Patronsuz Medya

Nereye Payidar?

Necdet Şen - 6 Kasım 2013  


"Gezi İsyanı, Tayyip Erdoğan ve AK Parti'nin 11 yıllık iktidarı boyunca yaşadığı en büyük şok ve karizmasının çizildiği tarihsel eşiktir."

Doğru mu?

Yanlış.

Niye?

Çünkü daha öncesi var.

* * *

Kapalı Kapılar Ardında Washington

Gezi İsyanı, bence, ABD ziyareti sırasında kapalı kapılar ardında yaşadığı şokla zaten içten içe kıvranmakta, travma sonrası stres yaşamakta olan Tayyip Erdoğan'ın, o basıncı abartılı bir refleksle dışa vurduğu ve bu yüzden mangalı devirip, kendisini -ve hepimizi- yakacak bir yangına dönüştürdüğü sürecin işaret fişeğidir.

Ama dikkat, "bence" diyorum. Bir çeşit kahve falı gibi görülsün. Ya da hava tahmini. Memlekette neler olup bittiğini internetten yan gözle takip eden, zamanının çoğunu kumsalda uzanarak, bağla bahçeyle uğraşarak, kedisiyle köpeğiyle eğleşerek geçiren aylak bir adamın kahvehane sohbeti. Tabii ki gazetecilerin sahip olduğu haber kaynaklarına sahip değilim, yüksek bürokratlardan sufle falan almıyorum. Bu halimle Mısır'daki sağır sultandan hallice sayılırım.

Bu kadarı beni tabii ki siyasî yorumcu yapmaz. Ama dilin kemiği de yok değil mi, ben de fikrimi söyleyebilirim.

Bak meselâ, geçen ilkbaharda "ayrıcalıklı konuk" statüsüyle ağırlandığı Beyaz Saray'da, kapalı kapıların ardında, başbakanımızın diplomatik (tatlı sert) bir dille uyarıldığını neskafe fincanının kenarındaki telvede görebiliyorum. (Düşük yoğunluklu savaş kıvamında cereyan eden "Diren Gezi" günlerinde de kısaca değinmiştim galiba buna.)

Başta Suriye konusundaki o coşkun ve Nato'ya siyaset telkin etmeye kalkan tavır ile Şanghay Beşlisi'ne kur yapan -adeta kızıl elmacı- stratejik kaypaklık olmak üzere, hükümetin zaten ayrıntılarıyla izlediğimiz belli başlı aykırılıkları bir dosya halinde önlerine konulmuş ve bunun Türkiye'ye maliyetinin -manen ve maddeten- ne olacağı da etkileyici bir dille anlatılmış olabilir.

Nitekim, daha sonra medya aracılığıyla peyderpey çıtlatıldı aslında bu olguların bazıları efkârı umumiyeye. Muhtemeldir ki Oval Ofis'te yapılan "dostça" uyarıların yeterli gelmediği düşünüldü.

Ben bu -ABD mahreçli- eleştirileri, baktığım kahve falında bir çeşit veda busesi olarak yorumladım.

Başbakan'ın iç dünyasındaki fırtınayı ABD'den dönüş sonrasında -daha Gezi Parkı meselesi ortada bile yokken- yaptığı konuşmalardan ve olağan gelişmeler karşısında verdiği orantısız asabî tepkilerinden bile anlamak mümkündü. Yürüyüş parkuruna serilmiş kırmızı halının artık dürülmek üzere olduğunu açıkça anlamış gibi görünüyordu. Onun artan hırçınlığına bakarak bir şeyler sezinliyorduk biz de az biraz.

Kullandığı dil, istikrarın ve dengenin değil, tökezlemiş, iktidarsızlaştırılmış olanın dili gibiydi: Kızgın, sitemkâr, depresif.

O güne kadar "seçilmiş" iktidarlarına yönelik en ölümcül saldırılarda bile metanet ve kontrolünü koruyabilen AK Parti ve liderinin, Taksim'deki küçük çaplı bir protestoya neden bu kertede sinir krizi düzeyinde bir sertlikle karşılık verdiği, o günlerin hayhuyu içinde sanki yeterince irdelenemedi gibi. Şimdi bile hak ettiği bağlamda konuşulabildiğinden şüpheliyim. Gündem hep bir şeylerle tıka basa dolu; her konunun üzerinden hızlıca geçiyoruz. Oysa bu mesele, ülke olarak kaderimizi ilgilendiriyor.

