Bir zamanlar bir Ahmet tanımıştım. Çook uzun, neredeyse bir ömür kadar uzun yıllar evvel, çalıştığım dergilerden birinin haber müdürüydü.
Her gazete ve her dergi gibi, orada da fokur fokur kaynayan cadı kazanları, alttan alta çekişen, birbirinin gözünü oyan, klikleşen, didişen insanlar vardı.
Bir akşam iş çıkışı, "hadi gel, seninle bira içelim" dedi Ahmet. Takıldım peşine gittik bir yerlere. Sanırım beni kendi tarafına çekmek, taraftar sayısını bir tık daha artırmak arzusundaydı.
İçtik, söyleştik. O çekiştirdi, ben hınk dedim.
Hatırlamıyorum kaçıncı biraydı, çantasından bir kitap çıkardı Ahmet. Orhan Veli'nin "Bütün Şiirleri". Açtı bir sayfayı, rastgele bir şiir okudu.
"Sarhoş oldum da seni hatırladım yine
sol elim, acemi elim, zavallı elim."
Sonra sordu gözleri dolu dolu:
- "Söylesene, Orhan Veli'yi okuyan birisi kötü olabilir mi?"
- "Olamaz Ahmet Abi" dedim kalın bira bardağının arkasından riyakâr riyakâr bakarak.
- "Değilim zaten" dedi. Tık, yuvarladı birasını. Bıyıklarındaki köpüğü elinin tersiyle sildi.
- "Beni anlamıyorlar."
- "Ben anlıyorum abi."
Anlıyordum tabii ki. O iyiydi. Çantasındaki kitap kanıtıydı bunun. Bilimsel araştırmaların da gösterdiği gibi, dünyadaki bütün kötülükler Orhan Veli'nin şiirlerini okumayan namussuzlar tarafından yapılıyordu.
Daha sonraki yıllarda bol bol iyi insan tanıdım. Kimi kedi beslediği için iyiydi, kimi caz dinlediği, kimi sosyalist fikirler taşıdığı, kimi Yılmaz Özdil veya Çetin Altan okuduğu için, kimi subay kızı, kimi tahsilli, kimi şuralı kimi buralı olduğu için.
Bizim pusulamız ne yanı gösteriyorsa kıble orasıydı. Bu yakadakiler iyiydi, diğer yakadakiler kötü.
Adamlığın birinci şartı, benzerlerimizle safları sıklaştırmak ve dostluğumuza kadeh tokuşturmaktı. Gerisi teferruattı.
Bu kadar basit bir gerçeği göremeyip de hayatı anlama işini kördüğüme çeviren, içinden çıkamayanlar, kısa sürede havlu atıp oyun dışı kalıyorlardı.
Bugün de öyle. Nezih matbuatımızın sütunlarına şöyle bir göz atmak bile iyilikle kötülük arasındaki sınırın gayet net olduğunu görmek için yeter de artar.
Örnek mi lâzım? Derhal! Çeek abime oradan üç tane taze örneek!
Mısır Çarşısı'ndaki patlamanın mahiyetinin muğlâklığı, Yargıtay'ın inatla ve ısrarla "Pınar suçlu" deyişi, birbirleriyle çelişen, her biri ayrı telden çalan uzman raporları, davadaki tutarsızlıklar ve diğer bütün ayrıntılar fasafiso. Gazetelerdeki kanaat önderlerinin Mısır Çarşısı'ndaki patlama (yani Pınar Selek davası) konusundaki yaklaşımlarının ana fikir aşağı yukarı şu mealde:
"Pınar masum, çünkü o güzel bir kadın. Işıl ışıl gözleri var. O bir sosyolog. Hem ayrıca o benim canım arkadaşım. Böyle biri hiç suçlu olabilir mi?"
Hanım kızımızın mahkemeye verdiği uzun savunmanın ana fikri de hemen hemen aynı şiirsellikte:
"Çocuktum, ufacıktım, top oynadım acıktım. Düşlerim vardı. Büyüyünce sosyolog olmaya karar verdim. Tinercilerin ve travestilerin elinden tuttum, yoksulları doyurdum, çıplakları giydirdim. Demek ki ben masumum."
Ayşecik filmi mi bu lan!
Tamam, bu dava bence de insana keçileri kaçırtacak kadar güdümlü ve intikam kokan bir dava. Bence de iler tutar yanı yok. Zaten yerel mahkeme de ısrarla beraat kararı veriyor. Ama bürokratik oligarşinin tasfiye edilmekte olan kanadının, tüm çıkıntılık yapanlar adına güzeller güzeli pehlivan kesim Pınar kızımıza beslediği kin dinmiyor. Dedesinin ve babasının komünistliğinin acısını bu mini mini ayşecikten çıkartacak belli ki. Giderayak üç beş kişinin daha canını yakıp azıcık yüreğini soğutası var.
Böylesine kafkaesk bir davanın sanığı durumuna düşen bir insanın, "ama ben iyi bir insanım" diye özetlenebilecek bir savunma metni yazmasını gene de buradan bakarak anlayabilirim.
Ama be sütun sahibi kardeşim!
Sen ki -sözümona- kanaat önderisin, bari bunu sen yapma. Bu ne biçim bir akıl yürütme şekli böyle? Fikir adamı mısın marka danışmanı mı? Niye bir bombalama davasını, davalının "güzelliği" ve "hoşluğu" üzerinden irdeliyorsun? Kaknem olsaydı meseleye ters köşeden mi bakacaktın? "Kesin suçludur, çünkü tipinde meymenet yok" diye mi yazacaktın o zaman?
* * *
Aslında bu konunun öznesi Pınar Selek olduğu ve hanım sultanımız hakkında yapacağım herhangi bir yorumun "kişisel garez" gibi algılanma ihtimali bulunduğu için, bu düşüncelerimi hiç yazmayacaktım.
Ama benzer bir yorumlama zaafiyetini dün okuduğum bir başka yazıda da görünce, anladım ki, bu tür akıl yürütme biçimi sadece "bizim Pınar" konusuyla sınırlı değil, en aklı başında bildiğimiz insanlarda bile rastlanabilen genetik bir defo.
"Dün evi basılan, hakkında gözaltı kararı çıkan Soner Yalçın gazetecidir. İşi-gücü okumak yazmaktır. Gördüğünüz görebileceğiniz en iyi entellektüellerden biridir. Sahaflardan çıkmayan, bir anda birden çok kitap okuyan, tarihe meraklı gerçek bir aydındır."
Böyle diyor Cüneyt Özdemir Radikal'deki yazısında.
Yani, "Soner suçlu olamaz, çünkü kültürlüdür" diyerek savunuyor onu.
