Bu felsefe de zaten bir tek Tarkan'dan öğrenilebilir. Bunun filmini de çekse çekse Sinan Çetin çeker.
Dalga geçer gibi yazdığıma bakmayın, bu iki ilgisiz isim vasıtasıyla da olsa, necip milletim Karma felsefesi diye bir şeyin varlığından haberdar olmuş oldu, fena mı?
Yakında sıra "Atman ne yana düşer usta?" mevzuuna gelir.
Bu Karma ve Atman kelimelerine ilk kez rastlıyorsanız, bendenizin ilk ve tek resimsiz kitabı Nereye'yi henüz okuma şerefine nail olamadınız demektir. Okusaydınız, bilirdiniz.
Efendim, Atman'ın ne olduğunu kitapta da muğlâk bıraktığım için, kıllık edip burada da açıklamıyorum. Fakat Karma nedir, kitabımda azıcık anlatmıştım, burada da değineyim:
Hani bizim dinimizde Amel diye bir sözcük vardır ya, "eylem" ve (her nerede ise) onun faturası olan cennet-cehennem anlamında, Karma da üç aşağı beş yukarı onun gibi bir şey. Yani, basite indirgeyerek anlatmak gerekirse, bu dünyada iyi şeyler düşünür ve hisseder, olumlu işler yaparsan, bu senin (vücut kimyan mı diyelim, yoksa auran mı) etrafında iyilik ve güzellikten oluşmuş bir atmosferle dolanmanı, hatta bundan sonraki yaşamlarına da (yeniden bedenlenme durumları) bu olumlu (ya da olumsuz) kimya ile bir kez daha aslına rücu etmeni sağlayan enerji bulutudur Karma.
Belki de bambaşka bir şeydir de bendeniz yalı kazığı işkembeden sallıyorumdur.
Kısacası, Karma dendiğinde ben bunu anlıyorum. Bozuntuya verme.
Karma felsefesini böyle anladığım için midir bilemem, son yıllarda "nefret" sözcüğünü, hatta "sevmem" sözcüğünü lûgatimden kazıdım attım.
Çünkü sevememenin bir nevî zavallılık, hatta hastalık, mağduriyet olduğunu düşünüyorum. Sevememek sevemeyeni çürüten zehirdir ve içinde nefreti, kötü duyguları barındıran insan, başkasına değil, kendine yapar en büyük kötülüğü.
Nasıl mı?
Diyelim ki falanca kişiye "gıcık" oluyorsun.
Eee? Sen gıcık oluyorsun diye gıcık olduğun kişinin bedenine iğneler mi saplanıyor? Yoksa sen bizzat kendin mi gerilip karıncalanıp duruyorsun içinde taşıdığın bu olumsuz duygu ve düşüncelerden dolayı?
Birine kafayı takıp da bütün gün dişlerini gıcırdata gıcırdata onun adını sayıkladığın, lânetler yağdırdığın, öfkelenip durduğun zaman o kişiye ne oluyor ki? Belki o senin varlığından bile habersiz. Belki senin kasların nefretle gerilirken, o kanepeye yayılmış iç açıcı müzikler dinliyor, zevkli romanlar okuyor, yemek yiyor, çay-kahve içiyor, sevgilisiyle oynaşıyor. Nefret ediyorsun da eline ne geçiyor kalbini ve aklını yormaktan başka?
O nedenle, eğer bir parçacık aklın ve sağduyun varsa, yüreğini nefretle karartmayacaksın, içini negatif duygularla ve aklını karanlık düşüncelerle kirletmeyeceksin, yoksa başkaları değil sen zararlı çıkarsın ey insanoğlu.
İşte Karma felsefesi budur aziz Katmandulular!
Offf ki offf! Maalesef şunca zamandır binlerce sayfa çizgi roman, tomarla yazı ve bir balya kitapla meramımı anlatamadığım kişilere bundan sonra da ne desem havagazı. Gülünç ama biraz da acıklı bir durum bu. Gecelerini gündüzlerine katarak bir şeyler anlatmaya çabalıyorsun, başka insanlara kendi iç huzurundan birazını taşıyabilmek için. İstiyorsun ki, bir dut ağacı gibi, mahallenin bütün çocuklarını tatlı yemişlerinle besleyip içlerinde bir sıcaklık ve mutluluk kıvılcımı başlatabilesin. Ama herkes kendisine verileni yine kendi beyninin akım şiddeti ölçüsünde alabiliyor. Kimi derin düşüncelere dalıyor, hayatın anlamına belki bir adım daha yaklaşıyor, paylaştığın deneyimlerin, ayak izlerinin üstüne basarak; kimi ise sadece içindeki karanlığı derinleştirecek düşmanca hisler devşiriyor onca ayrıntının arasından. Sadece bunun için okuyor kitapları.