* * *

Bunlar nasıl bir akıllar?

Aslında şu basit sorunun cevabı bile bize birçok şey anlatabilir:

Eğer AK Parti hükümeti, kapatma davasından muhtelif darbe girişimlerine kadar bir sürü badire karşısında, sadece kendi iç dinamiklerinden aldığı güçle yere sağlam basabildiyse, o sayede sakin ve vakur davranabildiyse, neden şimdi ufak tefek çevreci protestolardan devasa komplo ağı türetiyor ve toplumun büyük bölümünü akıldan münezzeh bir cenderenin içine sokmaya çalışıyor?

Yoksa o denge, o beceri, o kaş, o göz, o dil, o diş, aslında "leasing" yoluyla edinilmiş bir şey miydi? Yani fıtraten hareketin nüvesinde var olmayıp da, "büyük ortak" ile üzerinde mutabakata varılmış siyasî ve stratejik projeyi yürütebilmek şartıyla, bünyeye muvakkaten monte edilmiş bir tür sokma akıl mıydı?

(Yalnız, dikkat, bu söylediklerim ulusalcıların her tarafından ezbercilik ve kabilecilik akan "emperyalizm, bop, soros, vs" tezleriyle karıştırılmasın. Stratejik ve ekonomik vizyon birlikteliğinden söz ediyorum.)

Şu eksik aklımla durup düşünüyorum da, ben bir siyasî kadro olsam ve diyelim ki adına siyaset yaylası denen sarp arazide zorlu bir yürüyüşe kalkışacak olsam ve de taklaya gelmekten, kaybolmaktan, uçuruma yuvarlanmaktan falan endişe etsem, her halde bu işin ilmini yalayıp yutmuş akil kişileri arar bulur ve "sizde harita, pusula, çekme halatı var mı" diye sorardım.

Eh, o üstadlar da belirlediğim güzergâhtan hoşnut kalmışsa, her halde cimrilik etmez, ihtiyaç duyduğum teknik ve lojistik desteği sağlardı. Bu işler ekip işidir, dağda bayırda sen yol arkadaşını kollarsın, o da seni kollar. Tek başına yollara düşüp yetersiz deneyimle ve ekipmanla artistlik yapmaya heveslenmek, hayatı tanımayan toy çocukların işidir.

Şimdi soruyorum büküp boynumu: Yolculuğunun başında kadirşinaslık edip sana koltuk çıkan yol ehlinin, senin haritayı pusulayı bir kenara koyup kafana göre takıldığını ve bir de onu o sarp yamaçlara sürüklemeye kalkıştığını görünce, "al atını ver tımarımı" deyip verdiği desteği geri çekebileceğini düşündün değil mi güzel abim? Sakın o günün yaklaştığını biliyor oluşunun tezahürü olmasın bu asabiyetin nedeni?

İnsan merak ediyor; kudretinden emin, özgüveni sağlam bir lider bu kadar çok mu konuşur? Bu kadar sitemkârlık ve tehditkârlık, sahiden de güç ve özgüven alâmeti midir, yoksa tersi mi?

* * *

Kırık bir aşk hikâyesi

Kanaatim o ki, az yukarıda da çıtlatmıştım ya hani, bizim Başbakan, belirtileri gitgide daha da şiddetlenen bir post travmatik stres sendromu yaşıyor. Bayram şekeri gibi avucuna konmuş olan o kudrete aşık olmuş zahir, falda öyle görünüyor. O şekeri hiç kimseyle paylaşmak istemezken, bir de kaybedeceğini idrak etmek, belli ki çok koyuyor yiğit anadolu delikanlısına.

Ne var ki, serde nobranlık var. Fıtratı bu abimizin. Nasıl değişsin? İktidara giden yolda kendisine eşlik eden hemen hemen tüm yol arkadaşlarını birer birer harcadı bu dandunluğuyla ve halen daha harcamaya devam ediyor. Sadece buralarda değil, tüm dünyada onarılması çok zor itibar kaybına uğradı. Devamı da var bunun. Ona ve maslahatına yönelik her türlü protesto ve aforizma dünyanın her yerinde ilgi çekiyor, hatta model alınıyor. Bir ara yakaladığı manevî avantaj ve sempati gitti gider. Geçmiş olsun.

