Patronsuz Medya

Tabii ki asmayacağız!

Necdet Şen - 24 Şubat 2002  


Artık hiç kimseyi asmayacağız. Bizler, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, resmî ve gayrıresmî İdam cezasını hayatımızdan kazıyıp atacağız.

Ne yağlı urganların uçlarında sallandıracağız kimseyi, ne de sabaha karşı "operasyon" larında kim vurduya getireceğiz.

Bizler, artık öldürmeyeceğiz.

Öldürmeyeceğiz. Çünkü, ölüm cezasının geri dönüşü yoktur.

Çünkü, idam cezası ıslah değil, ortadan kaldırma demektir.

Çünkü, idam cezası Devlet'ten beklenen en temel niteliğin zaafa uğramasıdır.

O nitelik, ideolojiden ve şahsî öfkeden arındırılmış bir yargıdır.

Taa Hammurabi'den, Solon'dan, hatta "ali kıran baş kesen" den bu yana, sokaktaki insanın hükümranlardan beklediği şey, duygusallıktan arınmış, şaşmaz, kişiye ya da zümreye göre değiştirilmeyen bir hakemlik görevidir. Toplumu "bizimkiler" ve "ötekiler" diye cephelere ayırmayan bir geleneğe ihtiyacımız var.

Öyle ki, kendisini ortadan kaldırmaya teşebbüs etmiş olanı bile peşinen hasım diye tanımlamayan, sakin, mutedil, özgüven esaslı bir Devlet, asayişi ve adaleti sağlamak için darağaçlarına ihtiyaç duymaz.

Tek tek bireyler olarak, ayağımıza basana tepki göstermeye, hatta elimizdeki şemsiyenin sapını onun kafasına indirmeye, maruz kaldığımız haksızlığa, hoyratlığa, şiddete karşı, kendi fiziki gücümüzle misilleme yapmaya hakkımız var. Bu hak, -en arkaik haliyle- intikam hakkıdır. İntikam alışımızdaki ölçüsüzlüğümüzü hayatta kalma refleksimizle ya da "şeytana uymuş oluşumuzla" açıklayabilir, sonradan pişman olabiliriz.

Yanılma ve yoldan çıkma huyunu peşinen bildiğimiz Birey'e özgüdür intikam hakkı. Ne var ki Devlet yoldan çıkamaz, taraf olamaz, öfkeye kapılmak, intikam almak gibi bir hakkı yoktur. Devlet, hata yapmamak ve yoldan çıkmamak için ne gibi tedbirler alması gerekiyorsa hemen alır.

Bazen biz insanlar, kantarın topuzunu kaçırıp, alt tarafı ayağımıza basmış, yan bakmış, balkonumuza sofra bezi silkelemiş birini onca yılın öfke birikimiyle hastanelik edene kadar hırpalayabilir, hatta belki cinnete kapılıp öteki dünyaya bile gönderebiliriz. Ne de olsa insanız.

Ama, bırak böyle keyfî ve zırva nedenleri, hayatta kalma refleksiyle yapmış bile olsak, gösterdiğimiz tepki ölçülü ve hakkaniyetli olmayabilir; bunun adalet olduğu konusunda başkalarını ikna edemeyebiliriz.

Böyle ikircikli durumlarda bu hakkın (göze göz dişe diş hakkının) doğuracağı zincirleme intikam girişimlerini de hesaba katmak zorundayız. Her girişimde daha da tırmanmaya yatkın bireysel şiddeti engelleyecek ve her iki tarafın da rıza gösterebileceği bir hakemlik kurumuna da behemahal ihtiyacımız var.

Peki kim tutacak elimizi böyle gaddarlık ve barbarlık anlarımızda? Ya da kime başvuracağız cüzdanımızı gaspedene, evimizi barkımızı tepemize yıkana karşı aciz kalıp mağdur edildiğimiz zamanlarda? Kimin adaletine sığınacağız?

Tabii ki kanunlar yazdıran, mahkemeler kurup, yargıçlara savcılara maaş ödeyen, hapishaneler inşa eden ve hepimize vekâleten hukuk sorumluluğunu üzerine almış olan Devlet'e.

Uzaylılar ya da hayatımıza kastedenler tarafından değil de bizzat kendimiz tarafından, kendimiz için kurulup sürdürüldüğüne göre, Devlet hepimizin devletidir ve toplumun bazı katmanlarıyla diğer katmanları arasındaki kavgaya bir tarafın yanında katılamaz. Buna hakkı yoktur.