Bu tip cümleleri başka bir köşede görsem belki gene dert etmeyebilirdim. Ama Cüneyt Özdemir, Radikal'deki yazılarını beğenerek okuduğum, zekâsına, basiretine güvendiğim bir yazar. O da böyle böyle falsolu akıl yürütünce, insanın elinde olmadan "sen de mi cüneyit" diyesi geliyor.
Bu tip önermeler çürük önermeler. Savunduğu tezi daha en baştan duvara toslatıyor. Çünkü bu tip önermelerin bir de izdüşümü var:
"Kötü" işleri yapanlar, kitap okumayan, çirkin, sevimsiz, cahil, bizimle aynı ruh iklimini paylaşmayan insanlardır. Keza, siyasî iktidara karşı darbe planlayan generallerle iş tutan, dezenformasyon, yalan dolan haber, kafa karıştırma, askere darbe koçluğu yapmak gibi melânetle iştigal edenler de bizim tanıdıklarımız, bildiklerimiz olamaz; başkalarıdır.
Eğer üç gazeteci, ergenekon, balyoz, kolyoz ve benzeri davalardan dolayı "şüpheli" görülerek tutuklanmışsa, bu da iktidarın basını susturmak için başvurduğu bir yıldırma yöntemidir. Nokta.
Olabilir de, olmayabilir de. Ama bu tarz safsata meşrep yargılarda bizim anlama/yorumlama kabiliyetimizi hafife alan bir taraf yok mu? Aynı anda iki kitabı birden okumakla, darbe planlayanların adamı olmak arasında nasıl bir uzlaşmaz (antagonist) çelişki var?
Tavuğun budunu sona sakladım. Ağzımızda en son onun tadı kalsın diye.
80'li yılların sonlarında, çizerlerinden olduğum Pişmiş Kelle dergisine çizgi roman denemelerini göstermeye gelmiş hevesli bir gençti Bahadır Baruter, kendisini ilk o zaman tanımıştım. Getirdiği örnekleri ilk gördüğümde yeteneğine hayran kaldığım ama sonraki yıllarda bu hayranlığımda epeyce sukutu hayale uğradığım biridir. Neden bilmem, ilk çalışmalarındaki sağlam ve avrupaî desen, yerini daha sonra her biri birbirinden çirkin ve sevimsiz insanların dolandığı, kahramanlarının hep antipatik (veya müptezel) davrandıkları, ürkütücü, sevgisiz bir çizgi dünyasına bıraktı.
Diğer yandan, onun çizerliğe adeta aşkla sarılan, yaptığı işe itinayla yaklaşan, yorulmak bilmeyen çalışma disiplinine de hep saygı duydum.
50 kuşağı çizerleri güzel ve sevimli insanlar çizerlerdi, Leman, Lombak ve benzeri dergilerin çizerleri -birkaç çizer hariç- sadece ucubelerin ve kötülüğün başrolde olduğu şeyler çiziyorlar. Bu hoşuma gitmiyor. Bakamıyorum o dergilere, sayfa düzeninden çizgilere kadar birçok şey beni itiyor.
Tamam, bunun da "sanatsal" bir tarafı olabilir tabii ama ben almayayım, alana da mani olmayayım.
* * *
Buraya kadar söylediklerim, bu çizer kuşağına dair kişisel bir not olarak algılansa yeridir. Konuyla doğrudan bağlantılı değil. Asıl sözünü edeceğim nokta, çizer arkadaşların çoğunda gördüğüm -ve yukarıda kısaca örneklediğim- aksak ve küt akıl yürütme biçiminin karikatürlerin içeriklerine de çoğu kez damgasını vuruyor oluşu.
Özellikle siyasî yorumlarda kendini belli eden bir sığlık, toplumdaki değişimleri içi geçmiş bir ihtiyarın karamsar zihinsel dinamiğiyle algılama, devletin çelik çekirdeğinin diliyle konuşma, siyasî kadroları manen yormayı, bıktırıp, heveslerini kırıp, tacından tahtından vazgeçirmeyi kendine misyon edinmiş izlenimi veren kronik bir husumet, bir tür "mobbing" görüyorum bu karikatürlere bakınca.
Bizim ülkedeki karikatüristler, üç beş istisna dışında, oldum olası gerici bir tavır içinde oldular zaten, bu yeni bir şey değil. (70'li yıllardaki işçi tulumlu, demir yumruklu "devrimci" karikatürleri geçelim, onlar türün en pırıltısız örnekleriydiler.) Nispeten yeni olan şey, üslûptaki sertleşme ve hükümete çakmanın getirdiği tiraj ve parasal kazanç, yani karikatüristin artan ekonomik refahıyla birlikte berraklaşan sınıfsal tercihi.
Bu bağlamda, taze bir örnek olarak, Bahadır Baruter'in Penguen dergisinde yayınlanan -ve tartışma yaratan- son karikatüründen söz edeceğim.
(O dergileri izlemediğimi yukarıda söylemiştim. Gazetelerin internet baskısında bahsedilmeseydi muhtemelen o karikatürden de haberim olmayacaktı.)
Bu karikatürde camide namaz kılan cami cemaati ve en arka sırada cep telefonundan Allah'ı arayıp son rekâttan kaytarmak için izin isteyen "yavşak" bir dindar var.
Arka planda, minberin yanındaki levhada, birtakım arapça yazıların arasında "Allah yok, din yalan" diye bir slogan ve de tavandan sarkan prezervatif biçimindeki avizeler de karikatürün "esprisini" kavrayamayanlar için vurgu işlevi ifa ediyor.
Bu karikatürün etrafında kopacak velvelenin ilk tıngırtıları şimdiden duyulmaya başladı. İlerleyen günlerde protesto ve tartışmaların daha da büyüyeceğini tahmin etmek çok zor değil.
Mizahın ve yerginin bir sınırının olup olmadığı, eğer varsa o sınırın nasıl ve nereye ve kimin tarafından çekileceği konusu, çok sayıda bileşeni olan, epeyce çetrefil bir konu. Ucundan kıyısından değinilerek künhüne vakıf olunamaz. O bağlamda, bu yazı, konuya sadece birkaç noktayla değinmekten daha fazla iddia taşımıyor.
Gırgır türevi dergilerin özellikle de 90'lı yıllardan itibaren saplandıkları banallik ve adeta jitemci bir çizgide ısrar eden siyasî yorumları üzerine zamanında kalem oynattığım için, işin o kısmını geçiyorum. Bahadır Baruter'in bir televizyon söyleşisinde sarf ettiği "biz düzene değil hükümete karşıyız" mealindeki sözleri de yine başka bir yazıda -isim zikretmeden- eleştirdiğim için onu da geçiyorum.