Zaman zaman soruyorsun, "daha başka nasıl anlatmalıyım, sevgisizliğin en büyük bahtsızlık olduğunu sevgili insan kardeşlerime; daha başka nasıl anlatmalıyım nefretin yankı vadisine atılan çığlık gibi yansıyıp yine kaynağına döneceğini?" diye.
Bilinç, hayatı güzelleştirme becerisidir sevgili İstanbullular, aklımızın kirlerinden arınma, yunup yıkanıp paklanma becerisidir. Bilinç, öfkenin altında korkunun yattığının ayırdına varabilme mutluluğudur muhterem Kuzguncuk ahalisi. Bilinç, beynimizdeki menfî uğultuları susturup, dallarda cıvıldaşan kuşların şarkısını duyabilme marifetidir.
"Dost kim, düşman kim?" diye çetele tutma, "düşman" bellediklerini nasıl yok edeceğini hesaplama zavallılığı değildir bilinç. Onun adı cehennemdir. Bu dünyada kendi cehennemini yaratıp onun içine hapsolmaktır.
İki ay kadar evvel bir yazar arkadaşım İstanbullu bir okurunun buluşma teklifine "peki" demiş ve buluşmuşlar Beylerbeyi semtindeki çınarlı bir çay bahçesinde.
Masaya dört tane de davetsiz konuk yerleşmiş. Galiba arkadaşımla buluşan okurunun arkadaşlarıymış.
Tanıştırılma faslının hemen ardından, arkadaşımın adını öğrenince "aa, sen misin o gerzek yazıları yazan yeteneksiz?" diye girmişler söze. Arkadaşım şaşırmış. Gayet kaba ve saldırgan bir tavır içindeymiş bu sevmemeyi üstünlük zanneden nursuz gençler.
Arkadaşıma buluşma teklif eden okur da şaşırmış bu hakaretamiz tutuma ve onlara "ne biçim konuşuyorsunuz?" diye tepki göstermiş. Ama bir ara her nasılsa aslında arkadaşımı ilk kez vaktiyle Derkenar'da yayınlanan yazılarından tanıdığını söylemek gafletinde de bulunmuş.
Nefret kusanlar Derkenar adını duyunca "haa, sen de mi necdet şen'in müridlerindensin?" diye sürdürmüşler hakaretlerini. Sonra da böbürlene böbürlene uzun zamandır e-postalarımı gizlice okuduklarını ve kimlerle ne tür yazışmalar yaptığıma, sevgilimin kim olduğuna, ne zaman tatile gittiğimize, bilgisayarımın ne zaman çöktüğüne varana kadar bir sürü özel konuyu ayrıntılarıyla, ama daha çok Televole üslubuyla (ve öfkeden suratları karara karara) sayıp dökmeye başlamışlar.
"Siz hekır mısınız, nasıl okuyorsunuz necdet'in e-postalarını?" diye sormuş arkadaşım, "biz biliriz bu işleri" diyerek kasılmışlar.
Sonunda yazar arkadaşım dayanamayıp, "o insan size bir şeyler verebilmek için gecelerini gündüzlerine katarak uğraşıyor; yazıklar olsun, sizin için mi döküyor o kadar göz nurunu?" diye tepki gösterip kalkmış masadan; kendileri bi bok yazamayan, ama yazanların başına belâ kesilmekten böbürlenme payı çıkaran o yaratıkları masada kötü karmalarıyla baş başa bırakarak çekip gitmiş.
Daha yirmili yaşlarını süren ve sevgisizlikten yürekleri kömüre dönmüş bu dört gencin adları Handan, Coşkun, Hale ve Namık. Arkadaşımla buluşan ve bu sevimsiz karşılaşmaya (herhalde) istemeden vesile olan kişinin adı ise Gülşen. Söylendiğine göre Handan Boğaziçi Üniversitesinde okuyormuş, Namık bütün bu çiğ konuşmaları sessizce izlemiş, en terbiyesizleri Coşkun ve Handan'mış.
Birilerinin Veezy'den aldığım mailleri gizlice okuduğunun, bazı maillerin bana ya da yolladığım adreslere ulaşamadığının, birilerinin bana ısrarla trojan ve virüs gönderdiğinin uzun zamandır farkındaydım zaten. Ama umursamıyordum.