En ağır suçu işlemiş bile olsa, kimse Devlet tarafından idam cezasına çarptırılmamalıdır. Çünkü idam, bir ıslah yolu değil, yok etme eylemidir.

Çünkü Birey'i cezalandıracak aşkın bir güçtür Devlet. Ama Devlet'in hatalı davranması durumunda onun yakasına yapışacak bir güç ne yazık ki yoktur.

Devlet, elini vatandaş kanına bulayamaz. Cinayet suçlusunu cinayet yoluyla cezalandıramaz. Zaten Devlet'in işi cezalandırmak değil, yola getirmek olmalıdır. Savaş hukuku doğal hukukun yerine ikame edilemez.

Hepimiz, her an, en akla gelmedik nedenlerle ölüp gidiverebiliriz. Dahası, bizzat Devlet'imizin bizi ölüme gönderdiği olur, itiraz bile edemeyiz. Dağlarında gerillaların dolandığı bir ülkede silah altına alınan her genç, politik nedenlerle hayatına kastedilmiş bir mazlumdur esasında. Azrail'in nefesi her an ensemizde dolanıp dururken ve bir gün öleceğimizi bile bile bizzat kendimiz, bu değerli hayatımızı ipe sapa gelmez nedenlerle çarçur ederken, ölüm sahiden de ibret verici bir yaptırım mıdır?

Siz hiç ellerini şakağına dayamış acı acı düşünen bir ölü gördünüz mü? Kimi ıslah eder ölüm cezası, "mahkûm edilen" öldüğüne göre?

Geride kalanları mı?

O halde şu ana kadar var olan idam cezası, darağaçlarında sallandırılan onca insanın akıbeti kimi yolundan döndürebilmiş? Bunun elle tutulur kanıtları var mı elimizde?

Ölümü göze almış, en kötü ihtimali peşinen kabullenmiş onca insan olmasa, şu silahlanıp dağlara çıkanları, şu intiharları nasıl açıklayacağız o zaman?

Ölüm cezası, bazılarımız için korkutucu olabilir; ama zaten şu an mevcut olan cezalar "normal" akıldaki insanlar için fazlasıyla caydırıcı değil mi? Müebbet hapsin korkutamayıp da idamın korkutacağını varsaydığımız "caniler" ve "kıt akıllılar" için korunuyorsa idam cezası, o caniler ve kıt akıllılar ipin ucunda sallandırılma fikrini de yasa koyanın mantığıyla algılayabilecek ve "ben uslu durayım, çünkü idam cezası var" diyebilecek mi acaba?

İdam cezasını çoktan kaldırmış olan ülkelerde hiç manyak, cani, kötü yürekli insan yok mu?

Yoksa idam cezası siyasî muhaliflere gözdağı vermek için el altında tutulan bir joker mi?

Bırak öyle eskilere gitmeyi, şu yakın geçmişimiz bile bize gösterdi ki, değişen iktidarların ideolojik tercihlerine bağlı olarak kâh şu taraftan kâh bu taraftan birilerini gözüne kestirip idam edebiliyor bizim devletimiz. Artık o "sallandırılanların" hiç birini mezarlarından diriltip gönlünü alamayacağımıza göre, zamanında toplumun şu ya da bu kesiminin vicdanını kanata kanırta kırılan kalemlerden dolayı fazlasıyla vebal altında değil mi yönetenler ve onlara maaş bordrosuyla bağımlı olan yargılayanlar?

Bu yanlışın neresinden dönülse dönülsün hepimizin adına kazanç olur.

Bilgisayar karşısında şunları yazmakta olduğum 24 Şubat 2002 tarihi itibariyle söylersek, memleketim hâlâ ölüm cezasını kaldırıp kaldırmama konusunda tereddüt yaşıyor. Bazıları "herifçioğlu bilmem kaç kişiyi kıtır kıtır doğramış, onu asmayacaksın da ne yapacaksın?" diye soruyor. Bazıları daha da net hedef gösteriyor:

- "Apo'yu asmayacaksın da naapacaksın?"

Herkes kendi korkusunun yarattığı iblis kimse, onu lâyık görüyor bu cezaya ve yağlı urganı tedbiren bir kenarda bulundurmak istiyor.

Tüm şu seksenli ve doksanlı yıllar boyunca kanunlarımızdaki yerini koruyan idam cezası Apo'yu ve yandaşlarını o zamanlar yolundan caydıramadıysa, bu cezanın bundan sonra işe yarayacağını yine de söyleyebilir miyiz?