Çünkü bana çok yanlış gelse de sonuçta bu bir siyasî tercihtir. Bir çizer "ben Ergenekon örgütüyle aynı kafa yapısına sahibim ve açıkça onların safını tutuyorum" da diyebilir. Kendi adıma çok ayıplarım ama yine de "böyle bir seçim olamaz" türünden kural koyamam. Neticeten, şahsî bir duruştur, beğenmezsek bakmayabiliriz o kişinin karikatürlerine ya da bakar, eleştiririz.
Dolayısıyla "karikatürist ezilen kitlelerin yanında yer alıp muktedirlere nanik yapar" falan gibi bol cilalı ama basmakalıp tanımlamaları geçelim bir kalem. Öyle bir şeyin olmadığı ayan beyan meydanda.
Peki, karikatür nedir?
Karikatür, epeyce basite indirgenmiş tanımıyla, iğneleme, yerme, gülünçleştirerek küçük düşürme sanatıdır. Nereden bakarsak bakalım, özünde içkin bir düşmansılık ve horgörüyle meselelere yaklaşır. Doğasında bu vardır. Karikatüristler ille de ezilenlerin mağdurların yanında duracak diye bir kural konulamaz, bunun olmasını beklemek de çocuksu bir hayalden öte anlam taşımaz.
Karikatür çizerek tuzu kuru yaşanabiliyorsa ve karikatürist dediğimiz insanlar arasından, han hamam meyhane pavyon işleten, mafyaya racon ihalesi verip eski ortağını kurşunlatabilenler de çıkabiliyorsa, bu kadarına gücü yetmeyen diğerleri de zamanının çoğunu o tür barlarda, meyhanelerde pinekleyerek geçiriyorsa, karikatür, doğal olarak sadece ezilenlere değil, toplumun tüm diğer kesimlerine de fersah fersah uzakta yer alacak, karikatüristin içinde yaşamakta olduğu seçkin gettosunda sıkışıp kalacaktır.
Ya da karikatürist işin kolayına kaçıp, ezilenleri mikrop, zalimleri antibiyotik olarak görerek, vicdanını belki bu yoldan rahatlatma yolunu seçecektir.
(O nedenle de "islamcı karikatür" diye bir şey olamaz sevgili Müslüman kardeşlerim; hem "yaratılanı severiz yaratandan ötürü" deyip hem de o mübarek suretle ba$$ak geçemezsin. Sırıtır. Gıybet olur. Allah günah yazar.)
Soru: Peki, manevî değerlere saygılı bir mizah anlayışı olamaz mı?
Cevap: Ona mizah değil "ahlâk" derler sevgili Pıtırcık.
Halihazırdaki pratiğiyle özünde düşmansılık, açığını kollama, ters köşeye yatırma gibi menhus saikler barındıran karikatürden, işlediği konu ne olursa olsun (Allah, musaf, aile, eğitim, dostluk, iffet, siyaset) toplumun ortalama normlarına uygunluk ve kavramlara saygı beklenmemesi gerekir. Karikatürü karikatür yapan şey, tam da bu "saygısızlık" tır zaten. Bu yoldan çıkma, bu alaycılık, hatta terbiye yoksunluğu. Karikatürist istese de "cici çocuk" rolünü seçemez. (Seçerse, onun adına karikatürist değil, Salih Memecan denir zaten.)
Kafaları çok meşgul eden, "karikatürün özgürlüğünün sınırı var mıdır, varsa neresidir" sorusunun cevabının da buradan başlayarak tartışılması daha uygun olur.
Kişisel görüşüm şu: Evet, ideal olan tanımıyla karikatürist, dine ve Allah'a da dil uzatabilir. (Maçası sıkıyorsa tabii, bedelini göze almak kaydıyla.) Okuyucu da, inançlı ve temiz vicdanlı biri olarak, "tüh, rezil" der, kendi yolunda yürümeye devam eder.
Karikatürün yolu, işin taa başından beri, zaten bir nevi "küfür" yoludur. Karikatüristin yıldızı en çok sorgulanmadan kabullenilmiş dogmalara saldırdığında, giden arabanın tekerine çomak soktuğunda parlar. Karikatüristin bir birey olarak, çoğunluğun neye inandığına kulak asmama, farklı düşünme ve düşündüğünü irkiltici bir pervasızlıkla da olsa söyleme hakkı vardır. Karikatürün mayasında vardır çünkü bu kabına sığamamazlık. Dünyada karikatür diye bir şey olacaksa, karikatüristin "ayrı yerde durma" hakkı tanınmak zorunda. Tanınmıyorsa da karikatürist (konformist olmayan karikatürist) bu hakkı dişiyle tırnağıyla, zekâsıyla, taşı gediğine oturtma becerisiyle söke söke alır zaten. Karikatüristin zihinsel evreninin sınırlarını başbakanlık, müftülük, rtük, tbmm, ağır ceza reisliği gibi merciler çizemez.
* * *
Sanırım meselenin çatallaştığı kırılma noktası da burası oluyor: Böylesine aşkın bir güç -ve imtiyaz- karikatüristi bozmaz mı?
Karikatüristin Allah'a kitaba dilediği gibi sinkaf etme hakkı olacaksa -ki bu inanan insanın ruhunda deprem yaratacak yoğunlukta bir manevî şiddettir- ve eğer demokratik teamüllere içtenlikle saygı duyuyorsak, bu hakarete içerleyen dindarın da kendi meşrebince tepki verme hakkı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Yalnız dikkat, Toplum dediğimiz canlı organizma, birbirine benzemez binlerce farklı hücreden oluşuyor, bu çeşitliliğin içinde tepkisini en kıyıcı biçimiyle vermek isteyenler de çıkabilir.
Bahadır Baruter, tartışma konusu olan bu karikatürü Fransa'da ya da Danimarka'da çizmiyor. Velev ki oralarda çizse de sonuç değişmez. Burası çok uzun zamandan beri siyasî kutuplaşmanın dini değerler ekseninde sürdürülmekte olduğu, dinsel sembollere dil uzatmanın olağan sanatsal/avangard sınırları çoktan aşıp, doğrudan doğruya siyaseti germeye, toplumu polarize etmeye, sonu kötüye varabilecek bir kavga ortamı yaratmaya kadar uzanabildiği bir yer artık.
Dolayısıyla, bu saldırgan dili kullanan kişi, her türlü şımarıklık konusunda ayrıcalıklı ve serbest kılınmış karikatürist olsa dahi, İslâm, Muhammed, Allah gibi konular, hepimiz için yakınında sigara içilemeyecek barut fıçısı konulardır ve bu konularda kalem oynatırken, muhatabın gırtlağına kadar dolu olduğunu, sabrının sınırına yaklaşmış olabileceğini de idrak etmek, bu idrakin sorumluluğuyla düşünmek, sözü bir de bu terazide tartmak zorundayız. Onu bu noktaya getirenin bizim tavrımızdaki ölçüsü kaçmış saygısızlığımız olduğunu da hatırda tutarak tabii.
