Patronsuz Medya

Cenaze Sosyetesi

Necdet Şen - 6 Nisan 2002  


Yaratan geçinden versin vermesine de, eninde sonunda hepimiz emaneti asıl sahibine teslim edeceğiz. Mahkeme kadıya mülk değil neticeten.

Gel gör ki, bendeniz televizyon kameralarını ve o kameralara poz kesen Cenaze Sosyetesi'ni kendi cenazemden peşinen kovuyorum.

Cehennem olun gidin ulan! Siz ayaküstü iş ilişkilerinizi bağlayın, ahbaplık tazeleyin, televizyona demeç verin, piyasa yapın diye mi öldük biz?

Temaşa çağında şöhret bir meslektir efendiler! Bu mesleği seçen herkes, ya rolünün gereğini yapar ya da adı uyumsuza, densize çıkar.

Eskiden "acaba ben öldüğümde kaç sütunluk haber olurum, cenazeme kim gelir kim gelmez?" diye düşünürken yakalardım kendimi. Şimdiyse şunu merak ediyorum: Bunu düşünmeyen meşhur var mıdır?

Cenazeler, ama özellikle de ünlü kişilerin cenazeleri, epeydir birer sosyal faaliyet haline gelmiş durumda. Bir nevî kokteyl parti ya da maskeli balo sanki.

Kuyruğu titreten kişi medya, siyaset ya da iş dünyasından hatırı sayılır birisiyse ve haber merkezleri için haber (yani sansasyon) değeri taşıyorsa, cami avlusu "meşhur sima" avına çıkmış muhabir, kameraman ve o kameralara "yakalanmak" için kıvrak vücut çalımları yapan histerik ünlülerle dolup taşar.

"Aaaa, siz de mi buradaydınız Kamber Beyciğim?"

"Ohooo, üstadım, nasılsın yahu görüşmeyeli?"

"Bir yerlere kaybolma da cenazeden sonra bi yerde oturup iki çift lâf edelim!"

"Hişt, bak, filânca da buradaymış!"

"Baksana, yanında da kim var! Dargın değil miydi bunlar?"

"Az önce beni nasıl şapır şupur öptü, gördün diy mi? Halbuki elinden gelse gözümü oyar şerefsiz!"

"Aaaaah! Rahmetli de amma matrak adamdı! Biraz pintiydi gerçi!"

"Aaaaah! Çok severdim ben onu aksiliğine rağmen!"

"Alkolü bırakmış mıydı?"

"Yok abi, ne gezer, karısı sokağa attıydı rahmetliyi alkol yüzünden!"

"Aaaah, nur içinde yatsın, öldü gitti işte!"

(Hepsi birden, derinlerde bir yerde) "Evet, oh, o öldü, ben hayattayım!"

(Hepsi birden, yüksek sesle) "Özleyeceğiz keratayı!"

Ölüm, gecikmiş bir masumiyet belgesidir

Yıllar önce televizyon ekranında, hani şu "memleketin gurur duyduğu" meşhur katillerimiz var ya, onlardan birini görmüştüm.

Öldürdükleri bir PKK gerillasının çırılçıplak soydukları bedenini kameraya peşkeş çekiyordu. Daha 18 yaşında bile değildi belli ki o katledilmiş kızcağız. Belki onu annesi bile çıplak görmemişti ergenlik çağından beri ve şimdi o bakire kızın toza, baruta ve kana bulanmış çırılçıplak cesedi benim cesetsever halkıma seyirlik malzeme oluşturuyordu.

Öldürdüğü düşmanına hoyrat davranan, saygı göstermeyen hatta kimi zaman cinsel tacizde bulunan "kahraman"lara dünyanın her yöresinde rastlanabilir. (Çırılçıplak soymak, ölüyü tacizdir; hatta tecavüz.) İnsan haklarının dile getirilmesinin bile "vatana ihanet" sayılabileceği ve dile getiren için hayatî tehlike arz edebileceği dönemler yaşanabilir. Bu tarz "kahraman"lar işte öyle zamanlarda çıkar ortaya. Kişinin leşleştiği anlardır öyle anlar. Günün birinde adaletin karşısına dikilip sigaya çekildiklerinde de onların nasıl "korkusuz" ve nasıl "gözü kara" oldukları anlatılarak aklanmaya çalışılırlar.

Oysa korkusuzluğun aslında bir tür duygusuzluk ve empati yoksunluğu olduğu, bu gibi "korkusuz" insanların daha çok psikopatların arasından çıktığı gerçeği es geçilir.

