Patronsuz Medya

Afedersin, Milliyetçi

Necdet Şen - 23 Nisan 2015  


Milliyetçilik, aklın habasetle sınanmasıdır.

Çünkü değer piramidinin en tepesine "milli" aidiyeti koyarak daha en başında insanı insan olmaktan gelen değerlerinden soyutlayıp, "biz" ve "ötekiler" zıtlığının içine hapseder.

Gerekçelendirilmiş kötülüktür Milliyetçilik.

Sağduyu, adalet, merhamet gibi hasletleri aşağı iten, içselleştirilmiş takıntısıyla çelişen tüm değerleri es geçen seçici bir tavrı temsil eder. Ama olumsuz bir seçiciliktir bu; dışarıda kalan herkesi düşmanlaştırır, gelecekteki olası kurbanların listesine dahil eder.

Korku saikiyle kalabalıklaşan, kalabalığın ortak kütlüğüne ayak uydurup alıklaşan, birey olamamış insanların ortak deliliğinin adıdır da diyebiliriz.

Hayat algısını savaşlar ve zaferlerden oluşmuş fiyakalı bir anlatıya hapseder. Savaş denen şeyin, kaybedenin kazanana gazoz ısmarladığı bir mahalle maçı olmadığı basit gerçeğini irdelemekten kaçınır. Oysa biliriz ki, savaşları en çok ÖLDÜREN, en çok TAHRİP EDEN taraf kazanır.

Bu kötücül arzuyu kendine -ve ait olduğu sürüye- hak belleyip vicdanında aklayan sokma akıl, sebeplerini yaratmakta da zorluk çekmez. Diğerinin adını ağzına sadece sövgü kabilinden alan herkes, yolu er geç zulüm ve vahşete çıkabilecek bu zehirlenmenin çekim alanına girmiştir.

Dolayısıyla, kendini "milliyetçi" diye tarif eden kişi, şecaat arz ederken, aslında olası bir gelecekteki cinayet furyasının gönüllü katillerinden -en azından destekçilerinden- biri olduğunu da beyan ediyor demektir.

Şimdi gel de kendini böyle bir düşmansılık zincirine sımsıkı bağlamış olan kişiyle "Ermeni Soykırımı" denen bıçak sırtı sorunu tartış.

Üzerinde çok konuşuldu, çok yazıldı. Bu yıl (2015) o "sözde" kırımın yüzüncü yıldönümü olduğuna göre daha da hararetle ve yüksek tansiyonla konuşulacak. Belden aşağı ve çatışmalı geçeceği şimdiden belli olan seçim atmosferini de bu denkleme eklersek, "hıyanet, kahpelik, namertlik" ve benzeri nezih ifadelerin havalarda uçuşacağını kestirmek pek zor olmasa gerek.

Eh, yaradana sığınmadan ağzını açmanın hep müşkül olduğu bir ülkede gözümüzü açıp şu yaşımızı çamurda debelene debelene idrak ettiğimizi düşünürsek, elle gelen düğün bayram deyip, doğrudan "afedersin ermeni" mevzuuna girebiliriz.

Soru artık "biz mi onları kestik, onlar mı bizi kesti, yoksa karşılıklı kesiştik mi" durağından "kestik kesmesine de sor bakalım niye kestik" ve "bu kadarına soykırım denir mi denmez mi" yönünde makas değiştirmişe benziyor.

Bir de kesilenlerin yekûnunun en alt limitten mi yoksa en üst limitten mi hesaplanacağı ya da ortalamanın alınıp tam sayıya mı yuvarlanacağı pazarlığı var. Rakamda uzlaşılamıyor.

Korkunç bir insanlık dramını tavuk çiftliği işletmecisi mantığıyla tane hesabına vurarak, aslında ne kadar ayıp ettiğimizi fark edemiyoruz galiba. Evinden barkından koparılıp sürgün yollarına koşulan, patates çuvalları gibi trenlere doldurularak ya da yayan yapıldak yola revan edilerek ölüm yolculuğuna çıkarılan, yol boyunca canına malına ırzına musallat olunan, tarifi gayrı mümkün barbarlıkların dehlizinden sıyrılıp geçmeye çalışırken bir yandan da açlıkla hastalıkla onursuzlukla imtihan edilen, tüm o acıları an be an yaşamış ve pek çoğunun hayatları acılar içinde son bulmuş o insanların yaşadıklarını sadece sayısal değerlerle konuşmaktan, hilâfsız hepimizin utanç duyması gerekmez mi?