Keşke siyasî polemiklerin dini meseleler üzerinden yapılmadığı, toplumsal ilişkilerin kastî olarak gerilmediği, düzen partisinden daha fazla oy alan partinin ve seçmenlerinin bu derece rencide edilmediği bir siyasî iklimde yaşıyor olsaydık. Ama maalesef Türkiye'nin aşırı sürtünmeden dolayı fazla ısınmış bir toplumsal gerçekliği var. Bu somut bir veri ve keyfi gerekçelerle es geçilemez.
İlle de "muhalif" olmak ve cesaret sınavından yüzünün akıyla geçmek isteyen karikatürist arkadaşlara küçük bir test sorusu ile ipucu vereyim, daha iyi anlaşılsın.
Sorun kendinize, sizin için meslekî açıdan en riskli karikatür konusu aşağıdakilerden hangisi?
a) Başbakanı (meselâ) eşek olarak çizmek,
b) Allah'a, Peygambere, Kuran'a hakaret etmek,
c) Maaşınızı ödeyen işverene ya da her gün otlandığınız çevrenin muktedirlerine dil uzatmak.
Cevap: Üçü de risklidir ama en ölümcül olanı "c" şıkkıdır. Bir daha hiç bir yayın organında karikatür çizememe ve mutad meyhanelerde sandalye çekip sığışacak bir ahbap masası bulamama ihtimali çok yüksektir.
O zaman, sanki muhayyel bir ülkede yaşıyormuşuz gibi, karikatürün biraz yukarıda verdiğim, snoblukta sınır tanımayan "ideal" tanımına yaslanarak kamuoyu önünde esip gürleyemeyiz. Karikatürlere sokuşturduğumuz bu tip bağırgan aforizmalar, bütün toplumu sarsan, hatta dünya ölçeğinde olumsuz gündem oluşturabilen şeytanî bir PROVOKASYON'un tetikleyicisi olabilir.
Ola ki, "inandığını söylemek adına serden geçenlerden" isek bile, hiç birimizin kişisel kahramanlık sevdasına kapılarak içinde yaşadığımız yorgun, gergin, kışkırtılmış topluma bu biçim bir hainlik yapmaya hakkı yoktur.
Özetle, tüm karikatürist arkadaşların, özgürce düşünme ve düşündüklerini özgürce ifade etme ayrıcalıklarını titizlikle savunmasından yanayım; ama "özgürce düşünmek" kavramının içini lâyıkıyla doldurabilmek, kendi özgürlüğü kadar başkaların özgürlüklerine de özen göstermek kaydıyla.
Bu şekliyle Baruter'in karikatürü, bence son derece sığ, kaba, militan, paçalarından cehalet sızan bir tavrı simgeliyor. Böyle birine "Allah yok deme hakkını kendinde nereden buluyorsun? Kainatın her santimetre karesini taramış ve öyle bir varlığın hiç bir noktada var olmadığını kendi gözünle saptamış alternatif bir ilâh mısın sen?" diye sormazlar mı?
Cesaret mi şimdi bu yoksa aşırı yorgun bir dimağın yaşadığı bir çeşit hezeyan mı?
İnsan, "bunlar annelerinden babalarından öyle duydukları için Allah'a inanıyorlar" gibi takoz bir klişeyle küçümsediği, gücenmelerini incinmelerini hiç umursamadığı milyarlarca Müslümanı bir yana bıraksa bile, "okuduğum gazeteler Allah yok yazıyor, o halde Allah yok" mealinde inciler yumurtlayarak güya yerdiği düşünceyle simetrik bir konuma düştüğünü nasıl göremez?
* * *
Karikatürist, istiyorsa, azmediyorsa, çapı ve entellektüel donanımı elveriyorsa, hayırlara vesile olabilir. Özgürce ve ısrarla düşünen ve de anlık akıl parlamalarıyla önce kendisinin sonra çevresinin zihnini de parlatan biri olabilir. Bunu becerebilen ve söylediği sözün maddî manevî sorumluluğunu almaya da hazır olan, entellektüel cesareti haiz karikatüristler, içinde yaşadıkları toplum açısından hazine değerindedir.
Ama Baruter'in yaptığı, aslında bunun tam tersi olup, bürokratik oligarşi tarafından kuşaklar boyu kafalara çakılmış fersude kalıpları üstüne hiç bir şey katamadan tekrarlayan, eciş bücüş, nursuz, sevgisiz bir çizgi dünyasında, mütemadiyen yeniden üretilen bir çapsızlıktan başka bir şey olamıyor.
O üstün yetenekten daha iyisini beklemek, hakkımızdır sanıyorum.
Kıssa:
Sözün özü şu sevgili Bahadır; Allah vardır. Yeri, ona inanan insanın kalbindedir. O insanların kalbindeki sevgiyle didişeceğine, kendi içine dön ve kendi kalbinde çöreklenmiş olan mutsuzlukla hesaplaş.
Klingon gezegenindeki ulular derler ki, karikatürist bir tür Jedi'ye benzer. İçinde herkeste bulunmayan, hilkaten kazanılmış gizli güçler taşır. Ve o gücün rüzgârı insanı bazen öyle savurur ki (özellikle de espri düşünme anlarında) pusula sık sık şaşar. Kıyıcılıktan yana kaymak an meselesidir. İnsan farkına bile varmadan bir tür Dart Vader'a dönüşebilir karikatür çizerken.
İşte o yüzden, bu gücü bir Jedi kılıcı kadar dikkatli ve hassas kullanabileceğimizden yeterince emin değilsek, yapılacak en doğru iş, belki de kendimizi bir süreliğine de olsa kızağa çekip içimizdeki iyiliği keşfetmeye çalışmak olmalıdır.
* * *
Konuyla ilgili olabilecek diğer yazılar:
* Gırgır, bir "okul" muydu?
* Çizgi Roman diliyle Siyaset algısı
Sadece karikatüristin değil herhangi birinin her türlü konuyu eleştirebilmesinden yanayım. Burada beni rahatsız eden çıkardığım şu anlam oldu.
"Siz Allah'ın olduğunu düşünüp ibadet edenler, hiç bir şeyden haberiniz yok. Hayatın ve her şeyin anlamını ben çözdüm. Benim felsefem doğru, sizler bunu anlayamazsınız, hatta mümkünse anlamayın. Ki ben zirvede yalnız ve "tek" olayım. Siz inançlı, ibadet eden kalabalıklar yanında benim ne işim var yahu? Zaten ibadetiniz de üçkâğıt. Siz yok musunuz siz, içinizde dürüst bir tane adam yok."