Düşmanlık duygusu, zaten başlı başına gayrı insanî bir duygu olup, ne vatan sevgisi, ne de dış tehdit gibi gerekçelere dayandırılamaz. Kaldı ki, düşmanlığın meşru sayılabildiği savaş ortamlarında bile, ölen insana gösterilmesi gereken asgarî saygı düzeyi korunmak zorundadır.

Hz. Ömer'e mal edilen bir öykü çok anlamlıdır o bakımdan:

Ömer, bir savaş ortamında düşmanını çökertir, tam kılıcını saplayacakken, öleceğini anlayan düşman askeri, Ömer'e galiz bir küfür sallar.

O an kılıcını yere indirir Ömer ve "var git, gözükme gözüme" der, kovalar adamı.

Olayı izleyen başkaları sorarlar daha sonra "neden bıraktın küffarı" diye.

Şöyle der Ömer:

"Ben onu savaş koşullarında, Hâk adına öldürmek üzereydim; ama o bana söverek öfkemi kabarttı. Eğer o andan sonra onu öldürseydim, kişisel nedenlerle öldürmüş olacaktım."

Ölüm, zengin ya da yoksul, mühim ya da sıradan, günahkâr ya da masum, tüm yaşayan varlıkların eşitlendiği noktadır ve hiç kimsenin muafiyeti yoktur ölüm karşısında. Ölüm, hangi dine, hangi ideolojiye, hangi felsefeye inanırsak inanalım, tüm insanlığın ibret dersi çıkaracağı tek ortak gerçeğimizdir. O nedenle, biriyle o yaşarken alıp veremediğimiz ne olursa olsun, öldüğü an bir bebek kadar masum sayılır. Artık ne tekrarı vardır bu durumun, ne temyizi, ne de bir sonraki raundu. Bitti. Son. Kavgan varsa kavgan bitti, muhabbetin varsa muhabbetin… Haklılık/haksızlık, doğruluk/eğrilik, ak/kara, didişmen tartışman bitti. Ondan sana gelecek olan tehdit ve saldırganlık bitti.

Buna rağmen, tut ki kendi ellerimizle öldürdüğümüz ya da sadece ölümüne tanık olduğumuz kişiye karşı hâlâ nefret ve öfke besliyor, onun ölüsüne bile düşmanlık gütmeyi sürdürüyorsak, sadece o ölüye değil, insanı insan -hatta hayvanı hayvan- yapan tüm değerleri kapsayan merdivenin en alt basamağına düştük demektir. Onun için belki bir Fatiha okumak, nefret erbabı içinse yas tutmak gerekir. İçini nefretle karartmış insan, yaşayan bir ölüdür çünkü. Ölmekten daha beteri budur işte.

Ölüyü aşağılamak, ölüyü teşhir etmek, ölü üzerinden kavga ya da polemik sürdürmek, ölüye rol biçmek, ya da onun sağlığında yuttuğumuz ithamları o öldükten sonra ifşa etmek, kelimenin en özlü anlamıyla kendimize aşağılık bir rol biçmek demektir.

Çünkü ölüme yenik düşmüş beden, artık dokunulmazlık kazanmış bir bedendir. Onu öldüren sen bile olsan, saygı göstermek boynunun borcu, kaçınılmaz insanlık görevindir.

Ölüm kendine getiremiyorsa kişi oğlunu, başka ne getirebilir?

Tekrar cami avlusuna dönersek…

Bizim zevat, hâlâ (varsa eğer) kameralara poz vermeyi, kartvizit değiş tokuş etmeyi, "başka kimler gelmiş?" diye etrafı kolaçan etmeyi sürdürüyor. Nasıl ki resim sergisinin kokteyline gidip de bir anlığına bile olsa resimlere dönüp bakmayan, ha babam etraftaki insanlarla sohbeti koyulaştıran, ama o arada "daha mühim" biri gözüne ilişirse, anında yanındakini satıp diğerine aborda olan kokteyl zevatı gibi, cenazelerde de bir hiperaktivite, bir sosyal faaliyet, bir kendi kaçınılmaz cenazesinin popülaritesine yatırım ki, sorma gitsin.

E, öyle ya, ya o öldüğünde cenazesi yoksul ölüsü gibi kalkarsa? Şimdiden davetliler listesini garantiye almak lâzım. O nedenle midir bilmem, cenazelere en çok yaşı kemale ermiş kişiler rağbet eder. Hatta tanısın tanımasın, hiç bir "mühim" kişinin cenazesini kaçırmayan bazı ak saçlı ünlüler bilirim.

