Patronsuz Medya

Yıl 2112: Kapıcıların Resmî Tarihi

Necdet Şen - 28 Ağustos 2004  


Sevgili yurttaşlar!

Herşey bundan birkaç kuşak önce başladı. Halk arasında "Atom Harbi" diye de bilinen büyük ve nihaî nükleer saldırıdan hemen sonra.

Biz o zaman efendi olduk.

Daha evvel ayaklar baş başlar ise ayaktı. Yani biz Kapıcılar, adına "apartman" denilen sefer tası benzeri taş yapıların en altındaki güneş görmeyen bodrumlarında yaşardık. "Kapıcı Dairesi" denirdi çoluk çocuğumuzla sıkış-tıkış yaşadığımız o kara deliklerin adına.

Üst katlardaki konforlu evlerde ise Ötekiler yaşardı. İnanır mısınız sevgili yurttaşlar, o evlerde yaşayan melûn insanlar bizim atalarımız olan Kapıcı'ları bakkala gönderirler, çöplerini döktürürler, merdivenleri sildirirler, kaloriferleri yaktırıp söndürtürlerdi. Çünkü bizim atalarımız olan o yiğit insanlar esir bir milletin ahvadıydılar. Yoksullukla, eğitimsizlikle esir alınmış, kalabalık kentlerde ayak işlerine koşulmuşlardı.

Bu esaret ne zaman başladı bilinmez, ama tarih kitaplarının yazdığına göre, kırsal yaşamın zorlukları atalarımızın kent denilen bina ve zina kalabalığının içine göç etmelerine, nafakalarını oralarda aramalarına neden olmuştu.

Duvardaki haritaya baktığınızda tarih boyunca Kapıcıların Göç Yolları'nı göreceksiniz. Oklarla işaretlenmiş olan yerler. Şurası. Genellikle Doğu'dan Batı'ya doğru.

Sevgili yurttaşlar, o vakitler atalarımızın birer sığıntı gibi yerleştikleri kentlerde yaşayan iş güç sahibi eski kentliler onları hüsnü kabulle karşılamış sanırsanız yanılırsınız. Eski kentliler kırsal kesimden gelen yeni kentlileri o zamanlar birer aşağılama sözcüğü sayılan "Kıro, Keko, Hırbo, Zonta, Maganda" gibi sıfatlarla adlandırıyor ve hakir görüyorlardı.

İnanmak istemediğinizi biliyorum. Günümüzde artık birer asalet ünvanı sayılan bu kelimelerin çok değil üç beş kuşak önce hakaret amacıyla uydurulmuş olduğuna ilk duyduğumda ben de inanamamıştım. Ama tarih bilimi gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Kapıcı kelimesinin de o zamanlar tüm apartman tarafından ortaklaşa kullanılan bir çeşit köleyi tanımlaması gibi, bu da o zamana ait bir terminoloji. İnsana düş gibi geliyor işte. Ama ak sakallı Tarih Baba demir yumruğunu vurup sosyal kavramları tepetaklak edene kadar bu böyle sürdü gitti.

Kırsaldan gelen atalarımız büyük kentlerde açlıkla yüz yüze kalınca mecburen onur kırıcı işleri kabul etmek zorunda kaldılar. Adına "okul" denen ve mevcut düzenin gereksindiği vasat insanları biçimlendirmeye yarayan makinelerin içinde çocuklukları ve ilk gençlikleri boyunca öğütülme ayrıcalığına sahip olamayan yoksul atalarımız, okullardan verilen "diploma" adındaki yazılı belgeye sahip olamadıkları için, mecburen kimsenin tenezzül etmediği ayak işlerine mahkûm olmuşlardı.

Olmuşlarsa ne çıkar diyebilirsiniz. Doğrudur, insan ekmeğini kazanabilmek için tuvalet bile temizler. Ben de yaptım bu işleri eğitim kamplarımızda, hayatı tanımak ve soyumuzun onurlu mirasına lâyık olabilmek için. Siz de yaptınız. Hepimiz seve seve yaparız bu yurttaşlık görevini. Bizimkimliğimizi oluşturan kutsal göreneklerdir bunlar ve çocuklarımıza da öğretiriz. Her yıl yeniden yapılan çöp dökme ve merdiven silme bayramlarında yediden yetmişe hepimiz ellerimizde paspaslar ve çalı süpürgelerle atalarımızın esaret günlerini yâdederiz. Bu bayramlarda işçi robotlarımız fişleri çekili halde depolarında dururlar. Bu şerefi yılda birkaç günlüğüne de olsa sevgili robotlarımızdan esirgeriz; trafolarını dinlendirirler.

