Patronsuz Medya

Provokasyon

Necdet Şen - 14 Kasım 2013  


Bizim buraların toprağı mümbittir. Tükürsen tükürük ağacı boy verir kendiliğinden. Hele nifak tohumları saçmayagör, yediveren gibi fışkırır, gelişir.

Allah zeval vermesin (lâyığı neyse onu versin) öyle bir bahçevanımız var ki, dış güçlere, darbecilere, faiz lobisine falan hiç ihtiyacımız yok, avuç avuç saçıyor memleket toprağına nefret tohumlarını. Zaten kırılgan ve çatışmaya teşne fay hatlarının çatırtısı daha şimdiden duyulmaya başlandı bile.

Ama önce denklemin diğer tarafındaki habasete değinmek lâzım biraz.

Atatürk, ulusalcıların zimmetli malı mı?

Önceki gün Denizli ilimizde yaşanan bir olay, suyun akışının nereye doğru yönlendirildiğine ilişkin ürkütücü bir perspektif sunuyor anlayabilene.

Haber kısa, aynen alıntılıyorum:

"Olay, Doktorlar Caddesi'nde önceki gün saat 14. 00 sıralarında meydana geldi. Serdar Şenocak yönetimindeki 09 ZC 224 plakalı otomobil, uygulama yapan trafik polisi tarafından durduruldu. Polis, otomobilin motor kaputu üzerindeki Atatürk çıkartmasının kurallara aykırı olduğu gerekçesiyle sökülmesini istedi. Ancak sürücü Şenocak itiraz edince gerginlik çıktı. Bu sırada çok sayıda kişi otomobilin etrafında toplanıp, Atatürk çıkartmasının sökülmesine itiraz etti. Zaman zaman toplanan kişilerle, polisler arasında sert tartışmalar yaşandı. Polisler, olayın Atatürk'le ilgisinin olmadığını, trafik kurallarına aykırı olduğunu anlatmaya çalıştı. Tartışmalar yatışmayınca Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet Kocatürk olay yerine geldi. Kocatürk, vatandaşları sakinleştirmeye çalıştı. Daha sonra otomobil sürücüsü çıkarmayı söktürmeden, olay yerinden ayrıldı. (DHA)" Denizli'de 'Atatürk resmini söktürmeyiz' gerginliği (Radikal)

* * *

Neyse ki en azından emniyet amiri sağduyulu çıkmış, işi oluruna bırakmış, daha fazla büyüyüp yıkıcı bir enerjiye dönüşmesini önlemiş. Ama bu kışkırtıcı mayanın bir sonraki denemede başka bir kentte tutmayacağını kim garanti edebilir?

Bu tür gaz verici çıkışları kışkırtmaya dönüştüren şey, sadece otomobil sahibinin "kaşıyan adam" tavrı değil, en tepedekinden en alttakine kadar, kutuplaşmaya zemin hazırlayan herkes, öncelikle de devletin yetkisiyle tahkim edilmiş partici zevat. En birinci "kaşıyan adam" Ankara'da ikamet ediyor ve kanatırcasına kaşıyor. Makam arabasının plaka numarasını da söyleyebilirim.

Sokaktaki kaşıyıcıya gelince: Kendini bilmezin önde gideni.

Asıl itirazım Atatürk resmine değil. Bence kişinin kendi arabasının renginde ve görünümünde kişisel zevkine ve dünya görüşüne göre değişiklik yapmasında, süslemesinde -trafikte sorun yaratmadıkça- bir sakınca olmamalı. Ama bildiğim kadarıyla yasa var, arabanın üzerine kafana göre resim veya çıkartma yapıştıramıyorsun. Rengini de kafana göre değiştiremiyorsun. Yapacağın değişikliği ilgili makama bildirmen, resmi izin alman, ruhsatına işletmen gerekiyor. Velev ki bu resim Atatürk'ün portresi ya da imzası olsa bile.

Trafik polisinin görev tanımı içinde, arabalara yapılmış bu tür tadilât, süsleme ve benzeri şeyleri kontrol etmek ve mevzuata aykırı resim, şirket amblemi, halojen far ve benzeri eklentileri söktürmek, duruma göre cezai işlem uygulamak da var.

Ama siyasî ortam semboller üzerinden gitgide tırmandırılan bir çatışma iklimine -hem de bizzat o ülkenin en yetkili kişisi tarafından- sürüklenince, sıradan insanın (bu örnekte ulusalcının) zaten fazlasıyla kışkırtılmış olan köşeye sıkıştırılmışlık algısı tavan yapabiliyor. Kendinde o cesareti bulan da meşrebince "kötülüğe" baş kaldırıyor.

Öteki taraftaki uyanığın istediği zaten bu tip çıkıntılıkların artması…

Türkiye'de şu son altı ayda yaşananlar yaşanmamış olsaydı, olağan algımla, bu vatandaşın yaptığına tereddütsüz "densizlik" der, ağır bir dille eleştirirdim. Eleştiriyorum da. Ama diğer yandan da iki arada bir derede kalıyorum.

Bugün artık bu eleştiri artık çift taraflı. İkisini de görmek gerekiyor.