O insanların geride bırakmak zorunda kaldıkları mal varlıklarının üstüne oturarak servet sahibi olanları ve bu rezil servetleri yerken bir de o haramî soydan kendilerine "asalet" biçen torunları bir cümleyle geçiyorum.

Velev ki bu işler biz doğmadan yarım asır ya da üç çeyrek asır önce olmuş bitmiş olsun. Velev ki kendi soyumuz sopumuz içinde hiç kimse bu feci işlere bulaşmamış, hatta merhamet destanları yazmış, sütten çıkmış ak kaşık olsun.

"Kesilerek" öldürülen ya da kaçınılmaz olarak öleceği koşulların içine itilen o insanların sayısı birkaç milyon değil de birkaç bin olsa, hatta sadece birkaç düzine olsa ne fark edecek? Bu yine de insaniyetimizi içine sıçılası bir "biz" takıntısı ve onun "şanlı zaferi" uğruna çöpe attığımız anlamına gelmez mi?

Basit bir gerçek: Millet denen şey tek tek bireylerden oluşur. Bizler, tek başımıza gündelik hayatlarımızdaki irili ufaklı yanlışlarımızı hasır altı etsek, cümle alem bir araya gelip suçlasa bile asla "hatalıyım" demeyip çocuksu bir inatla sonuna kadar inkâr yoluna sapsak da, üst aidiyetimiz adına yapılmış böyle yaygın ve yürek paralayıcı vahşeti hangi ortak akılla açıklayacak, hangi ortak vicdana sığdırabileceğiz?

Daha nereye kadar kandıracağız kendimizi? Utanma ve nedamet duygumuzu daha ne kadar erteleyeceğiz? Bir tek insanın, kedinin, kertenkelenin kolunu kanadını incitmişsek, aslında tüm evrende ve tüm yaratılmışlarda içkin akıl sır ermez mucizeye nankörlük ettiğimizi daha ne kadar inkâr edeceğiz?

Hıyanet mi arıyorduk, al işte hıyanetin en büyüğü: Can almak ve can alana suç ortaklığı etmek.

İtiraf edilmeyen her kötülük insanı içten çürütür, vicdansızlığı rutine dönüştürür. Yüz yıllık günahımız bizi çürütüyor. Epeydir hasta bir toplumuz. Kompleksliyiz. Bütün o afur tafurumuz, "ezdirmem kendimi" pozlarımız bu yüzden. Zaten eziliyoruz kendi kötülüğümüzle. Kara deliğe dönüşen sönmüş gezegenler gibi, iç basıncımız bizi yamyassı ediyor. Ele güne ne hacet? Büyümeyi (sorumluluk almayı) kabullenemeyen çocuk ruhlu yetişkinler gibiyiz. Adına "milli beraberlik" dediğimiz şey devasa bir suç ortaklığından başka bir şey değil. Birbirimizin gözünün içine baka baka aynı yalan dolanın aynı riyakârlığın değirmenine su taşıyor, ilâ nihaye böyle devam edip gidebileceğimizi sanıyoruz.

Kişi doğuştan getirdiği tüm özelliklerin tutsağıdır aslında. Boy pos, cüsse, göz rengi, yetenek, zekâ, doğduğumuz memleket, aile, hepsi bizim irademiz dışında belirlenmiş, istesek de değiştirme şansımız olmayan kader kabilinden özellikler. Kişiyi insanî vasıflarından azade kılıp da kaderinden dolayı yüceltmek ya da hakir görmek, kâmil olma yolundan sapıp bile isteye nakıs olmayı seçmek demektir.

İlle de bir şeylerimizle böbürlenme ihtiyacında isek, kendi irademizle seçtiğimiz yolumuzla ve her kararımızla ilmek ilmek ördüğümüz tek eserimiz olan karakterimizle öğünebiliriz. Hayat boyunca kendi kendimize becerip inşa edebildiğimiz tek gerçek değer bence budur. Olayların karşımıza çıkardığı karar anlarında ne yönü seçtiğimize, kolay ve tehlikesiz olanı (kalabalığın dayattığını) mı yoksa zor ama onurlu olanı (sağduyumuzun çağrısını) mı seçtiğimize bağlı olarak çizilir şahsiyetimizin profili.