Kuzguncuk sırtlarındaki Mevlevî mezarlığının girişinde biri dolu biri boş iki mezardan oluşmuş gösterişli bir zengin mezarı görmüştüm yıllar önce. Soy adları "ertesi gün" gibi bir şeydi. Kardeşlerden hayatta kalanı, daha önce ölen biraderinin mezarının yanına kendisininkini de yaptırmış, mezar taşını diktirmiş, doğum tarihini, soy sop kütüğünü ve "ruhuna Fatiha" yazısını yazdırmış, bir tek ölüm tarihini boş bırakmıştı.

Organizasyon birinci sınıf. Allah geçinden versin, ünlü emprezaryo belli ki çok sağlamcı biri, işin Fatiha kısmını bile geride kalanlara bırakmamış. Ölümünden sonraki beşerî, içtimaî durumunu, pozisyonunu inceden inceye tasarlayan, cenaze protokolünü, defin işlemlerini sağlama alan böyle akıllı adem oğulları var işte. Hani elinden gelse, Münker'le Nekir'e de önceden kartvizit ilâveli kuru baklava gönderecek.

Bazıları için cenaze, hatta kendisininki bile bir sosyal etkinlik.

Dahası, eşinin, ebeveyninin, kardeşinin cenazesine bütün tanıdıklarını telefonla çağıranları, cami avlusunda ev sahibi/sahibesi tavrıyla fıldır fıldır dolanıp herkesi hoşlayan, tanışmayanları tanıştıran, üç beş cümlelik sohbetten sonra başka "masaya" konsomasyona giden "hayat dolu" cenaze sahiplerini bilirim. Sanki cenaze kaldırmıyor da, oğlanı sünnet ettiriyor.

"E, naapsın, üzülmek çok mu matah?" diyebilirsin.

Yerine göre tabii ki matah muhterem dostum.

Ol kişi evlâdıdır ki, üzüntüsünü ya da sevincini bile rolünün gerektiği kadar yaşayabiliyor, ense kökündeki buyruğu "kendisi" olmasını engelleyecek kadar derin bir itaatle dinliyorsa, vah ona, vahvahlar ona.

İçi kan ağlıyorken duygularını bastırıp sosyal faaliyet havasında olmaktansa oturup zırıl zırıl ağlamak, belki daha sakil, ama yine de daha doğal olurdu.

Sanma ki bu hakir, bir vakitler kendi babasının cenazesinde dediği gibi yapmıştır. Hayır. O da şaklabanlık yapıp hazirunu güldürmüş idi. Sanki teşrif edenleri ağırlamak, hoşnut kılmak göreviymiş gibi. İçini yaralayan, kendisini yetim bırakan, ondan sonraki yıllarında kafasının bir yerinde hep varlığını sürdürecek olan bir kopuş, ayrılık, "cici çocuk" olma buyruğunu aşıp da bilincine ulaşamamıştı bîçarenin.

Herhalde doğal olmayı göze alamıyordu. Ya da… Kim bilebilir?

Ne var ki babamın ölümünden bu yana geçen şunca yıl boyunca katıldığım birçok cenazede -ki, bazıları da "meşhur" cenazeleriydi- şunu gördüm:

İnsanların çoğu defin törenlerinde hesaplı bir suratla dolanıyor ortalıkta. Şişkinleşmiş egolar, "cenazede ne giymeliyim" kaygıları, tanışma fırsatları, poz kesmeler, kapatılamamış hesaplaşma defterleri, uzaktan kesik atmalar, yok saymalar, kıl olunan kişiyi görmezlikten tanımazlıktan gelmeler, taşı gediğine oturtmalar, buluşmalar, cilveleşmeler, timsah gözyaşları, basmakalıp taziye mesajları, "kim çelenk göndermiş" diye etrafı kolaçan etmeler, "cenaze namazı kılsam, millet benimle dalga geçer mi?" ikirciklenmeleri, cami avlusunda "öteki dünya palavradır, din afyondur" çiğlikleri, çalan cep telefonları, "arabayı nereye park etmiştik" telâşı, "mezarlığa da gidecek misin" soruları ve "hayır, falan yerdeki sergi açılışına yetişicem" yanıtları, ayrı ayrı gelip kol kola çıkmalar, yıllar yılı arayıp sormadığı kişinin ardından, sırf öldü diye "severdim" yalanları, pişmanlık ve ölüm korkusu ve bilumum dünyevî hesaplar ve maskeli kaşarlanmış duyarsızlaşmış suratlar…

