Patronsuz Medya

Negatif Bilinç

Necdet Şen - 15 Eylül 2002  


"Bu millet hiç bir boka yaramaz!"

Hangi ekonomik sosyal kültürel katmandan olursa olsun, cennet ülkemin güzel insanının üzerinde fikir birliğine vardığı tek konu bu sanırım: Kendi halkına karşı bitip tükenmeyen bir düşmanlık ve hakir görme duygusu.

Kiminle, ama kiminle konuşursam konuşayım, "bu halkı" beğenmiyor ve kendini "yozlaşmış" kalabalığın içinde yalnız hissediyor. Şu veya bu cemaate, ideolojiye, futbol takımına duyulan derin bağlılıklar bile o kişinin herhangi bir duruma ilişkin kanaat belirtirken "bu toplum berbat bir toplum, her şey bozuk" genellemesine duyduğu sadakatin önüne geçemiyor.

Sağcıyı, solcuyu, dindarı, dinsizi, kemalisti, ikinci cumhuriyetçiyi, işçiyi, patronu, muhalifi, devletçiyi, kısacası herkesi birleştiren ortak payda bu galiba: Kendi toplumumuza karşı duyduğumuz tiksinti.

Çoğu konuda derinleşmiş, yetkinleşmiş, cana yakın, parlak zekâlı olabilen insanlar bile, içinde yaşamakta olduğumuz toplumsal dokuya ilişkin her durumda -buraya ait olmanın anonim şifresini beyan eder gibi- toplumumuzun tüm kurumlarıyla ve tek tek bireyleriyle yoz, angut, ahlâksız olduğu genellemesini dayıyor ara sıcağı niyetine. Bazıları daha da ileri gidip genlerimizin bozuk olduğuna kadar vardırıyor bu "bilimsel" saptamasını.

Ne zaman böyle karamsar, hayatımıza, toplumsal ilişkilerimize ve kurumlara dair topyekûn olumsuz önyargıya dayanan genellemelerle karşılaşsam, elimde olmadan "ama" diyeceğim geliyor. Ve o zaman görüyorum ki, muhatabım olumlu yorumlara karşı da sımsıkı bir direnç geliştirmiş. Dinlemiyor bile. İç ferahlatacak hiç bir şey duymak istemiyor. Dahası, kendisine "ama bak, bu konunun şöyle olumlu bir tarafı var" dendikçe, sanki kendisine kıllık ediliyormuş, su yokuşa sürülüyormuş gibi bir duyguya kapılıp geriliyor.

Ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Eş-dost ortamlarında sohbete limon sıkmayayım diyorum; ama bunun yolunun mutsuz, muarız, olumsuz bir monologu başımla onaylamaktan geçtiğini düşünmüyorum. Birileri farkında olmadan içinin kirini başka birinin üstüne boca ediyor. Belki o tarz insanlar bunu yaparak rahatlıyor, ama şahsen ben onları dinlerken yoruluyorum.

Yok, düşündüğümü söylesem -ki çoğunlukla olumludur- o an memnuniyetsizliğin fırtınalı sularında gezinen kişinin yüzüme karşı değilse bile, arkamdan "amma huysuz adam, ne desem itiraz etti" gibi kızgın genellemeler yapmasının önünü açmış oluyorum.

İlk bakışta mantıklı görünmeyebilir, ama maalesef öyle. Şu benim "huysuzluğum" konusundaki yaygın ön kabul var ya hani, bunun püf noktasını huysuz bir kalabalığa dönüşmüş necip halkımın münevver katmanıyla hemfikir olmama cüretini gösterişimde aramak, isabetli olabilir.

Eğer sanrılar içinde değilsem, görebildiğim manzara şu: Hazret kendi necasetiyle kavga ediyor. Ve vıdıvıdısının bir yerinde onu sakinleştirmek, azıcık da olsa pozitif kanala çekebilmek için öne sürülen tüm farklı açılara tepkisi şu oluyor:

- Amaaan! Huysuz! Ne olacak!

İyi, peki, öyle olsun, ne yapalım. Projeksiyon deyip geçelim.

Bendeniz hakirin "huysuzluğu" gereksiz didişmeleri baştan bitirecekse, tamam olur, aldım kabul ettim.

Ama canım ciğerim, sabahtan beri ne halkın yüzde bilmem kaçının aptallığını bıraktın, ne trafikteki sürücülerin barbarlığını, ne komşunun eşekliğini, ne ülkenin vatan hainleri tarafından yönetildiğini, ne kuyruktakilerin birbirini dirseklediğini, ne şu bu öteki meslek gruplarının hırsızlığını, ne dahilî ve haricî bedhahları, ne de topyekûn kokuşmuş olan, genlerinde kötülük taşıyan ırkımızı…

Peki, sahiden o kadar boktan mı bu millet?