Umurunda değilmiş gibi yapıyor ama kim inanır? Ekonomik dengelerini dışarıdan gelecek taze para üzerine kurmuş bir iktidarın, dış dünyadaki bu ölçüde hızlı bir cazibe kaybını önemsememesi mümkün mü?

Partiyi kurar kurmaz apar topar Vaşington'a uçup, oradaki orta karar bürokratlardan randevu falan talep edip, zincir, takoz, çekme halatı isteyen kadronun, bugün ABD tarafından zırt vırt yalanlanan demeçleri ve şerh konulan, eleştirilen, beyzbol sopası gösterilen siyaseti hiç bir anlam ifade etmez mi?

Hadi buradaki liberalleri ve solcuları geçtik. Oyları az. Kamuoyu oluşturma becerilerini de görmezlikten gelelim. Ulusalcıların zaten adını anmaya bile değmez. Ağzını her açışta aşağıla gitsin.

AK Parti'ye oy veren herkesi eli tespihli dişi misvaklı taşra softası zannetmek ve o tribüne oynamak, modern hayatı seçmiş tesettürlü kadınları ve top sakallı cami cemaatini bile çileden çıkartabilecek derecede dangıl dungul demeçlerle toplumu kamplaştırmak, sahiden de akıl fikir strateji işi mi? Parti'den aldığı çeklerle "kamuoyu araştırması" yapan şirketlerin açıkladığı oy oranları sandıkta sahiden de tutar mı?

Bu seçmen o kadar negativiteye ve itiş kakışa gene de vekâlet verir mi?

En hararetli ve iktidarın eteğini asla bırakmaz zannedilen destekçilerinden bile (Barlas, Ilıcak, Aköz, vd) artık sert eleştiriler alan bir Başbakan, hangi erkle ve hangi rıza üretme becerisiyle ülke yönetecek? Yönetebilecek mi? Bırak uluslar arası ve yerel güç dengelerini, bizzat kendi iç dengelerini (haleti ruhiyesini) stabilize edebilecek mi?

Daha kaç tane gazeteciyi, köşe yazarını, söz ustasını işinden maaşından rahatından edip, internetin ele avuca sığmaz medyasına kazandıracak? Hangi iktidar kendi iliştirilmiş medyasının gazıyla iktidarda kalabilmiş ki bugüne kadar? Tansu'yu, Mesut'u da mı hatırlamıyorsun abi? Aydın Doğan ve Dinç Bilgin medyasının bile garanti edemediği bir iktidarı Yeni Şafak'ın, Star'ın, Sabah'ın çadır tiyatrosu kıvamındaki yayınlarıyla mı garantileyeceksin?

Yandaş medya, her zaman kamburdur aslında iktidarlar için. Gözbağcıdır. Halkı değil, bizzat onu kullanan muktediri uyutur. Yalakalardan oluşmuş bir medya, efendisinin gözüne tutulan bir el fenerine dönüşür, körleştirir. Kibir zerk eder muktedirin damarlarına, egosuna balon yaptırır. Tahammülsüzlüğünü pekiştirir. Dolayısıyla antipatikleştirir. Bu kabak lastiklerle araziye çıkılır mı?

Sen tut, her bir bireyin içini ayrı ayrı yakan devlet korkusuna panzehir gibi görülüp toplumdan fıstık gibi bir yetki al, sonra da o toplumu eskisine rahmet okutan bir devlet baskısıyla sindirmeye çalış? Bunlar nasıl bir akıl/sızlık/lar böyle?

* * *

Keloğlan masalları

Kahramanımızın falında bir eşik görüyorum. Hımm nasıl desem, evlerden ırak, bir gün önceki muktedirin ertesi gün römorktan düşmüş karpuza dönebileceği bir eşik bu. En sadık zannedilen yandaşların zıppadak karşı safa geçtiği, en turbo jeneratörün çöktüğü, çakaralmazın tutukluk yaptığı, oynak, çapraşık, kalleş bir eşik.

Falda bir adam var, uzun boylu, cengâver, bir hendeğe doğru doludizgin koşturuyor atını.