Bu kadarcık karikatürden bu anlamı nasıl mı çıkardım? Bilmem, belki de ben buluttan nem kapıyorum. Bu tepeden bakan yaklaşımların sahipleri her nedense Sosyalizm, Mustafa Kemal, Che Guevera, Fidel Castro, Deniz Gezmiş baz alınarak bir espri ya da karikatür yapılsa, kendilerine bekledikleri hoşgörüyü asla göstermezler.
Bu da benim genellemem.
Özetle, insanların kıymet verdikleri şeylerle maytap geçerken biraz daha özenli olmak vicdanî bir kontrol uygulamak faydalı olabilir. Rakip futbol taraftarlarının birbirini öldürdüğü bir coğrafyada din konusna bodoslama dalmak tehlikelidir. Ondan öte, kişinin kıymet verdiği şeyle "maşşak" geçmek özgürlüğü, meseleyi gaddarlığa vardırabilir. Zalimle dalga geçmek cesarettir, mazlumla değil.
"Allah vardır sen de bunu kabul edeceksin ulan!" demedikleri sürece, takılıp giden adamlara ilişmek marazî zevkten başka bir şey değilmiş gibi geliyor bana.
Fikirlerim tabii ki tartışmaya açık.
Erdem Abaka - 16 Şubat 2011 (15:52)
"Bahadır" derin mi, sığ mı bakar bilemem ama, sayın Şen'in tespit ve değerlendirmeleri fevkalâde düşündürücü ve sarsıcı.
Bendenize Sivas olaylarını hatırlattı. Çok değil, 18 yıl önce yaşanan facîanın sebeplerini ve sonuçlarını düşündükçe içim hâlâ sızlar.
Paylaştığınız karikatür aklıma Salman Rüşdi'yi de getirdi. Zat-ı muhteremin herhangi bir kitabını okumadım, edebî kişiliği hakkında bir fikrim de yok… Ancak "Şeytan Ayetleri" efsanesi sayesinde insanlık aleminin bir ferdî olarak ben de tanıyorum.
Ya şöhretine ne demeli? Paris Hilton, Lady Gaga kadar yer alıyor dünya basınında!
Ne dersiniz, Bahadır kardeşimiz de yaşadığı hayat tarzından sıkılıp şöhret basmaklarına hızlı bir adım atmış olamaz mı?
Takdir edersiniz ki; çağımızda "Şöhretler" katına ulaşmak, Galatasaray'daki Yeşilçam figüranlarının pineklediği "Şöhretler Kıraathanesi"nin kapısını aralamaya benzemiyor.
Canım ülkemde tüm kapıları açıyor. Ayrıca sanat düşkünü bir toplum olduğumuz için, bakarsınız sosyal-demokrat bir partiden milletvekili bile seçilebilir!
Düşünsenize, parlamentomuzun kazanacağı yeni değerleri… Özkan, Balbay favori, Bahadır kontenjan, Soner plase, 2K (Kerinçsiz-Küçük) sürpriz!
Bir de bu açıdan bakalım derim sayın Şen Üstâd.
Elbette şan-şöhret gibi kavramlar sizin dervîşane kimliğinize çok uzak olduğu için, affınıza sığınarak acizane hatırlatayım istedim.
Saygılarımla.
Macit Cününoğlu - 16 Şubat 2011 (16:13)
Ben Cüneyt Özdemir'in yazısından farklı bir anlam çıkarttım. O da, 'bizim Soner ile artık alâkamız yok, hatta görüşmüyoruz bile!'demeye getirdiği. O iyidir falan demekten ziyade 'bu netameli adamla ilişkiyi keseli çok oldu, iyi de olmuş ohh'demekte. Şahsi gözlemim de Cüneyt Özdemir'in Soner yörüngesinden çıktıktan sonra çok ciddi bir gelişme ve farklılaşma kaydettiği. Bırakalım Soner'i good old days kıvamında methetsin. Kendisi ayın karanlık yüzünü terk etti. Bu büyük bir kazanç.
Ahmet Faruk Yağcı - 16 Şubat 2011 (20:32)
Yazık ki memlekette Dart Vader türü karikatürist arkadaşlar cirit atıyor.
Selman - 17 Şubat 2011 (13:47)
Kalemine sağlık Necdet. Dert tasa görmeyesin.
Pınar hanımın 9 şubatta davası vardı. O tarihe yakın bir zamanda televizyondaki oturum programlarından birinde gördüm. Kadınlı erkekli diyemeyeceğim, yalnızca kadınlardan oluşan bir grup memleket aydını, (Bana sorsalardı programın adını, "süratle hemcinsimize sahip çıkalım, sonra da el mi yaman Bey mi yaman gösterelim" koyardım. En azından daha samimi olurdu.) içlerinde Yeşilçam'ın tanıdık yüzlerinden, yaşı kemale ermiş bir hanım yıldız da vardı, dağıttılar bağırdılar, sonunda mevzuyu iki dirhem bir çekirdek toparladılar.
Son sözü alan yıldız, davanın yanında oluşunu açık seçik "inadına değil mi, onlar bizimle restleştikçe biz de inadımızdan vazgeçmeyeceğiz" sözleriyle özetleyince, bu bağlamanın başkalarının üzerinde ne etki bıraktığını bilmem ama bende berbat bir yorgunluk yarattı. Kalender meşrebimdir fakat memleket aydınım cazgır, aktristim filozof, lâikim despot, dahim Bedri Baykam ve okumuş tayfamdan daha nice benzerleri, bunlar gibi olunca, gönül eğlenceden tırsıyor. Yoruluyorum, uykum geliyor, gidip yatıyorum tepetaklak.
Fakat bu seyirlik manzaralar, uyku kaçıran birer tıkanma sebebi aslında. Keşke uyutsa. Uyutmuyor. Bizim toplumun bir merkezi varsa, merkezdeki en büyük problem de; hor görme, aşağılama, küçük düşürme, cesaret kırma, ezme, görmezden gelme, görmek zorunda kaldığında şiddet dolu bakışlarla bakma, alay etme, çaresiz yalnız bırakma, baskılama, eziyet etme, dışlama, insanlar arasına duvarlar çekme gibisinden, bir hal problemi galiba.
Bu problem yüksekte duranlar tarafından, bir tepe hortumuyla hepimizin üzerine sıkılıyor sanki.