Yurttaşlar, size tarihin akışını değiştiren o mucize gününden biraz söz etmeliyim.

Her şey, bir gece yarısı gökyüzünde parlayan o mavi ışıkla başladı. Sonra mantar biçiminde bir bulut yükseldi yukarıya doğru.

Kentimizin tam tepesinde, en uzak semtleri bile etkileyebilecek bir yükseklikte patladı nükleer bomba. İlk saniyelerde üst katlarda oturan ve sokaklarda dolanan yüz binlerce kişi buhar olup gökyüzüne yükseldi. Buhar olmayanlar da ızgara oldu tabii. Düşman bizi gafil avlamıştı. Daha doğrusu, böyle bir çılgınlığı yapamayacaklarına halkı inandıran uzmanlar yüzünden çoğu kişi evlerinde oturup keyiflerine bakmış, gafil avlanmışlardı.

Atalarımızı, yüce Kapıcı ulusunu köle gibi kullanan ve yaşamakta oldukları binaların toprak altında kalan kısımlarındaki atom sığınaklarını ikiye bölüp bir kısmını kalorifer dairesi, diğer kısmını da Kapıcı Dairesi yapan ve cefakâr atalarımızı o sığınaklarda güneş yüzü görmeden yaşamaya mahkûm eden orta sınıfın üyeleri, ilk saldırıda hemen hemen tamamen yok olmuşlardı.

İlk patlamada hayatta kalmayı başaranlar can havliyle atom sığınaklarına, yani atalarımızın yaşamakta oldukları Kapıcı dairelerine koşmuş, ama içeriye alınmamışlardı. Kalorifer kazanlarının yanlarına sığınan ve atalarımızın bir bardak suyuna, bir lokma ekmeğine muhtaç kalan bazıları ise yıllar boyu "efendi" olarak yaşamanın verdiği şımarıklıkla emir vererek konuşmayı sürdürdükleri için, kısa zamanda oradan da kapı dışarı edildiler. Kaos dönemlerinde sınıfsal imtiyazların geçersiz olduğunu kendiliğinden anlayamayan birçok kişi bu yanılgısının bedelini çoğu kez hayatıyla ödedi.

Kolay olmadı hiç bir şey. Atalarımızın arasından merhametli ve altın kalpli olanlar çıktığı gibi, fırsat düşkünü ve vicdansız olanlar da çıktı. Zor günde kendi yaşam alanlarına sığınmış olan felâketzedeleri para karşılığı konuk edeninden tutun da, karısına kızına yan gözle bakana, cesetlerle dolu evleri talan edip değerli eşyalarını çalana gasp edene kadar ne tür insanlar çıkmadı ki? Birçok karaktersiz Kapıcı'ya da tanık oldu Tarih Baba, birçok kahraman ve sağduyulu Kapıcı'ya da.

Buna bir çeşit sınıf bilinci de diyebiliriz. Ama devrim yapmayı değil, daha iyi koşullarda yaşayanı düşman gibi görmeyi ve geçmişte yapılmış tüm jestleri unutup tüm kırıcı davranışları hatırlama üzerine kurulu bir sınıf bilinci. Üst katlarda oturanlar buna "nankörlük" gibi nahoş etiketler yapıştırıyorlardı çoğu zaman. Yanılıyorlardı. Katıksız sınıf bilinci idi bu. Birkaç kullanılmış giysi, birkaç beyaz eşya ya da birkaç kap artık yiyecek verdiler diye minnettar kalacağımızı sanıyorlardı. Çok saftılar.

Her neyse. Zor günlerdi o günler. Felâket günleriydi. Hayatta kalabilmek büyük bir çaba istiyordu. O güne kadar raşitik çocuklar büyütmemize neden olan o ışıksız, loş, minicik pencereli, hatta bazen hiç penceresiz Kapıcı daireleri, yani proje üstünde aslında "atom sığınağı" olarak yapılıp da Kapıcı'ları her an el altında tutmak adına çoluk çocuk tıkıştırıldıkları ve her fırsatta "elektiriğe, suya, kiraya para ödemiyorsunuz, gene de nankörlük ediyorsunuz" diye başlarına kakılan bu izbeler, o nükleer serpinti günlerinde atalarımızın ve onlara biat edenlerin kurtuluşu olmuştu.