Bu tarz korsanlıkların internette çok yaygın olduğunu, bazı insanların bu teknolojiyi "kime ne verebilirim?" arzusuyla kullanırken, bazılarının da "kime ne zarar verebilirim?" hırsıyla kullandığını, iyilik ve kötülüğün tarihinin insanlığın tarihiyle günü gününe yaşıt olduğunu, enerjisini olumlu mecralara kanalize edemeyen sorunlu insanların kendilerini yıkıcı yollarla ifade etmekte olduğunu zaten biliyordum. Sürpriz olmadı.
Ne olacak ki, e-posta dediğin kartpostal gibi zarfsız bir şeydir. Yazarken kötü niyetli kişilerin eline de geçebileceğini bilerek yazarsın zaten. Ayrıca, ne olabilir ki benim e-postalarımda? En fazla sevgilime yazdığım "oh, yerim seni, muck muck muck!" gibi ayrıntıları gözetleyebilirler. Buyursunlar gözetlesinler. Benim hangi işim gizli ki?
Fakat neredeyse iki yıla yakın zamandır bu ne ısrar, bu ne marazî bir inat, anlayabilene aşk olsun. Bu arkadaşlar bana kalırsa hacker falan değil, altı üstü kıçı kırık birer lamer.
Ama nasıl bir ruh kimyasıdır ki bu, bıkmadan usanmadan e-posta hesaplarımı gözetliyor ve kendilerine benim sıkıcı yazışmalarımdan mevzu çıkarmaya çalışıyorlar? Ben bu kadar ilginç miyim?
O kadar mı çölleşmiş bir hayatınız var çocuklar? Benim dünyamda sizi bu kadar cezbeden ne var, söyleyin ben de bileyim?
Peki ya neden bu kadar düşmanca hislerle dolusunuz bana ve okurlarıma karşı?
Sizinle karşılaşmış olduğumuzu hiç sanmam. Acaba babalarınızdan ya da annelerinizden mi ödünç aldınız bu nefreti? Yoksa geçen yıl ya da ondan önceki yıl, bana yazdığınız yavşakça bir e-postaya ters bir yanıt aldınız da ondan mı bu takıntılı nefretiniz? Anneniz, babanız ya da siz, hangi gazeteyi okuyorsunuz? Bir tahminde bulunmamı ister misiniz?
Sebep ne olursa olsun, bu nefreti içinizde bir ur gibi, iki kaşınızın ortasındaki kanserojen bir et beni gibi taşıyanın yine siz olduğunuzu nasıl olur da anlayamazsınız?
Son haftalarda yağmur gibi virüs yağıyor posta kutuma. Gönderenler her kimse, bitmek tükenmek bilmeyen bir negatif enerjiyle bana odaklanmış. Günde bazen on, bazen yirmi tane virüs, daha inerken antivirüs programım tarafından bulunup imha ediliyor. Bu zavallı mutsuz çocuklar, her halde bütün gün bilgisayar başında oturup şanslarını tekrar tekrar deniyor olmalılar. Peki, denesinler; en azından yalnız olmadığımı, birilerinin benimle özel olarak ilgilendiğini öğreniyor, mutlu oluyorum.
İyi de, varsayalım ki bu yolladıkları ve internette gelişigüzel dolanan virüslerden olmadığını anlayayım diye adlarını "necdet.bat", "Allah.scr", "Derkenar.exe", "HIZLIgazeteci.pif", "atlaridavururlar, doc", falan diye değiştirdikleri virüslerden birkaç tanesi bilgisayarıma bulaşsa da, arzu ettikleri gibi (diyelim ki) bilgisayarım çökse ne olur? Bi format daha atar, kaldığım yerden devam ederim; dünya mı yıkılır? Tut ki beceriksizin tekiyim, sorun çözme yeteneğim zayıf, işin içinden çıkamadım, formatlayamadım, bilgisayar cozuttu, göçtü, viran oldu, C sürücüsüne incir ağacı dikildi, hurdaya döndü. Ne olur ki? Seçerim kitaplığımdan lezzetli bir kitap, uzanırım hamağıma, keyfimi orada devam ettiririm.
Alırım sevgilimi tatile giderim. Siz de "tatillerini nerede yaptıklarını saptayamadık" diye paparazzi goygoyu yaparsınız aranızda.
Ah zavallı kardeşlerim, keşke sizi kafanızdaki cinlerden kurtarma şansım olsaydı. Keşke şu sevgisizlikten kararmış ruhlarınıza bir parça nur indirebilseydim. Ama ben ne yapabilirim ki, sizi tanımıyorum bile. Bana neden bu kadar düşmansınız? Kendinize nasıl bu kadar çirkin, bu kadar pespaye bir rol biçtiniz? Hangi gerekçe, hangi ruhsal travma, size bir şeyler verebilmek için çırpınan insanlara karşı bu kadar kötü niyetli ve haydutça tavır içine girmenizi haklı kılabilir? Kendinizi hangi saçmalıklarla kandırabiliyorsunuz?