Bu kirli sudan, payını almayan, mağdur olmayan kimse kaldı mı? Sanmıyorum. Yoksul olmak şart değil, sakat, çirkin, cahil, şişman, yaşlı, tanrı inancı taşıyan veya taşımayan biri olmak, aykırı, uyumsuz, daha ne dersen de…
Hepimizin kendini bir gün iktidar sahiplerinin karşısında; ayakkabı tabanı gibi kirli, pis, zavallı ve savunmasız hissettiği bir an olmuştur mutlaka. O yüzden mağduriyeti bilenlerin iktidar sahiplenmeciliğine özeneceklerine ihtimal vermek istemiyorum. İstemiyorum çünkü böyle bir özentiyi hastalıklı bulmaktan daha iyisi gelmiyor elimden. Bana bu kadar hastalıklı gelen bir diğeri de, senin söz ettiğin "olumsuz gündem oluşturabilen şeytanî bir PROVOKASYON'un tetikleyiciliğini" yapabilecek kıvamda olabilme durumu galiba.
Bir yerlerde okumuştum, şu mealde bir şeydi yanılmıyorsam, "yalnızca başkalarının iktidarının değil, bazen kendi iktidarsızlığımızın da sorun yaratabileceğini hiç unutmamalı."
Tekrar tekrar ellerine sağlık. Kilingon gezegenindeki uluların ve Allah'ın selâmı üzerine olsun.
Deniz Türkoğlu - 17 Şubat 2011 (19:03)
Sevgili Necdet Şen, düşündüm taşındım, iki buçuk duble içtim… Evladımız Bahadır'a karşı acımasız davrandığımı hissettim.
Neden mi? Geçenlerde sayın Erdem Abaka teknik bir konuda öneri getirmişti… Demişti ki "yorumu yazalım, anında görelim." Yanılıyor muyum? Zat-ı âliniz de bu uygulamanın mahzurlarını haklı olarak dile getirmişti. Bendeniz acizane kıdemli bir yorumcu olarak her iki imkânın sağlandığı internet sitelerine tanık oldum. Okur görüşlerini denetimsiz yayımlıyor, düzeltme gereği duyarsa da yeniden metin oluşturabiliyor.
Evet, konumuz bu değil… Gelelim sadede; "Bahadır" imzalı ucube çizgiler üzerine bir kez daha düşündüm. Ne kadar da benziyor bir dönemin deli-fişek kuşağının davranışlarına. Ramazan-ı şerif ayında dindarın burnuna şey etmek gibi bir şey!
Her neyse… Evladımızın bağışlanamaz günâhını "asmayalım da, besleyelim mi?" kategorisinde görmeyelim.
Macit Cününoğlu - 17 Şubat 2011 (21:00)
Macit Bey, önce şuna açıklık getireyim; yazıda "ucube" diye adlandırılan Bahadır Baruter'in çizgileri değildir.
Arkadaşım Bahadır Baruter, bence Türkiye'nin yetiştirdiği en yetenekli çizerlerden biridir. Bunu yazıda da belirttim zaten. Bir kez daha -ve altını çizerek- ifade ediyorum; ben onun yeteneğine, çalışkanlığına, titizliğine sanatını tutkuyla yapıyor oluşuna hayranlık duyuyorum.
Web sitesindeki kendisinin kaleme aldığı özgeçmişine bakarsanız, ayrıca yazı konusunda da çok yetenekli olduğunu görürsünüz.
"Ucube" derken kastedilen, o kuşak çizerlerinin (ve onun) insanları karikatürize etme tarzındaki aşırılıktır. Yani, Leman ve benzeri dergilerin çizerleri arasında çok yaygın olan, neredeyse canavarımsı hale getirilmiş insanlar çizme geleneğidir söz konusu edilen. Bu bana sempatik gelmiyor.
Siz özür dilediğiniz için, artık açıklayabilirim; bir önceki yorumunuzda kullandığınız bazı ifadelerden rahatsızlık duydum. Ben yukarıdaki yazıyı bir linç girişimi başlatmak için kaleme almadım. Herhangi bir eleştirimden sonra birinin -art niyet taşımıyor da olsa- öne fırlayıp eleştirilen kişiye (ya da fikre) hakaret etmesini doğru bulmam.
Derkenar'ın, meselelerin incelikle irdelendiği bir yer olmasına hepimiz özen gösteriyoruz. Düsturumuz budur.
Bunu belirtmek için bana bir fırsat yarattığınız için de size ayrıca teşekkür ediyorum.
Necdet Şen - 17 Şubat 2011 (22:02)
1. Pınar
Entelektüel sosyeteye olan küskünlüğünüz/kininiz yüzünden Pınar Selek ile ilgili yazdıklarınızda bazı şeyleri görmezden gelmişsiniz. Oradaki patlamanın bomba olup olmaması bir yana, davada Pınar Selek ile ilgili suçlamanın tek kayda değer dayanağı işkence altında alınmış bir ifade. Savcı poliste alınmış "itiraf" ı delil gösterirse elbette Selek'i savunanlar da onun nasıl bir insan olduğunu anlatıp böyle bir şeyin mümkün olmadığını söyleyeceklerdir. Davada itirafçının sözüne karşı Selek'in sözü yargılanıyor, olay yerinde Selek'le ilgili bir delil bulunmuş da inkâr ediliyor değil.
2. Soner
Soner Yalçın komplo teorileri, iftira veya nefret suçları yüzünden gözaltına alınmadı; ETÖ ile işbirliği, örgütün doktrin merkezi olması gibi absürt suçlamalarla alındı. Bunlar ne tesadüf ki odatv.com'da polisin sahte kanıt ürettiğini gösteren videolar konduğu gün oldu. Tıpkı yılların dinci-faşist polis müdürü Hanefi Avcı'nın cemaate dokununca aşırı sol terör örgütüne üyelik suçlamasıyla alınması gibi. Orada da konuyla tamamen ilgisiz biçimde yazılanları itibarsızlaştırmak için Avcı'nın işkenceci geçmişi çarşaf çarşaf yayınlanmıştı - ki bu yazdıklarını daha inandırıcı yapıyor.
3. Bahadır
Herkes dinle istediği gibi dalga geçebilir, istisnası yoktur. Müslümanların eleştri/espri konusunda hassas olduğu ve "saygı göstermek" gerektiği söylemi İslâmcı baskıya boyun eğmek, yobazların şiddetini meşrulaştırmaktır. Uzun yazamıyorum, yorumculardan birinin verdiği Sivas "olayları" örneği yeterli.
Mehmet Kılınç - 17 Şubat 2011 (23:40)
1. Pınar
Ya okuduğunuzu anlamaktan acizsiniz ya da demagoji sizde kronik hastalık olmuş. Bir şüphelinin "ben makbul biriyim, o halde masumum" mealinde yapacağı bir savunmaya sadece hakim değil mübaşir de kıçıyla güler. Bu apaçık cilalama çalışmasıdır. Mahkeme hanım kızımızı beraat ettirmiştir. Masum olduğu kanıtlandığı için değil, isnat edilen suç kanıtlanamadığı için.