Dört duvar arasında her gün kendi vicdanıyla hesaplaşarak bir ömür tüketmenin ipin ucunda sallanmaktan daha az korkutucu -ya da ıslah edici- olduğunu kim söyleyebilir?

Yukarıda da dediğim gibi, eğer amaç suç işleyeni yola getirmekse, asılmış bir Apo'nun (ya da farzımuhal, Karındeşen Jack'in) kemikleri hiç bir zaman mezardan çıkıp "yanlış yaptım" diyemeyecektir. Eğer onun nedametinin kıymeti harbiyesi yoksa, sorun sadece şu veya bu partiyi oylarıyla meclise göndermiş şehit ailelerine verilen sözün tutulmasıysa, her sağduyulu siyaset adamının yapması gereken şey kendi acılı seçmenine dönüp, toplumun esenliği adına intikam hakkımızdan vazgeçtiğimizi, içimiz kan ağlayarak da olsa, idam cezasını hukukumuzdan kazıyıp atmak zorunda olduğumuzu, aksi takdirde Devlet'in hepimizin devleti olamayacağını, kendi halkının bir bölümüyle savaş halindeki bir devletle baş başa kalacağımızı ve eskiden olduğu gibi, bundan sonra da durmaksızın "dahilî bedhahlar" üreteceğimizi anlatmalıyız.

1960 ihtilalinin astığı üç politikacı yaşasaydı, belki kendi seçmenlerinin bile elinin tersiyle ittiği kişilere dönüşebilirdi, hatta bizzat kendileri toplumdan -hataları neyse- özür dileyebilirlerdi; 1971 ve 1980 darbelerinin yok ettikleri de bugün artık ne topluma dönüp özeleştiri yapabilir, ne de barışa ve sağduyuya çağırabilirler bizi.

Artık bu olanaktan yoksunuz. Çünkü öldürüldüler. Birer fikri sabite dönüştüler taraftarlarının gözlerinde. Bu garez ortamında tartışma ve uzlaşma olanağımız daha da azaldı. Onlar artık birçok insan için "şehit". İdam hükmü onları yanlışları sorgulanamaz ebedî mağdurlara dönüştürdü.

Görünen o ki, her idam, Devlet ile Halk arasındaki kırgınlığın daha da derinleşmesine neden oluyor.

İşte o nedenle, ölüm ve ceza kavramlarının arasına aşılmaz bir çizgi çeken ve kendisini ortadan kaldırmak isteyenlere karşı bile mutedil davranabilen özgüven sahibi bir Devlet'imiz olsun istiyoruz.

Bizi PKK falan değil, bölse bölse husumet duygusu bölebilir.

Yorumlar

Belgeselci Michael Moore'un "Bowling for Columbine" adlı filmi (Türkçe'deki adı benim cici silâhım) iki binli yılların başında Columbine Lisesi'nde meydana gelen katliamı giriş alır ve Amerika'nın bireysel silâhlanma tarihini inceler. Film süresince, ağzınıza bulaşan ekşi bir tat eşliğinde, "şiddet" in kime karşı ve hangi sebeple kullanılıyor olursa olsun, duygu ve davranışta aşırıya kaçmanın sonucunda insanın düştüğü yerin neresi olduğunu (cehennemin dibini) apaçık gözlemlersiniz.

Bu bireysel hesaplaşmaya bir örnektir gene de. Ama Amerika'da devletler de suç işleyen bireylerle bu şekilde hesaplaşır. Ağır suçlara verdiği karşılık, suçluyu ortadan kaldırmaktır. Bu konudaki kararlılığını, AB üyesi ülkelerde uygulanan idam yasaklarını gerçekçi bulmamaya kadar vardırır. Toplu tepki ve kınamalara da (pek çok konuda olduğu gibi) kulak asmaz. İntikam sıcak yenen bir yemek değil midir, öyleyse göze göz dişe diştir ve can alanın canını almak mübah bir cezalandırma biçimidir. Sevgili yazarımın da söylediği gibi, oldukça husumetçi bir bakış açısı değil mi?