Yoksulluk ve yarın ne olacak endişesinin bilediği Kapıcı aileleri, tasarruf ve koruğu helva yapma konusunda uzmandılar zaten. Korkuyu tanıdıkları için, uzmanlara kulak asmadılar. Çoğu ne olur ne olmaz diye önceden tıkamıştı kapı ve pencere aralıklarını. Sızıntıdan en az onlar etkilendiler.

Ülkenin diğer kentlerinde de olan buydu.

Patlamalar ve ardından gelen nükleer serpinti günlerinde, hayatta kalma şansını yakalayabilen çok az sayıda insan tekrar bir araya gelip de örgütlenme girişimlerini başlatınca, bu yeni toplumda Kapıcılar ve aileleri ezici çoğunluğu oluşturdular. Artık eski toplum ve onun sınıfsal değerleri tarihe karışmıştı. Soylu atalarımızı "zonta, maganda" diye küçümseyenler, toplumun bu yeni efendilerine kısa zamanda boyun eğmek zorunda kaldı. Üstelik, üst katta oturanlar arasında da kırsal kökenli olup da ekonomik olarak kısa zamanda bir biçimde servete kavuşmuş olanlar vardı ve şimdi hepsi atalarımızın "refah" seviyesine gerilemiş olduklarından, yoksulluk bağlamında "sınıfsız" bir toplum oluşmuştu kendiliğinden.

Kredi kartları, banka hesapları yoktu artık, buhar olmuşlardı; ama Kapıcı karılarının boyunlarındaki dizi dizi altınlar sapasağlam duruyordu ve altın kimdeyse kuralı koyan da o oluyordu.

Zamanla nükleer atıklarla yaşamayı öğrendi hayatta kalanlar. Güzellik sektörü tarihe karıştı; hilkat garibeliği bağlamında eşitlendi herkes. Arabalar ve dükkânlar camını kırıp içine dalanların oldu.

Bodrum katlarındaki minik pencerelerini paçavralarla tıkayıp nükleer sızıntılardan olabildiğince az etkilenmeye çalışmış olsalar da, netice itibariyle atalarımız da su içmek, sokağa çıkıp yiyecek bir şeyler aramak zorunda olduklarından, zamanla rekor düzeyde artan kanser ve benzeri hastalıklardan herkes kadar onlar da paylarını aldılar. Hatta şunca zaman sonra bizim çocuklarımızda bile ortaya çıkan bu genetik bozukluklar artık neslimizin sevimli alâmeti farikaları olarak kabul gördü. Artık hiç kimsenin bir diğerine "neden senin gözünün teki yanağına doğru akmış?" ya da "neden dişlerin, saçların, tırnakların dökük?" diye sorma gereği duymadığı bir toplum düzeninde yaşıyor olmak büyük bir ilerleme değil midir aziz yurttaşlar?

Eskiden insanların hayatını karartmakta olan genel kültür, güzellik ve zekâ fetişizminin üstesinden gelmiş olmak insanlığın zaferi değil midir? Kadınlarımızın dünyaya kolu bacağı eksik, parmaksız, çift kafalı, hasta, deli, geri zekâlı çocuklar getirmeleri tabii ki pek de sevinilecek bir olay değil; ama kabul etmeliyiz ki, dünyadaki en büyük dengesizliklerden biri olan "Kapıcı Daireleri" bu sayede bir milletin doğumuna tanıklık etti. O millet, sabırlı, kurnaz ve kahraman Kapıcı milletidir.

İşte bizler o şanslı ırkın ahvadıyız. Hadi, hep beraber kaldıralım elektro-manyetik mızraklarımızı ve atalarımızın şerefine ulusal andımızı bir kez daha haykıralım:

Haydar efendiii! Hooop! 10 numaraya ekmeek! Hay haaay! 22 numaraya detercaan! Hey heeey! 8 numaraya pambuuk, orkiid, asetoon! Derhaaal! 18 numaraya sosiis, salaaam, goka kolaa! Hemeeen! Yaşasın 'Kapıcılar Halk Cumhuriyeti' ve yeni bir neslin beşiği olmuş olan rutubetli Atom Sığınakları! Hayda bre heey! Tili-lili-lili-lili! Ha uşak! Daan daan daan!

Amin, aziz yurttaşlarım. Dağılabilirsiniz. Ecdadınız sizinle gurur duyuyor.

Yorumlar

Yazarımız belli ki geleceğe ilişkin muhtelif distopyalar anlatmayı seviyor. Buyurun, bir tane "gelecek nelere gebe" yazısı daha buldum. Bu biraz şaka şamata, ama gene de konumuzla ilgili gibi.

Durmuş Düşünür - 27 Nisan 2009 (11:52)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

321
Derkenar'da     Google'da   ARA