İsteyen bundan sonra da yüz yıl önce çok sayıda Ermeni komşumuzun başka yerlere göç ettiğini, hem zaten vatana ihanet ettiklerini, savaşta karşılıklı zayiat olduğunu falan "düşünüp" kafasını inkâr çölünün kumlarına gömmeye ve öyle yapmayanlara höt zöt edip susturmaya, sindirmeye çalışabilir. Ben kendi namı hesabıma daha zor olan yolu seçip, iradem dışında belirlenmiş olan -ama umurumda olmayan- etnik aidiyetimin yol açtığı tüm kötülüklerden dolayı mahçubiyet duymayı ve "bizimkiler" tarafından gadre uğratılmış tüm insanların hiç değilse geride kalan hatıralarının önünde diz çökerek özür dilemeyi tercih ediyorum.

Sadece kendi sıradan varlığım adına değil, bu "millî" cürümden dolayı üzüntü duymayan, inkâr ve cazgırlık yoluna sapan, "gene olsa gene yaparım" demenin üstü kapalı biçimi olan milliyetçilik zehirini bile isteye içen herkes adına da, tüm ezilenlerden ve kalbi kırılanlardan, bütün içtenliğimle özür diliyorum.

Tabii ki başka insanları benim seçtiğim bu riskli yolu seçmeye zorlayamam. Herkes kendi yolunu seçecek, kişisel menkıbesini bizzat yazacak ve gece yastığa başını koyduğunda herkes kendi kulak vızıltısını dinleye dinleye uykuya dalacaktır.

İyi uykular Türkiyem. Yüz yıl uyudun, canın ne zaman isterse o zaman uyan.

Ama dikkat, uyandığında gördüğün dünyayı anlamlandırmakta ve ayak uydurmakta zorluk çekersen hiç şaşırma. Bu yalnızlık senin eserin.

Yorumlar

Genç Süryani'ye hoşça kal deyip, dükkândan çıktım…

Olanları düşünüyordum: Süryani ülkesini, berberlik öğrenen Süryani Theodore Badal'ı, sesindeki hüznü, tavırlarındaki umutsuzluğu.

Bu aylar önce, ağustostaydı, ama o günden beri Süryani ülkesini düşünüyor, kadim bir halkın genç, uyanık ama umutsuz evlâdı Theodore Badal, hakkında bir şey söylemek istiyorum. Yetmiş bin Süryani, bu büyük halktan geriye kalan sadece yetmiş bin kişi, gerisi ölüm uykusunda, bütün o azamet harap olmuş ve unutulmuş.

Onu bunu namussuz diye diğerlerinden soyutlamak hakça değil. Ermeni nasıl acı çekerse Türk de acı çeker. Saçma işte, ama bunu bilemezdim o zaman. Bilemezdim şu Türk dediğimiz insanın zorlandığı yola sapan, kendi halinde, dünya tatlısı bir bîçare olduğunu. Ondan nefret etmenin, aynı hamurdan çıkma Ermeni'den nefret etmeye eşdeğer olduğunu. Ninem de bilmezdi, hâlâ da bilmiyor. Artık bunun bilincindeyim ben, ama kaç para eder?

Zavallı Markar. Onun uyuyuşuna bakan, dünyada kimsenin derdi yok zannederdi. Horlaması bir tüccarınki kadar zengindi; zira insanlar bu tür şeylerde eşittir. Basit şeylerde bütün insanlar yan yanadır. Müşterek, hazin ve değersiz; iyi bir pazarda insanın bini bir para. Çıplaklığın birliğinde yoksul insan, papaz, şair ve siyasetçiyle kardeştir. En heybetli kişinin başından sarığını alın, sofu papazın siyah cübbesini çekin, mağrur kalpten güveni alın, kibirli ruhtan teselliyi, geriye ne kalır? Bir inilti, bir kaşıntı, bir horlama, bir burun çekiş, bir sızlanma, keçi gibi zıplama, bir osuruk ve bir papağanın saçma söylevi.

(William Saroyan)

Ülkesinden sürülmüş bir annenin oğlu olarak, Amerika' da doğdu. İyi ki de doğdu…

Bütün o cazgırlar korosunu bir araya toplasak, bir Saroyan eder mi acaba?

Özgür Tekin - 25 Nisan 2015 (23:39)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

515
Derkenar'da     Google'da   ARA