Oysa intikam, ancak husumetin bir sonucu olabilir. Yani intikamın yolları husumet taşlarıyla döşelidir. İnsan birine düşman olsun, intikam güdecek kadar da insanlıktan çıkmış olsun, topyekun yazık olsun, ama devlet düşmanlık duygusuyla hareket edemez. Buna hakkı yoktur. Hele intikam duygusuyla sonuca hiç gidemez. Buna rağmen devlet size tek yolun bu olduğunu söylüyor, geçmiş dönemin omuzları apoletli kanaat önderlerinden birinin düşünce tarihini alt üst eden sorusundaki gibi "asmayalım da besleyelim mi?" diyorsa, o zaman siz de hesapların cezasını kesmeye önce evden başlarsınız. Sonra da sokakta sürdürürsünüz.

Hukuk mu, adalet mi, insan hakları mı? O ne yahu, daha önce hiç duymadım. Kan tazminatımı alıyorum ben, hakkım!

Kızılderili - 3 Nisan 2011 (10:13)

Sayın Kızılderili, bu belgesel filmi hatırlattığınız iyi oldu.

Gene aynı filmde, Michael Moore "neden ABD'de suç oranı bu kadar yüksekken hemen yanıbaşımızdaki Kanada'da bu kadar düşük" sorusunun yanıtını arıyordu. Üstelik, orada da ateşli silâhlar bulundurma oranı ABD'ye yakın olduğu halde.

Sonunda şu sonuca varıyordu:

"Kanada medyası ABD medyası gibi şiddeti kışkırtan yayınlar yapmıyor."

Sadece ABD'de değil bizim ülkemizde de gitgide artan şiddet suçlarının sorumlusu nerede diye bakacak olursak, ilk sırada bu suçlardan nemalanan medyayı buluruz. (Yüksek reyting-tiraj, yüksek reklam geliri demek. Öyleyse kaşı kaşıyabildiğin kadar.)

Türkiye'nin acilen şuna ihtiyacı var: Batı'daki örneklerde olduğu gibi, bizde de acilen bir "Nefret Suçu" tanımı yapılıp ceza yasasına dahil edilmesi.

Böyle bir yasa mevcut olsaydı, garanti ediyorum ki Yılmaz Özdil'den Fatih Altaylı'ya kadar bir sürü "kanaat önderi" şu an nefret suçundan hüküm giymiş, hapiste yatıyor olurdu.

At Hırsızı - 3 Nisan 2011 (13:07)

Bazen düşünürüm acaba idam cezası mahkûma değil de sonrakilere, caninin içinden neş'et ettiği topluma mı kesiliyor diye. Çünkü suçlu; böylesi idamlık bir bünye ürettiği için bütün bir toplummuş gibi geliyor bana. İdam edilen bireye ise işlediği cinayet nedeniyle kolektif dersin canlı nümunesi olma payesi verilir.

Ne kadar da arzu ederdik gamdan, gussadan başka hiç bir şey vaat etmeyen şu alternatifsiz evren parçası üzerinde rüya gibi bir hayat yaşamayı. Bireylerinin kardeşçe geçindiği, kimsenin hukukuna tecavüz edilmediği, cinayetlerin, infiallerin, ihanetlerin, hak ihlâllerinin yaşanmadığı, yalan-dolan ve kumpasın her türlüsünden uzak, alçakların, hainlerin, ikiyüzlülerin uğramadığı bir yeryüzünde hayat sürmeyi.

Böylesi tozpembe bir dünyada bırakın idamı, ne hücrelere ne de mahpus damlarına ihtiyaç duyardık. Haksız bir fiskeye bile rıza göstermez, bir yan bakışı bile kabullenmezdik. Dahası bir müeyyide kurumu bile iğreti durur, abes kaçardı o zaman.

Adalet terazisinin şaştığı, hakkaniyet duygusunun yitirildiği bir zeninde idam gibi geri dönüşü olmayan bir uygulamanın geri getirilmesi telafisi imkânsız sonuçlar doğuracaktır.

Ne var ki haksız yere bir cana kıymanın, bir masumu hunharca katletmenin, keyfince bir infazın karşılığı hayatta kalmak olmamalı.

İntikam hürriyetini kullanan vatandaş öfkesini; keyfini kaçıranı boğazlayarak dindirdikten sonra kendini devletin şefkatli kollarına atsın sonra da ıslah edileceği günü beklesin. Böyle bir devlet anlayışına da "hayır" diyorum ben.

Zira bu "ıslah edilesi vatandaşlar" şefkat ocağına yazılıp ıslah meditasyonları almak isteyen sair vatandaşlar için bir ilham kaynağı olabilir.

Enver Turan - 27 Nisan 2011 (17:09)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

401
Derkenar'da     Google'da   ARA