Bîteviye konuşuyor bu kişi. Promptırdaki metin bitiyor belki, o devam ediyor. Üç paragraf sonra az önce söylediğini gene kendisi çürütüyor. Ertesi gün elinde kalacağı baştan belli kof tezlere dört elle sarılıyor. En değmeyecek, muhatap alınmayacak magazinel kişiler üzerinden meşruiyet arıyor. Eleştirildikçe daha da hoyratlaşıp, "yapıcam işte" diyerek çocuk gibi inatlaşıyor. En yakın ve meftun yol arkadaşlarıyla bile kamuoyu önünde çatışıyor, küçük düşürüyor. Zaten hiç bir zaman zarafet emareleri göstermemiş olan belâgati ve beden diliyle kıra döke ilerliyor.

Belli ki hiç bir zaman rafine bir bakışla okuyamadığı küresel ve bölgesel dinamikleri es geçmiş. İzlenecek yolu bir zamanlar kulağına fısıldayan akıl hocalarını silip atmış. Toplumun ihtiyaçlarının yoğunlaşıp cisimleştirdiği ve vekâleten ona emanet edilen mutlak gücü kendi şahsî mülkü zannetme ve kendi gölgesinde keramet arama gafleti onu da pençesine almış.

23 yıl önce bir Keloğlan hikâyesi çizmiştim; hızla parlayıp sönen bir siyasetçiyi anlatıyordu. Bizim siyaset dünyası bir çeşit Keloğlan masalı gibi. Ama gerçek hayattaki Keloğlanlar masallardaki kadar bilge olamıyor maalesef. Balta her vuruşta kayaya denk geliyor. Kaderimiz buymuş ve aşılamazmış gibi. Mehteran bölüğü misali, iki adım ileri, bir adım geri. Sisifos hikâyesine dönüşüyor her denemede bizim Keloğlan hikâyelerimiz. Agyâr eriyor muradına ama biz kerevetine bir türlü çıkamıyoruz.

Yorumlar

Başbakan Erdoğan hastalığından sonra değişti. Belirli bir süre kanser tedavisi gördü. Belki şu anda da, kanserin tekrar nüksetmemesi için, değişik kanser tedavisi ilâçları kullanıyor. Bu ilâçlar da onun beyin işleyişini etkiliyor. Daha sinirli, daha saldırgan oluyor. Sizin hiç yakınınızda kanser tedavisi gören bir kişi oldu mu? Eğer güçlü ağrı kesici ilâçlar kullanmıyorlarsa çok saldırgan olabilirler. Onunla ilgilenen kişilerin hayatını zindana çevirirler.

Tabii başbakanın hastalığı o kadar ciddi boyutlarda değildi. Ama sanırım gene de beyin işleyişini etkiledi. Ve gene sanırım, etrafındaki insanların bir kısmı bu değişimin farkındalar; sürekli Başbakan Erdoğan'ın konuşmalarını düzeltmeye çalışıyorlar, aslında ne söylemek istediğini açıklamaya çalışıyorlar.

Zaten eğer olağanüstü bir değişiklik olmazsa AK Parti Sayın Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına hazırlanıyor. 2014 yılında Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olduktan sonra AK Parti'nin başına büyük bir ihtimalle Abdullah Gül ya da Abdullah Gül'e benzeyen ılımlı bir kişi geçecek. Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı makamında böyle günümüz hukukunda yeri olmayan çıkışlarını sürdürecek, ama AK Parti hükümeti bunları kaale almayacak. Tabii yeminli AK Parti düşmanları gene cumhurbaşkanı olmuş Recep Tayyip Erdoğan'ın sözleri üzerinden "İşte İslâm devletinin ayak sesleri!" yaygarasını koparmayı sürdürecekler.

Sonuç olarak, şu anda Sayın Erdoğan'ın sözleri üzerinden Türkiye için gelecek karanlık günler senaryosu çizmenin hiç bir anlamı yok. 2014 yılı sonrası için Abdullah Gül'ün, Bülent Arınç'ın, az konuşsa da Numan Kurtulmuş'un sözlerine bakmak daha yol gösterici olacaktır.

Levent Yaycı - 7 Kasım 2013 (09:29)

Aman bunlar ne güzel eksik akıllar Üstad, darısı bizlerin de başına olur inşallah.