Demin yalnızlıktan söz ettim ya, işte böyle bir açmaz var işin içinde. Düşün ki, nüfusun ekseriyetinin esmer tenlilerden oluştuğu bir toplumda yaşıyorsun, sen de esmersin ve bilmem kaç kuşak boyunca esmerliğin aşağılık bir var oluş şekli olduğuna dair telkine tabî tutulmuşsun. Ne hissedersin?

Düşün ki, hiç bir yerin ağrımıyor, nefes alıp verebiliyorsun, içli ve oynak türkülerin, konuksever insanların, gönül gözü açık bir halkın arasında doğup büyümüşsün, nefis yemeklerin olduğu bir mutfağın var, muazzam güzellikteki bir doğanın içinde yaşıyorsun, o halk ki, eşkıya kurşunundan, milis ve jandarma dipçiğinden illâllah deyip sırtında yorganıyla kentlerin çeperlerine sığıştığında bile, yoksulluktan mucizeler yaratıyor, kuralsızlık gibi görünen bir dinamizm içinde hayata tutunmaya, artı değer üretmeye uğraşıyor; ama sen bu dinamizmin farkında bile değilsin. Korunaklı fanusunda sabah akşam, ecnebî müzikleri dinleyip, ecnebî yemekleri yiyor, ecnebîce kelimelerin arasına Türkçe bağlaçlar serpiştirerek konuşmaya çabalıyor ve ecnebîlerin zihnine nakşettiği ithal değerlerden mülhem aşağılık duyguları içinde kıvranıp duruyorsun.

Mutsuzsan bu senin sorunun. Niçin "mutsuz muyum?" diye düşünecek zamanı ve lüksü bile olamayan insanlar suçlu olsun ki?

Ortalıkta hırsızlar kol geziyorsa bu da senin sorunun. Hırsızlığa dur demek için ne yaptın şu güne kadar?

Meraklanma sevgili halkım, aşağılık kompleksi ve negatif bilinç genetik bir bozukluk değildir ve tıbbın alanına girmez. Tamamen kültürel niteliklidir. Büyük ölçüde yetiştirilme tarzımızdan kaynaklanır.

Sen bana gene "huysuz" de, "hırçın" de, pek takılmam. Ama bil ki içinde yaşamakta olduğun ve onlardan biri olduğun insanlara karşı bu kadar husumet duyduğun müddetçe kornaya daha öfkeli basarsın. Müziği yüksek sesle dinleyen komşuna ifrit olur, ama başka gün de senin yüksek sesle dinlediğin müziğe ifrit olan komşunu zevksiz bulursun.

Senin kendini yalnız hissedişinin esbabı mucibesi, zannettiğin gibi, bu halkın boktanlığı değil, senin yabancılaşmış olman olabilir. Kimseyi suçlama. Becerebilirsen, kendini onar.

Ne kadarı hain bir planın uzantısıdır, ne kadarı Batı'nın müstemlekelerine giden ticaret yolunun üzerinde olmanın getirdiği bir talih ya da talihsizliktir bilemem, ama son yüzyılını yoğun bir biçimde yabancılaşarak geçirmiş bir toplumun bireyleriyiz. Neredeyse bütün iletişim kanallarından üzerimize sağanak gibi yağan bu kendi değerlerine yabancılaştırılma furyasından etkileniyoruz. Bunun sonucu da, iç barışımızı yitirmek ve yalnızlık duygusu oluyor.

Esmer olduğumuzu unutmuşuz, kendimizi mahrumiyet bölgesine sürgün edilmiş "soylu" beyaz adamlardan biri zannetme illetinden malûlüz.

Ne yani, yok mu hiç yanlış giden bir şeyler bu ülkede?

Tabii var. Neden olmasın? Nerede yok ki? Siyah olmasaydı beyazı nereden bilecektik? Hem yanlış ne ki? Doğru'yu nereden öğrendik? Sana göre doğru olan bana göre belki doğru belki yanlış.

Haa anladım! Peki, senin "yanlış" dediğin şeyler yanlış. Meraklanma, hepsi düzelir. Yerine yenileri çıkar. O arada sen vıdı vıdı ederek harcanmış, "yanlış" bir hayatı noktalamış olursun, ortada yanlış manlış kalmaz.

Hayatın diyalektiği bu minval üzeredir. Bugün sana kaos ve yozlaşma gibi görünen olayların arka planında daha çetrefilli bir gelişme matematiği tıkır tıkır yürüyor olabilir.