Bir: Ulusalcı hezeyan

Bir sürü insan gibi ben de neredeyse yirmi yıldır bıkıp usanmadan yazıp çizerek nefesimin yettiğince uyarmaya çalışıyorum, "arkadaşım, ortak sembollerimizi kendi şahsî malınız gibi algılamayın, mızraklaştırmayın, sövgüye alet etmeyin, toplumu germeyin, daha fazla çiğleşmeyin" diye. Memleketteki ulusalcı uç, hem aldığı eğitimden gelen öküzlükle ve hem de devlet elitiyle aynı safta durmaktan gelen kibirle, toplumun kendine benzemeyen her katmanını hoyratça aşağıladı. Gücünün ve imkânlarının elverdiğince sömürdü, horladı, ezdi. Bu çiğlik, her seferinde kendi antitezini meşrulaştıran, bugün düştükleri berbat pozisyonu hazırlayan bir garezi körükledi.

İki: Tayyipci hezeyan, hatta Tayyip'in bizzat kendisi

AK Parti bu tarz kışkırtmalar karşısında ilk yedi sekiz yılında yalpalamayan, kışkırtmalara kapılmayan çizgisiyle, bence fena sayılmayacak bir performans sergiledi. Ne var ki, Türkiye'deki siyasal partiler yasasının parti genel başkanlarını donattığı aşırı yetkiler, kaçınılmaz biçimde Erdoğan'ı da hikmetinden sual olunamayan bir tek adam konumuna oturttu.

Ve ne yazık ki, bu seferki başbakan da çap ve feraset olarak öncekilerden üstün çıkmadı. Belli ki naturasında zaten var olduğu anlaşılan hazımsızlığın da etkisiyle, o sınırsız güç ve yetkinin ağırlığı altında psikolojikman yamuldu, çocuklaştı. Yönettiği partinin (sivil koalisyonun) ülke için bir "şans" olan soğukkanlılığı, yerini liderin entellektüel kofluğu ve hoyratlığına terk etti.

Bu hoyratlık ilk hasatını vermeye başladı bile; ülke bir kez daha -benzerini 1980 öncesinde gördüğümüz- yarılma ve çatışma iklimine doğru savruluyor. Artık itidal ve yansızlık sesini kitlelere duyurmakta zorluk çekiyor. Sağduyu gözden düştü. Sahne her iki uçtaki kavga çığırtkanları tarafından işgal altında. Provokasyon ve kargaşa için koşullar hazır.

Arabasına -mevzuatı iplemeyerek- kendi sembollerini yapıştıran vatandaş, belli ki kendince haksızlığa başkaldırdığını düşünüyor. Yaptığı şeyi kışkırtma olarak görmüyor. Ona o eklentiyi arabanın kaputundan sökmesi gerektiğini söyleyen polis memurunun da belki kendisi kadar fanatik Atatürkçü olabileceğini, ama diğer yandan da kanunu uygulamakla yükümlü olduğunu, iki arada bir derede kaldığını, söktürürse hükümetin yalakası, söktürmezse çapulcu olarak damgalanabileceğini, belki sicilini lekeleyecek bir soruşturmaya maruz kalabileceğini, meslekten atılabileceğini düşünemiyor.

Bendeniz hakir de -onca yıllık siyaset seyirciliğimin ve dört darbe görmüşlüğümün verdiği bıkkınlıkla- bu kışkırtma ve karşılıklı aşağılama ortamı aynı minval üzere tırmandırılırsa daha nerelere varabileceğini, ne düşünmek ne de telâffuz etmek istiyorum.

Bunun vebali çatışmadan kudret uman her iki tarafın da boynuna.

Yorumlar

Yazılarınız seyrekleşmişti, sizi okumayı arzular olmuştuk. Bu aralar öyle değil, şimdi buna sevinsem mi, üzülsem mi, bilemiyorum yazdıklarınızı okuyunca.

Bazen, başka siyasî sınırlar içinde yaşamak nasıl olurdu, diye düşünüyorum. Gerçekten, hayattan kopuk olunmayan, hayalin gerçeği çarpıtmak için değil, sağıltmak ve estetize etmek üzere kurulduğu bir iklimde yaşamak, nasıl olurdu acaba?

Yine de umutsuz olmamak lâzım, her insana gidecek bir yer, ona kucak açacak bir parça toprak her zaman vardır, değil mi, düşünce bağlarında?

Yavuz İnan - 15 Kasım 2013 (16:19)

Kurduğunuz cümlelerdeki haiku lezzetinden hoşlandım sayın Yavuz İnan. Sözlerinizin içeriği eleştiriyse de övgüyse de aldım kabul ettim. Ama ne demek istediğinizi sanırım anlayamadım.

Yanılıyor muyum acaba, sanki son yazılarımda -ya da belki sadece bu yazıda- "gerçeği çarpıttığım" gibi bir ima varmış gibi geldi bana.

Bahse konu ifadelerin müellifi olarak, eğer meramınız anladığım gibiyse, gerçeği nerede çarpıttığımı öğrenmek isterim. Galipleri eleştirdiğim bölümde mi, mağlupları eleştirdiğim bölümde mi?

Necdet Şen - 15 Kasım 2013 (22:51)

Öyle bir imada bulunmak istemedim, gerçeğin, olan bitenin anlatılması gerekiyor ve siz bunu lâyıkıyla yapıyorsunuz.

Üzüntüm yazdıklarınızla alâkalı, yazarlığınızla değil. Fikri anlamda namusuna güvendiğim birkaç kişiden birisiniz.

Bu mesajı yayınlamak üzere değil, meramımı açıklamak üzere yazıyorum, ama yine de takdir sizin.

Yavuz İnan - 15 Kasım 2013 (00:36)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

99
Derkenar'da     Google'da   ARA