Onca yıldır bu memlekette yaşarım, bütün sıradan vatandaşlar gibi, politik curcunanın aşağı yukarı her sıkıntısını çektim, her kaprisine katlandım diyebilirim. Meselâ; Menderes'i evin içinden insan ölmüş gibi günde üç öğün anlatan bizimkileri dinlerken, İnönü'yü icraatlerinden, Demirel'i meşhur şapkasından, Ecevit'i mavi gömleği/beyaz güvercininden, yok ihtilâli, yok vesayeti, hükumet kur/kapat, parti aç/kapat, onu indir bunu bindir derken Cumhuriyet'i bütün artemalarıyla izlemeyi nasip etti Allah, şükürler olsun.

Fakat "Gezi" gibisini şimdiye kadar ne gördüm ne de duydum. Herkesin malûmudur, Taksim meydanı kendine has önemi itibariyle, düdüğün sesini duyanın topa girdiği santra noktası gibidir. Dün televizyon haberlerine şöyle bir göz ucuyla bakıyordum Üstad, o da ne, gözlerim faltaşı gibi oldu. Koca bir mehteran takımı Taksim'de, iki ileri üç geri "dik dur eğilme" diye celâlleniyor, ter ter tepiniyorlar. Ayıptır söylemesi insan kendini bu iddia karşısında "İstanbul alınıyor da, dalgınlıkla Bizanslıların arasında mı duruyorum acaba?" diye gereksiz bir travma, tedirgin bir ruh hali içinde hissediyor.

İster misiniz İstanbul'da bizim, Gezi'yi de biz inşaa ettik, düdüğü de biz çaldık, golü de biz attık, hakem de gençlik kollarından amcamızın oğlu, iyi sıhhatte olsunlar da partimizin büyükşehir belediye başkanıdır desinler de, vatandaşın sigortalarını hepten yaksınlar? Valla Keloğlan masalı olsa canıma minnet, Kurtla kuzu masalına gider mi bu terane acaba diye kara kara düşünüyorum.

Deniz Türkoğlu - 7 Kasım 2013 (09:38)

Sayın Yaycı'nın bu yazıya yazdığı ilk yorumunda dehşetengiz teknolojik, semiolojik, ontolojik önermeler var.

Benim 118 yıl önce yazdığım "Zaman Makinesi" adlı romanım demek ki bu geçen zaman zarfında hakikatin ta kendisi olmuş. Sayın Yaycı makineye binip geleceğe gitmiş, o gelecekte yaşananları zihnine nakşetmiş ve tekrar bugüne avdet edip orada gördüklerini bize naklediyor.

Fakat ben gene de bazı şeyleri anlayamadım. Utana sıkıla soruyorum:

* Sayın Yaycı, başbakanımızın kanser hastası olduğu bilgisini hangi kaynaktan elde etmiş ve herkesten saklanıyor olması gereken bu devlet sırrını kime nasıl doğrulatmış?

Hastalık nedeniyle akıl yürütme becerilerinde tökezlemeler yaşayan kişiyi otobüs şoförü bile olsa malûlen emekli ederler. Eğer bahse konu bu bilgi doğruysa, o başbakanın sağlık nedeniyle emekliye sevk edilmek yerine cumhurbaşkanı seçilmesi bir çeşit kollektif cinnet sayılmaz mı? Sayın Yaycı, böyle bir cinnet ortamının hüküm sürdüğü distopik gelecekten nasıl sağ salim kurtulup günümüze avdet edebilmiş?

Acaba sayın Yaycı, benim 118 sene evvel kaleme aldığım türden fantezi ürünü bir roman falan okuyup bunu hayatın çıplak gerçeği zannetmiş olmasın?

Sayın Yaycı'nın zikrettiği "yeminli AK Parti düşmanları" örgütü şahsen çok ilgimi çekti. Ben de katılmak isterim. Acaba bana bu örgütün -varsa- telefon ya da teleks numrolarını ve yemin metnini iletebilir mi?

Son olarak, değerli meslekdaşım Durmuş Düşünür beyefendinin bir istirhamını nakletmek isterim. Elçiye zeval olmaz. Kendisi sanırım bu aralar "Safsata Sözlüğü Reladed" adlı bir eser kaleme almaktaymış ve sayın Yaycı'nın bahse konu yorumunu önsöz niyetine kitabında kullanmak istiyormuş. İzin verir mi diye soruyor.

Tenkyu veri maç.

H.G. Wells - 7 Kasım 2013 (13:58)

Başbakan Erdoğan 26 Kasım 2011 günü bir Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesinde bir operasyon geçirdi. Sindirim sisteminden oldukça iri polipler alındı. Patalojik incelemede poliplerin iyi huylu çıktığı söylendi. Ama bu bilgi kimileri tarafından çelişkili bulundu. Örneğin Safile Usul'un Gazeteport'ta çıkan yazısını okumanızı önerebilirim.