2. Soner
Suçlamanın "absürt" olduğuna nereden hükmettiniz? Savcının elinde bulunmayan, sadece sizde bulunan somut delilleriniz mi var? Yoksa her konuya "mavi kuvvetler - turuncu kuvvetler" mantığıyla bakacak kadar angaje misiniz?
3. Bahadır
"Yobazlığı" ve "şiddeti" başka yerde değil, tam da bulunduğunuz yerde arayın. Din=Yobazlık formülünün kendisi zaten başlı başına manevî şiddettir. Bunu görmek istemiyorsanız, sebebi bir ihtimal, sizin bünyenizden kaynaklanan bir yobazlıktır.
Ahmet Mızrank - 18 Şubat 2011 (00:35)
Herhangi bir şeyin (tanrı dahil) yokluğunu ispat etmek varlığını ispat etmekten daha kolaydır… Biri "yok" der çıkar, varsa maddesel, zihinsel ve bilimsel delilin, varlığını ispat edersin… Yoksa şayet lâf kalabalığına, ikna savaşına ve alınmaya gerek yok… Ayrıca hoşgörünün de kelle sayısına göre seviyesi olmaz. Amma velâkin kör göze parmak yerine inanmadığın bir şeyle hiç ilgilenmemek onu yok sayarak yaşamak bence bazen en iyi ve ustaca eleştiri biçimidir… Hani eleştirme gibi bir kaygınız varsa o da.
Caveman - 20 Şubat 2011 (01:06)
Danimarka'yla Müslümanlar arasında karikatür krizi yaşandığı dönem Robert Fisk şuna benzer bir şey yazmıştı:
"Biz kendi kutsal değerlerimize saygı göstermeyi unuttuk diye Müslümanların da aynı şeyi yapmasını bekleyemeyiz."
Şimdi bu karikatürist Bahadır beyefendiyi "herkes dinle istediği kadar dalga geçebilir" diye savunan zata seslenmek istiyorum. Siz neye göre, kime göre belirliyorsunuz neyin ne ölçüde eleştirilebileceğini?
Melaike - 20 Şubat 2011 (12:01)
Herhangi bir şeyin varlığını ya da yokluğunu ispat etmek söz konusu olduğunda; en basit çözüm maddî bir delil ortaya koymaktır, tamam. Fakat, "tanrı dahil" her şey derseniz, size "orada dur biraz bakalım arkadaşım" derler. "İnanç" kimsenin kimseye ispatlamakla yükümlü olduğu "bir şey" değildir. Neye inanırsa inansın.
Bana çok ilginç gelen bir şey daha var bu konuda; neden inanmayanlar, mütemadiyen "niçin inanmıyoruz" u ispatlamaya çalışır? Tanrı'ya inandığını söyleyenler sürekli bunu soruyorlar da ben mi kaçırıyorum acaba?
Fersan Cevriye - 20 Şubat 2011 (18:21)
İnsan inanmadığı bir şeyi ispata çalışmaz, gene söylüyorum; zira "yoktur" der kenara çekilir, ardından işte o "kalbinizin derinliklerinde arayın onu, mantığınızda değil" gibi söylemler başlar. O ispata yükümlü olmadığını söylediğiniz "temiz" inanç benim kapımda her gün 5 kez bana cızırtılı hoparlörden bangır bangır sesleniyorsa ve buna hiç bir şekilde benim itirazım bile olamıyorsa bırakın biraz da kiminin kendi çapında 'kabul etmeme' şansı olsun. Bu kadar "kutsal dokunulmazlık" adına baskı kurmayın. Hele bu çağda. O vakit inanç, ne yazık ki dediğiniz kadar pîr-ü pak, içsel ve tanrıyla şahsî bir mesele olmuyor ve aslında hiç de öyle olmadı (din savaşlarına bakın, günümüz dahil)Hâlâ öyleyse şayet, herkes 'sessiz sedasız 'içine ve işine baksın, kimseye rahatsızlık vermeden. İnsanlık tarihinde inanmayanlardan kaynaklı savaş ve baskı yoktur, bu da biline. Bu arada inanmamak deyimi de yanlış. Elbette inanılan bir felsefe, bir doğru, bir yaşam biçimi vardır. Bunun mutlaka ruhanî olması gerekmiyor.
Saygılar.
Caveman - 21 Şubat 2011 (13:26)
Özgür Mumcu da bu yazıdakine benzeyen bir açıdan bakarak Soner Yalçın konusunu ele almış.
"Sorun şudur ve çok sarihtir. Sorun, birtakım insanların "Soner Yalçın şöyle kötüdür, böyle fenadır, o zaman tutuklanması normaldir" diye akıl yürütmesidir. Bu hukuken tutuklama nedeni değildir.
Bir insanı beğenip beğenmemek, sevip sevmemek bir tutuklama nedeni değildir.
Bütün bu hikâyede asıl rahatsız etmesi gereken de gayretkeşlerin şahsî kanaatlerini hukuki anlamda delil olarak piyasaya sürmesidir.
Asıl mücadele edilmesi gereken bu ilkesel sorunken, Soner Yalçın kayıtsız şartsız savunulmuyor diye sübjektif vicdanın korunaklı muhafazasına sarılmak da, korku siyaseti üzerine çeşitlemeler yapmak da çıkar yol değil.
Neticede Soner Yalçın'a kayıtsız şartsız destek veren CHP lideri Kılıçdaroğlu ya da Yalçın'ın gazetecilik dışında bilfiili sebebiyle tutuklandığını söyleyecek kadar hâlâ yazılmamış iddianameye hakim olan Başbakan Erdoğan değiliz.
Ne Kılıçdaroğlu'nun sahip çıkması ne de Erdoğan'ın savcı çıraklığı bu olayı aydınlatır.
Kılıçdaroğlu'nun Yalçın'a sahip çıkmasını haklı çıkaracak delillere sahip değiliz. Erdoğan'ın aksine, iddianamenin içeriğini de bilmiyoruz.
Dolayısıyla elde somut delil yokken mahkûm etmek ya da beraat ettirmek çok manalı değildir."
"Soner Yalçın şöyle kötüdür, böyle fenadır, o zaman tutuklanması normaldir" diye akıl yürütenler kimlerdir bilemiyorum ama geçmişte bu kişi tarafından olmadık hakaretlere ve iftiralara maruz bırakılan, karanlık odaklara hedef gösterilen insanların da sanırım kızgınlıklarını ifade etme, hatta "oh olsun" diyebilme hakları vardır. Onlara dönüp "siz de az rezil değilmişsiniz" diye racon kesmek de pek hoş kaçmıyor.