Kandırabiliyor musunuz sahiden?
Övünebileceğiniz, kendinize saygı duymanızı sağlayabilecek başka bir iş gelmiyor mu hiç elinizden mail şifresi kırmaktan başka?
Niye bu kadar mutsuzsunuz çocuklar?
Babanız yaşındaki bir adam, cebindeki son kuruşlarla bir bilgisayar alıp gece gündüz didinerek size ve sesini ulaştırabileceği herkese kendi göz nurunu, içinden geçen ışığı sunarken, sizler babalarınızın aldığı bilgisayarlarla ve baba parasıyla okuduğunuz üniversitelerde öğrendiklerinizle meyva veren ağacı taşlamayı, taciz etmeyi, küstürmeyi, bunaltmayı (diyelim ki) başarsanız bile, elinize ne geçmiş olacak?
Kendi olumsuz Karma'nıza tutsak olduğunuzu, kokuştuğunuzu, adamlıktan uzaklaştığınızı göremiyor musunuz?
Ne olacak ki, internetteki üç beş güvenlik sitesini takip edip, oradan indirdiğiniz birkaç .exe dosyası ya da Visual Basic script ile benim, Karen Fogg'un, hatta belki Ceymis Bond'un e-postalarını çalabilir, okuyabilir, Derin Devlet'in solcu kisvesine bürünmüş şirret tetikçilerine satabilirsiniz. Ama bu sizi "insan" yapmaz ki.
Emek adına, sevgi adına, güzellik adına ne becerdiniz ya da becermektesiniz, bana onu söyleyin.
Yazık değil mi kendinizi bu kadar küçültmeniz? Hiç mi utanç duymuyorsunuz böyle pis işlerle oyalanıp, bir de utanmadan ortalarda "ben neler yapıyorum bak?" diye kasıla kasıla dolanmaya?
Söyleyin çocuklar, sizin için ne yapabilirim? Sizin için ve içini düşmanca duygulara kirletmiş bu ruhsuz 12 Eylül Kuşağı için ne yapabilirim?
Hangi cümlem, hangi çizgim bu kadar kör etti gözlerinizi? Sizi bu körlükten ve bu karanlıktan kurtarmak için ne yapabilirim?
İster benden öğrenin Karma felsefesini, ister Tarkan'dan. Ama mutlaka öğrenin çocuklar; buna feci şekilde ihtiyacınız var.
O zaman anlayacaksınız, içinizde taşıdığınız kötü duyguların ve yaptığınız, yapmaya çalıştığınız berbat işlerin er geç bumerang gibi gelip alnınızın ortasına, açılamamış gönül gözünüzün olması gereken yere kara bir yazgı gibi saplanacağını. Sizi "güçlü" kıldığını sandığınız o virüs, trojan ve crack programlarının aslında elinizin ve yüreğinizin kiri olduğunu. İnternetin sanal bir evren olduğunu. Ve o sanal evrende sizler İskeletor'luğa heveslenirken, içinizdeki karanlığı Kuzguncuk'a, Beylerbeyi'ne, boğazın güzel manzaralarına, çınaraltına taşıdığınızı.
Ben hamağımda sallanır, iyi huylu samur kuyruklu kedimin gıdısını okşarken ve o "gerzek" dediğiniz insan yüzlerce, binlerce kuyruklu meleğin karnını doyurur, hayatını kurtarırken, sizler lâğım fareleri gibi nickname'lerin, sahte IP'lerin arkasına saklanıp, üreten insanların bilgisayarlarına ruhunuz kadar karanlık, habis virüsler ve trojanlar gönderiyor, o yamuk işlerde avuntu arıyor olacaksınız.
Keşke sihirli bir lâmbam olsaydı. İnanın bana, onu kendim için değil, önce sizin için kullanırdım. Çünkü ben her şeye ve sizin gibilere rağmen mutluyum. Mutsuz olan sizsiniz.
Neden acaba?
Yazıdan anladığım kadarıyla bu pis işleri yapanların kimliklerini az çok saptamışsınız Necdet Bey. Ben sizin yerinizde olsam, o insanların ne deseniz anlayamayacakları nasihatlerle yetinmez, bu bilgilerle savcılığa başvururdum. Yargıcın karşısına yakalarını ilikleyerek dizildiklerinde daha iyi anlarlardı durumun vehametini. Bu tiplerin yaptıkları, bilişim yasasına göre cezai müeyyide gerektiren bir suç çünkü. Siz suçluları affetmişsiniz.
Cihan Alp - 19 Ocak 2009 (11:38)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.