Kanser değil açıklaması gayrı ciddi - Safile Usul (Gazeteport)

Levent Yaycı - 7 Kasım 2013 (14:34)

Doğrusunu isterseniz Levent Yaycı'nın 14:34 saatli yorumuna şaşırdım ve üzüldüm.

Herşeyden önce, hiç kimse bir hastanın sağlığı ile ilgili bilgileri onun izni olmadan başka insanlarla paylaşmamalıdır, paylaşamaz. Bu en basit yaklaşımla, ayıptır.

Bkz. Hasta Hakları Yönetmeliği - Madde 23

Üstelik verilen bilgilerin nasıl elde edildiği belli değilken, sanki "kesin doğrular" biliniyor ve söyleniyormuşcasına - hem de patoloji (pataloji değil) raporunda ne yazdığına varıncaya kadar - açıklamalar yapılması bence biraz hipertrofik bir özgüvenin sonucu her halde.

"Efendim, sıradan birisinden bahsetmiyoruz, ülke yöneticisinden söz ediyoruz" deniliyor ise eğer, hatta "elimizde belgeler var, yetkililer açıklamıyorlar ama biz biliyoruz" deniliyorsa, bunu bari bir basın toplantısı ile herkese duyurun.

Ama dikkat, Başbakan da olsa insanların sağlıkları ile ilgili bilgilerin açıklanması konusunda "hakları" var ve o haklarını ararlar. Aramalılar. Dolayısı ile bu bilgileri sağlayanlar ve açıklayanların hepsi yasal sorumluluk altında kalırlar.

Kalmalılar da!

İcraatın eleştirilmesi başka bir şey, insanların sağlıkları ile ilgili "dedikodu" yapılması başka.

Ha, bazı batılı ülkelerde olduğu gibi resmi açıklamalar bekleniyor ise detaylı tıbbî bilgiler içeren, o tamam!

Çok bekleriz ama…

Melih Özel - 7 Kasım 2013 (19:00)

Başbakan Erdoğan'ın ameliyatıyla ilgili açıklamalar sır değil. Ameliyatta bulunduğunu söyleyen Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Mehmet Füzün ameliyatla ilgili açıklamaları Aralık 2011 tarihinde yaptı. Özetle şunları söyledi:

"Bağırsağından 20-25 santimlik bir bölüm alındı. Polipler kolonoskopi yöntemiyle alınamadığı için ameliyat yöntemine başvuruldu. Çıkarılan polipler iyi huyluydu."

Yani Başbakan Erdoğan'ın sağlık bilgilerini ben ya da Safile Usul gizli kaynaklardan elde etmiyoruz. Yalnızca açıklanan bilgileri yorumluyoruz ya da bu bilgileri yorumlayan doktorların sözlerini kullanıyoruz. Ortada bir kişilik hakkı ihlâli, bir dedikodu yok. Resmi olarak açıklanan bilgiyle ilgili yorum var.

Levent Yaycı - 7 Kasım 2013 (21:02)

Evvela muhterem Büdütör ve yardımcılarına yıllardan beri benim şapka özürlü halimi inatla ve usanmadan tahammülle karşılayıp yardımcı oldukları için teşekkürlerimi sunuyorum.

Saniyen, başbakanımızın son hallerini ben de anlaşılmaz bulanlardanım. Tahammül edilemez bulmuyorum, orası ayrı. Onca nobranlık, fevrî davranış ve maksadı aşan sözüne rağmen kendisini iletişim kurulabilir bulmaya devam ediyorum. Ha, gidiş gidiş değil, başbakan ve avanesi uzun sayılmayacak bir müddet sonrasında bir ahir zaman ANAP'ı gibi tarih sahnesinden silinecekler. Bu da benim öngörüm.

Salisen, bir dostum (kendisi çok bilenlerden ve çok bilenlere yakın olanlardandır) başbakanın tavırlarına şöyle bir mazeret buldu: "Adam bazı bilgilere direkt ulaşabiliyor ve öyle durumlar ve ilişkiler görüyor ki ister istemez fevrîleşiyor". Ben de buna cevap olarak siyaset sanatının işte tam da burada devreye gireceğini ve her şeyi yapmış fakat evlâtlarından gün yüzü görmemiş babalar gibi davranamayacağını söyledim. Bir karara varamadık.