Müdahil Abukat - 21 Şubat 2011 (14:12)
Din konusunda kendini lâik ya da inançsız olarak tanımlayan, çoğunlukla eğitim seviyesi yüksek kişilerin düştükleri bir yanılgı var. Din ve iman konusunu fazla "yerel" ve "köylü" görmelerinden de olabilir, egemen toplum baskısından kendilerini soyutlayabilecek toplumsal statü ve paraya ulaşamadıkları için baskı altında kalmış olmalarından da kaynaklanabilir.
Muktedirlerin dini kullanmalarını eleştirmek başka şey, ellerinde neredeyse imanları ve ibadetlerinden başka bir şeyleri olmayanlarla dalga geçmek, baskı altına almak ve baskı altına alan güçlere sempati beslemek başka şey. Bu arkadaşlar, dindarların, lâiklerin yaşam alanlarına müdahalesi iddialarına yönelik tepkilerini, dindarların değerleriyle dalga geçerek gösteriyorlar.
Bu muktedirlerin yaptığı gibi yapmak demektir.
Din tarafından baskı altına alınmakla, lâiklik sopası altında dinini yaşayamamak ve diniyle dalga geçilmek aslında aynı despot zihniyetin farklı iki yüzüdür.
Eğer muktedirlerin dini kullanmasıyla ilgili bir sıkıntınız varsa bunun eleştirisini doğrudan muhatabına yaparsınız. Bir şekilde ibadetini yapmaya çalışan adamların damarına basarak, cami duvarına din yalan yazarak, garibanın imanını hakir görerek yapmağa çalışmak kaçak güreşmek demektir ki, mertlikle bağdaşmaz.
Bu topraklarda her şey mazur görülür de namertlik kabul görmez. Ne toplumda ne siyasette.
Erdem Abaka - 21 Şubat 2011 (20:08)
Sayın Büdütör izninizle şuraya iki çizik de ben attırabilir miyim? Şiştim zira.
Kutsalın varlığının ispatı için kalp derinliği yanlış ölçü de, yokluğunun ispatı için mantık doğru ölçü müdür Sayın Büdütör? Zannımca değildir. Zannetmeme iznim vardır inşallah. Allah'ın varlığına inananla inanmayan arasındaki sıkıntının başlangıcı, işte bu "tasnifçi bakış açısında" değil mi sizce de? Olabilir mi dediniz? Bence de olabilmeli, hatta tamamen öyle. (Onayınızdan cesaret aldım ama korkmayın yüz bulup astar istemem.)
Madem varlığını ispatlayamıyorsun, yokluğunu kabul edeceksin türünde dayatılamayacağı gibi, madem yokluğunu ispat edemiyorsun varlığına inanacaksın diye de dayatılamaz değil mi Sayın Büdütör? El insaf yani! Bilimsel gelişim için din adına ne var ne yoksa ortadan kaldırmamız ya da tam tersi din adına bilimsel düşünceden vazgeçmemiz gerekmiyor ki! (Sizin çevreniz geniştir, bu özgün fikrimi belki beğenirsiniz, belki başkalarına da anlatırsınız. Efendim? Bu fikir bana ait değil mi? Sahi mi yav, ben de bu vahiyden bir tek meczuplar nasiplenebilir sanmıştım. Tüh, neyse.)
E o zaman haliyle, takım tutar gibi kendisini ancak fanatik düşünme kalıplarının içinden hissedebilen ve derisi gibi kuşandığı fikirlere dokunulduğunda bağırıp çağırmayı özlük hakkı sayan şövalyeleri de kendi haline bırakmalı tabii. Hani biraz da bırak sarhoşu kendi haline devrilirse devrilsin misali. Ben de aynı fikirdeyim. Zaten onlardaki Kılınçlar, benimki gibi daha kaç nazik boyunu, istese pastırma dilimi kalınlığında doğrar.
Biliyorum bilmesine Sayın Büdütör, fakat sormadan duramıyorum, şu mantık mantık dedikleri, genel bir anlayışla doğru düşünme sanatı ve bilimi mi? Düz vatandaşlar olarak çoğumuz mantık deyince Aristoteles'in mantığını anlamıyoruz yani. Eğer bütün insanlar memeliyse, Aristoteles de insansa, Aristoteles de memelidir demiyoruz. Diyenlere de karışmıyoruz ama insan olmak için meme kadar kalp de yararlı bir organ olduğundan, kalpten vazgeçmeye pek niyetli değiliz. En azından ben bu hakkımdan vazgeçmem doğrusu.
Demem o ki Sayın Büdütör, kalple mantık içimizde yana yaşayıp gitseler, biri aklıselimi diğeri merhameti falan empoze ederek gül gibi geçinseler olmaz mı, illa ayrılmaları şart mı?
Bir de hazır günde 5 posta çatlak hoparlör sesine duyulan doğal rahatsızlık konuşuluyorken, özele girmezse benim de birkaç rahatsızlığımdan alt yazı olarak bahsetmeniz mümkün mü acaba? Meselâ bizim apartmanın çatısına baz istasyonu, cephesine boydan boya reklam panosu, girişine benzinlik, karşısına belediyenin çöp toplama ve ayrıştırma…
Tamam Sayın Büdütör, ne kızıyorsunuz?
Saygılar.
Mantık-ut vatandaş
Deniz Türkoğlu - 21 Şubat 2011 (20:59)
Din eleştirisiyle ilgili, "karşı olmak" la "reddetmek" arasındaki farkı biraz sorgulamak gerek sanırım.
Reddetmek (reddedilen şeyin niteliğine bakılmaksızın) bir insanın en doğal hakkıdır diye düşünüyorum. Bu hak hiç bir hukuk ya da hiç bir vicdan tarafından sorgulanamaz. Zira yaptığınız şeyin sonuçları yalnız sizi bağlar.
Karşı olmak ise sürekli ve tek yönlü bir tepki halidir. Özünde karşı olunan şeye bağımlılık içerir. Hatta bazen insanı mağduriyetle başlayıp zorbalığa uzanan bir ilişki içine sürükler.
Din konusuna dönersek, bir insanın inancıyla, itikatıyla dalga geçmek oldukça utanılası bir davranış şeklidir. Yalnız konu din olunca, karşı olmakla reddetmek arasındaki sınırı korumak pek kolay olmuyor. İnsanın, zihninde bu kadar derin bir hakimiyet kurmuş bir şeyden özgürleştiğini düşününce onu kıyasıya eleştirmesi anlaşılabilir bir durum olsa gerek. Korkulan şeyin, korku aşılınca kovalanması gibi bir şey bu.
Ayrıca sınırlara tecavüz konusunda sicili hayli kabarık bir kurum olarak dinin, bu konuda savunulacak hiç bir yanı yok. Bunun lâikçi tepki şeklinde organize ve bağnaz bir eyleme dönüşmesidir tehlikeli olan.
Yalçın Şahin - 28 Şubat 2011 (16:35)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.