Depremden sonra Marmara'da artan balıkları hatırla. O yer kaykılması ki, sana getirdiği acı, gelecekteki kuşaklara daha sağlıklı bir doğa anlamına geliyordu belki de. Küresel ısınma dediğin şey, uzun vadede nerelere evrilir bilemeyiz, ama şöyle bir çevrene bakarsan, sokağının eskisinden daha yeşil olduğunu fark edebilirsin.

Trafiği allak bullak eden yeni kentlilerdeki enerjiyi ve üretkenliği görebilmek için, oryantalist takıntılarından bir nebzecik olsun sıyrılman gerekebilir.

Düşün ki, denizlerimiz ve toprağımız sanayileşmiş ülkelerinkinden daha bakir. Yüz yıllık kendinden utanma eğitimimize rağmen, hâlâ gözleri pırıl pırıl parlayan kardeşlerimiz yaşıyor bu coğrafyada.

Ve muhtemelen yanından geçerken nefretle baktığın ve arkasından "davar" dediğin insan da başkalarına kötü gözle bakıyor, hatta "davar" olarak görüyor.

Zihnimizi yabani sarmaşık gibi sımsıkı kavramış olan husumet kültürü, ki apayrı bir sohbet konusudur, bize bu üst yapının attığı ithal bir kazık.

Dostum, sen bu ülkeye uzaydan gelmedin. Toplumunla barışmalı, gönlünde sevgiye ve iyimserliğe yer açmalısın.

Bu millet adam olmaz ve benzeri klişeleri mütemadiyen tekrarlaya tekrarlaya bilinçli olunmaz. Yanlışlıkla bilinç sandığın bu şey, aslında körleşmenin ta kendisidir.

Hayatın bin bir rengini artık kabak tadı vermiş genellemelerin içine sığdıramayız. Kendimizi ve içinde yaşadığımız toplumu anlamaya çabalayarak başlamalıyız yeni güne. Komşumuzu sevmeyi beceremesek de en azından düşman kesilmemeyi becerebilmeliyiz. Bu negatif bilinci beynimizden sıyırıp atmak ve içeriye temiz havanın dolabilmesi için ilk önce zihnimizdeki çöpü boşaltmak gerek.

Kendimizi aldatmayalım; Sokrates'den daha bilgili değiliz.

Önce o safsataları elimizin tersiyle iterek başlamak zorundayız içsel aydınlanmaya. Kanımızı değiştirir gibi, kültürümüzün içine sinmiş olan, her şeyin arkasında yamukluk arama ve bunu gerçekçilik sanma illetini, kazıyıp atmalıyız.

Haa, halk mı?

Bırak dağınık kalsın.

Halk bizi azledeli uzun zaman oldu; biz hâlâ kendimizi müstemleke valisi sanıyoruz.

Yorumlar

Merhaba, Necdet Şen…

Bir arkadaşım daha intihar etti ve ben düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim; bu konuda da düşüncelerinizi anlatan bir yazı yazarsanız çok sevinirim.

Neden genç nesil bu kadar mutsuz?

Tamam adaletsizlikler, karmaşa bir taraftan da belirsiz silik bir gelecek. Neden mücadele etmek istemiyoruz? Bu bizim zayıf, güçsüz kişiliğimizden mi kaynaklanıyor yoksa şu anki dünyada insan üzerine dayanılması çok güç olan baskılar mı çoğaldı?

Bu adam çok sevdiğimiz bi arkadaşımızdı. Cuma gecesi intihar etmiş. Nilgün Marmara, Pınar Çekirge, Kaan İnce vb gibi.

Hayatta intiharı tercih eden bi adam. Anadolu üniversitesi'nde doktorasını yapıyodu. Ankara Hukuk'u bitirmişti. Sanatçı bi adamdı. İşin kötü yanı ya da iyi yanı, "kendi tercihi, bravo" diyosun ama yine de ölümü yakıştıramıyosun: (Yazdığı son mektup diyelim, aynen şunları yazmış mektubunda: "bu dünyada acılarla yaşayan insanlar var ve bunlar arasında yaşamak istemiyorum ve herkesten özür diliyorum.")

Herkes kendine bi pay çıkartır bundan ama benim kendimce çıkarttığım pay: Benim de zaman zaman bunları düşünüyor olmam, ama intiharı tercih etmemem (daha ileride ne yaşıyacağım merakı). Belki de cesaretsizlik diyelim.

Hayat diyoruz sonra tüm bunlara. Peki biz hayatın neresindeyiz? Hayatın bize biçtiği rolü mü oynuyoruz? Yoksa yine tercih mi?:):(

Aslında ben de? Boşverin, yorum istemiyorum sadece paylaşmak istedim.

Bu yazıyı bugün herkese gönderdim. Ölümü tercih etmiş olanlara da…

Ebru - 19 Eylül 2002

Merhaba Ebru.