Nihayette, ben de gezi hadiselerinin bir dönüm noktası olduğuna inananlardanım. İyiye mi gideriz kötüye mi gideriz, iki ucunu tutamadığımız değneğin ortasını tuttuğumuzda istemediğimiz şeyleri mi avuçlarız, muamma…

Ahmet Faruk Yağcı - 8 Kasım 2013 (07:52)

Doğan Akın'ın şu satırları bence meselenin önemli bir boyutunu özetliyor:

"Erdoğan'ın kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalamayacakları, karma evlerde "gayrimeşru hayat yaşandığı" iddiaları, 11 yıllık AKP iktidarında "hayat tarzına müdahale" eğiliminin en somut, en aşırı göstergesi oldu. Bunu söyleyebilmek için, Başbakan'ın her görüşünü mutlaka "rasyonalize etmekle görevlendirilmiş" olmamanız yeterli."

Arınç'ın Erdoğan'a resti ne anlama geliyor, neler olabilir?

Son yıllarda yandaşlarınca kantarın topuzu kaçırılırcasına ayyuka çıkarılan karizması Erdoğan'ı "ben var ya ben, şimdi bir RTE partisi kursam tek başıma AKP'den daha fazla oy alırım, bunların ağız kokusunu ne çekicem, analarını da alıp gitsinler" noktasına getirmiş gibi görünüyor. Bu nobranlığın altında muhtemelen bu da var.

İnsan ister istemez 33 sene önce benzer duygularla genel başkanı olduğu partinin (CHP'nin) yekûnuna rest çekip, uzlaşma aramak için evine gelen genel başkan yardımcısını bile kapıdan geri çeviren ve kendi tek adam partisini kuran "umudumuz Ecevit" i anımsatıyor.

Sonra ne mi olmuştu? Yıl 1995. Kibirinden yanına varılamayan "umudumuz" Ecevit, kendi seçim bölgesi olan Zonguldak'tan milletvekili seçilmeyi başaramadı. Siyaseti bıraktığını açıkladı. Sonra bırakmayı da bırakıp siyasete geri döndü. Bir daha seçildi. Hatta başbakan oldu. Sonra kepaze oldu, yüzüne gözüne bulaştırdı, karizmayı feci şekilde çizdirdi. "Çapsız" ve "geçimsiz" bir siyasetçi olarak tarihe geçti. Sonra öldü. O ölünce tek kişilik partisi DSP de öldü.

"Ne kadınlar sevdim zaten yoktular" demiş ya şair, biz de şu yarım asırı geçen siyaset seyirciliğimiz esnasında ne bileği bükülmez efsane kahramanları gördük, rezil rüsva olarak çekildiler siyaset sahnesinden.

Onların bu hırslarının ve siyasî körlüklerinin faturası hep halka çıkarıldı. Olan memlekete, özellikle de aybaşına gün sayan dar gelirli insanlara oldu.

Bu durumda kim çıkacak bu işin kerevetine?

Durmuş Düşünür - 9 Kasım 2013 (00:45)

Gezi Parkı İsyanının ilk günlerinde yazdığım iki yazının birinde şöyle bir kanaat belirtmiştim:

"Ama artık bu cenk ruhunun, cenk söyleminin, o olamıyorsa cenk önderinin behemehal değişmesi gerekiyor.

Sayın Erdoğan için, "keşke şu ısırıcı zehirli üslubunu değiştirse de yola gene onunla devam edilse" demek isterdim, ama bunun olamayacağı daha şimdiden kesinleşti gibi.

O zaman geriye bir tek seçenek kalıyor: Değişmemekte inat eden liderin kendisini değiştirmek."

Az önce okuduğum bir habere göre, ekonomist ve gazeteci Osman Ulagay "Türkiye Eskisi Gibi Olmayacak" isimli yeni kitabında, Yabancı Sermaye Derneği'nin bir üyesinden şöyle bir ifade naklediyor:

[Gezi günlerinde] Gül, tanınmış yabancı şirketlerin yöneticilerinin yer aldığı heyete şu önemli mesajı vermişti:

"Türkiye son on yılda attığı adımlarla temel tercihini ortaya koymuş, Türkiye'yi gitmek istediği yere götürecek olan raylar döşenmiştir. Türkiye'nin yolu bellidir. Eğer bir noktada lokomotifte sorun çıkarsa lokomotif değiştirilir ve Türkiye yoluna devam eder. Bundan hiç kuşkunuz olmasın."