Cenazeler, sosyal ilişkilerin tazelendiği ve ölen kişiye organizatör rolünün yüklendiği bir "piyasa" yeridir. Hele sağlığında değeri bilinmemiş, unutulmuş, hakkı yenmiş, küstürülmüş bir insansa cenazesi kaldırılan o kişi, kendimi bütün o riyakârlar sürüsünün bir ferdî gibi hissetmekten kendimi alamam. Televizyon kameraları da olacaksa, içim kan ağlayarak da olsa gitmem sevdiğim dostumu uğurlama törenine. Yok, gidersem de, cami avlusunun en kuytu köşesinde durur, ortalıkta görünmemeye çabalarım. Aramızdan ayrılanı kendi bildiğimce, içimden coşan sevgiler, muhabbetler ile uğurlarım.

Belki o nedenle, belki de başka nedenlerle, hiç hazzetmem şu "şöhret" denen şeyden ve elimden geldiğince ortalıkta görünmemeye, medyatik olmamaya özen gösteririm.

Çünkü endişeliyim arkadaşlar, ya ipin ucunu kaçırır da meşhur olursam ve kuyruğu titrettiğimde cenazem yukarıda anlattığım soytarılıkların resmî geçit yaptığı bir panayıra dönüşürse?

Ya beni de Uğur Mumcu'yu ya da Barış Manço'yu gömdükleri gibi gömerlerse? Ya reyting manyağı televizyonların ağzına ucuz malzeme olursam? Ya bu kaşarların verdiği gaz yüzünden bir iki tane ergenlik çağı genci "necdet ağbim yoksa ben de yokum, hadi eyvallah" deyip kendine kıyarsa?

Oh, neyse ki çok uzağım bunlardan, pop starı olacak yaşı geçtim, muhtemelen yırttık arkadaşlar! Yaşasın!

El Fatihaaa!

Durup dururken nereden mi çıktı bu ölüm ve cenaze mavrası?

Sakın bunalımdayım, gözüm toprağa bakıyor falan sanmayın, valla keyfim yerinde. Hatta bayaa bayaa yerinde, nazar değmesin! Ama zihnim berrak sağlığım yerindeyken -neme lâzım- ben vasiyetimi edeyim de artık takipçisi siz olun.

Ey cemaat! Cenazemde televizyon kamerası, fotograf makinesi, çelenk falan görmek istemiyorum. Devlet erkânını, Hülya Avşar'ı, Bedri Baykam'ı, Yunus Bülbülses'i de görmek istemiyorum. Hatta mümkünse hiç birinizi görmek istemiyorum! Ben kendim yolu bulur giderim.

Blöf yapmıyorum haa, eğer bu uyarımı dikkate almaz da ortalığı defileye, kokteyle, panayıra çevirir, alkışlamaya-malkışlamaya kalkar, hele bir de vasiyetimi dinlemeyip kamera falan gönderirseniz, o saat hortlar, tabuttan huruç eyler, üzerinize saldırırım. Sağlığında bu kadar "kavgacı" olan adamın hortlayınca neye benzeyeceğini varın siz hesaplayın.

Anlaştık mı cemaat? Okey! Hadi şimdi ruhuma bi Fatiha…

Yorumlar

Çizgileri kadar yazıları da güzel…

Nuran Argun - 6 Ocak 2014 (22:48)

İsimler değişse de dert hep aynı. Ünlü insanların cenazeleri bir çeşit şöhret ısıtma ocağı. İnanmazsan bak da bak…

"Yakın arkadaşı Zeki Alasya'nın cenazesine katılmak için Levent Camii'ne gelen ünlü oyuncu Aydemir Akbaş canlı yayında adeta isyan etti. Ünlü isimlerin cenazelerinde yaşanan fotograf çektirmelere kızan Aydemir Akbaş, "Hiç konuşacak halim yok. Ben bir şey söyleyeceğim. Ben bir daha bir sanatçı arkadaşımın cenazesine gelmeyeceğim. Yemin ettim bir daha gelmeyeceğim. Gitmek üzereydim, arkadaşlarım çevirdi, kaldım. Hakikaten gelmek istemiyorum. Çünkü acısını yaşayamıyorum. Fotoğraf çektirmeye gelen insanlardan bıktık."

Akbaş: Bir daha sanatçı cenazesine gelmeyeceğim (Vatan)

Kerata Garbo - 10 Mayıs 2015 (20:40)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

501
Derkenar'da     Google'da   ARA