.

O kadar samimi ve akıcı yazılmıştı ki, sanki birlikte yolculuk ediyoruz. hani hiç bitmesin dediğin kitaplar vardır ya, hah işte tam da öyle olmuş.

Gittiğiniz yerlerle ilgili başka kitaplar da okudum, onlarca farklı belgesel izledim, yani çok da farklı şeyler yok kitapta.
Fakat o kadar güzel bir anlatım dili var ki, şimdi google a başka kitabı da var mı diye bakmak için girdim ve bu site çıktı karşıma. İnşallah vardır.

Oğuzhan Yileç - 26 Temmuz 2015 (03:42)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

91
Derkenar'da     Google'da   ARA