Gül: Türkiye'nin yolu belli, lokomotifte sorun çıkarsa…

Bu ifadelerin "şeyh uçmaz mürit uçurur" taifesinin "beynelmilel komplo" iddialarıyla mı yoksa "devlet aklı" kavramıyla mı açıklanabileceğini herkesin kendi sağduyu ve ferasetine bırakıyorum.

Necdet Şen - 11 Kasım 2013 (12:46)

Gezi isyanı sırasında yazılan bir yazının altına şöyle bir not düşülmüş:

"Laf kalabalığına boğup sorularımızı gargaraya getirme, Roboski'de ne oldu, Reyhanlı'da ne oldu, uçağımız neden ve nasıl düştü, Beyaz Saray'da (kapalı kapılar ardında) sana neler söylendi de ayarın bozuldu ki, gelir gelmez memleketin yarısına savaş açtın, cevap ver!"
→ Diren Ak Parti

Başbakan'ın Washington'a yaptığı resmi ziyaretten ayarının bozulmuş olarak döndüğünü söylerken, kapalı kapılar ardında neler konuşulduğunu tabii ki bilmiyorduk. Bilen kaç kişi vardı, onu da bilemiyorduk. Ama o günün konuşmaları şimdi medyaya ufak ufak sızdırılırken görüyoruz ki, yorumu yazan kişi o zaman yaptığı tespitte tam isabet kaydetmiş.

"(16 Mayıs" ta Beyaz Saray" da) Erdoğan, kırmızı çizgilerin geçildiğini anlatıyordu. Başbakan bir ara Hakan Fidan"ı sohbete dahil etmek istedi ama Fidan konuşmaya başlayınca Obama "Biliyoruz" diyerek sözünü kesti. Erdoğan, Fidan"ı 2. kez konuşturmaya çalıştı, Obama müsteşarın sözünü ikinci defa "Biliyoruz" diye kesti. Erdoğan artık dayanamayıp "Ama kırmızı çizginiz geçildi" dedi. Obama, Fidan"a işaret edip "Biz de sizin Suriye"deki radikallerle neler yaptığınızı biliyoruz" dedi."
Adım sarine çıkmış, eyvah! - Fehim Taştekin

Bu konuşmanın hemen akabinde Malum Şahıs'ın havaya kaldırdığı parmağı yüzünden Obama'nın bir bürokratından işitttiği "kibar" uyarıya hiç girmiyoruz. Gazetelerde var zaten yeterince ayrıntı. İngilizcesi olanlar şuradan da okuyabilir:
The Red Line and the Rat Line - Seymour M. Hersh

Gizli Gazeteci - 8 Nisan 2014 (13:26)

Seymour M. Hersh'in yazısı üzerinden Cengiz Çandar'ın da oldukça mantıklı soruları var: ('Hangi kırmızı çizgi?') Benzer şeyleri çok kestirmeden Fehmi Koru da söylemiş. Babek Zencani'yi de okuduklarım doğruysa konuşturmaya başlamışlar. Evet yaptım, ama yalnız yapamazdım (e herıld yani babeğim, kimse bir başına milyar dolarlar uçurdun demedi zaten) diyerek bizden de isimler vermiş şeklinde haberler var.

Gizlilikler kalkınca kesin holivud filmleri çıkar bu olaylardan. Oğluma anlatacağım, biz bu filmin gerçeğini en ön sıradan izledik diye.

Neler olacak bakalım göreceğiz. Hayırlısı.

Hayır bazen de korkuyorum film içinde film mi izliyoruz acaba diye, tufaya gelmek istemiyorum, hâlâ acırım Inception filmine verdiğim zamana. Sen anlat, anlat sonra hop bir bakıyoruz fırıldak düşmeden dönüyor yine. Neredeyiz, hangi boyuttayız, ben öyle izledik eğlendik haydi olaysız dağılalım diyebilenlerden değilim, dumanlar çıkıyor bir taraflarımdan, anlamak istiyorum

Jason Bourne - 9 Nisan 2014 (18:55)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

98
Derkenar'da     Google'da   ARA