Herhalde epeyce berbat bir deneyim olmalı intiharı seçmiş arkadaşların ardından "peki ben niye varım?" ve benzeri duygu-düşünce karmaşasını yaşamış olmak.

Yazdıklarını okuyunca "bu konuda şanslıyım" diye düşündüm. Hiç bir yakın arkadaşım intihar etmedi (umarım etmez bundan sonra da) ve ben hayatımın hiç bir döneminde kendimi buna yatkın hissetmedim.

"İntihar edenler neler hisseder?" diye düşünmedim değil. Aklıma gele gele, o insanların içlerinin açık bir yara gibi kanadığını, hayata tahammül edemeyecek kadar kırılgan olduklarını düşündüm.

Mutlaka çok daha derin nedenler vardır bu eğilimin arkasında, bilemiyoruzdur. Ama bilebildiğim tek şey; bu hayat ve bu beden, bize emaneten verilmiş çok değerli bir şey. Bana düşen, o emaneti beni yaratan ve zamanı gelince öldürecek olan aşkın mucizeye olanca saygımla taşıyabilmek.

Siesta filminin sonunda, aslında ölmüş bir kadın olan kahraman (Ellen Barkin) nihayet ölü olduğunu anlar ve şaşkınlıkla şöyle der:

- "Madem ölüyüm, o halde bu hissettiğim acı ne?"

Hepimiz zaman zaman acı hissediyoruz. Eskiden acıya isyan ederdim; ama artık "demek ki yaşıyorum" diyorum. Çünkü biliyorum ki, her soluk muazzam bir hadise. En azından bu şenliği seyretmeye değer.

Kendine iyi bak, mutlu ol, çünkü kalbin hâlâ çarpıyor. Bil ki dünyanın tüm mucitleri bir araya gelse böyle şaşırtıcı bir icat yapamaz.

Şu anda nefes alan herkes, yaşadıkları ve hissettikleri ne olursa olsun, felekten torpillidir. Hayal perdesinde gördüğümüz her şey, seyretmekte olduğumuz tek gösterimlik filmin bir sahnesi belki de. Herkesin filmi farklı farklı; bunu kabullenmek lâzım.

(Güzin Abi gibi konuştum, ama bu durumlarda ne denir, tecrübem yok.)

Sevgiler.

Not: Biraz kafamı toplayayım, bu mektuplardan bir yazı kotarmaya çalışırım. Negatif Bilinç yazısının devamını yazmak gerekiyordu zaten. Farkındaysan, iyimserlik karaborsada.

Bir daha sevgiler.

Necdet - 19 Eylül 2002

Eline kalemine yüreğine sağlık üstad… Uzunca sayılabilecek bir süre yurt dışında yaşadım ve kendi memleketimde anlattığınız türden hatta daha abartılı bir şekilde kendi toplumundan iğrenme, kendi insanını küçük görme alışkanlıklarıyla, daha da kötüsü esmer toplumun bir bireyi olup da kendini beyaz sanan insanlarla karşılaştım… Bu konudaki en küçük itirazım bile içinde en yakın arkadaşlarımın olduğu bu sahte beyaz kitle tarafından "e tabi sen yurt dışında yaşıyorsun buradaki hayvanları unutmuşsun, hayat sana güzel" çıkışlarıyla susturulmak istendi…

Oysa bizim toplumumuzu kemiren iki önemli hastalıktan birisi bu kendini ve içinde yaşadığı toplumu küçük görme, diğeri ise her şeyden şikâyet edip şikâyet ettiği şeyleri değiştirmek için en ufak çaba göstermeyen ve elinin altındaki her türlü konfora ve kolaylığa rağmen mutsuz olmayı seçen güruhun manasız sinirli saldırgan tavrı…

İnsanın kendisiyle ya da mensup olduğu toplulukla dalga geçebilmesi meziyettir ama kendini o topluluktan soyutlayıp sadece şikâyet etmesi olsa olsa öküzlüktür…

Muyat Muyat - 7 Aralık 2011 (02:08)

Negatif bilinçle malûl bireylerin kurduğu bir toplum ne yazık ki evrensel anlamda düşünüldüğünde…

Aslında benim söylemek istediğim başka bir şey:

Büdütör Bey'in yazıya yakıştırdığı resim, Edvard Münch adlı bir ressamın "The Scream" (çığlık) adlı tablosu, yaklaşık 120 milyon dolara satılmış. Bu da bugüne kadar bir sanat eseri için ödenen en yüksek meblağ olarak yeni bir rekor olmuş.

Yalçın Şahin - 6 Mayıs 2012 (22:53)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

491
Derkenar'da     Google'da   ARA