Patronsuz Medya

Bu furyada pazarlanacak hiç bir marifetin yok mu?

Necdet Şen - 25 Kasım 2001  


Yahu, nasıl olmaz?

Rahmetli babam, vaktiyle bizim alışveriş merakımıza olan kızgınlığını şöyle dile getirirdi: "Boyalı zik görseniz, onu da alacaksınız!"

Şimdi yaşıyor olsaydı, belki de şöyle değiştirirdi bu darbımesel değerindeki yorumunu: "Boyalı siq görseniz, peygamber diye ardından gideceksiniz!"

Bana sorarsan, babamın söylediği o "boyalı" şeyi sallasan türlü türlü modern üfürükçüye çarpıyor!

* * *

Ahmak lâzım mı ahmak?

Bir zamanlar sopa zoruyla hepimiz asker iken ve memleket de tam anlamıyla kışla iken farkında değildik, şimdi ister istemez toplumsal hayatımız sivilleştikçe, eskiden halının altına süpürülmüş ne kadar pasaklı yanımız varsa bir bir ortaya dökülmeye başladı. Pandora'nın kutusu gibi, kapak açıldı bir kez; daha neler göreceğiz kim bilir.

Önceden de söyledimdi sanırım, bir daha söyleyeyim: İlâhi adalet diye bir şey yoktur; kötülük, onu yapanın yanına kâr kalır.

"Toplumun sağduyusu" masalının da ciddiye alınacak bir yanı yoktur; zira ahmaklık toplumun ortak paydasıdır.

"Zamanı kandıramazsın" sözü de palavradan başka bir şey değil aslında; zamanın her dilimini, dünü de bugünü de yarını da bal gibi kandırırsın, yeter ki niyeti boz.

Kendini istersen "uzman", istersen "sanat güneşi", istersen süperstar, istersen kurtarıcı, istersen medyum, istersen guru, istersen peygamber, istersen -hâşâ huzurdan- tanrı diye pazarlayabilirsin; ayağına dolanacak tek şey, yine senin sağduyun ve vicdanındır. Dünyanın en zırva lâfını bile yumurtlasan bu yumurtaların üstünde kuluçkaya yatacak sayısız ahmak çıkar.

Prof.Dr. Kerem Doksat'ın şu sorusu çok anlamlı o bakımdan:

"Geçmiş peygamberlerin kerametini sorgulayamıyor, şimdikileri ise şarlatanlıkla suçluyor oluşumuzun nedeni, o zamanlar psikiyatrinin olmayışı mı?"

Merak eder dururum, hipnoz, uyutanın mı uyuyanın mı kerametidir diye?

Efsanevî dolandırıcı Sülün Osman derdi ki:

- "Dolandırıcılığın değişmez ön koşulu, dolandırılmaya hazır bir ahmakla karşılaşmaktır."

Ahmak mı dediniz mîrim? Ne kadar lâzım? Kiloyla.

* * *

"Dünyanın En Akıllı Adamı"

CNNTurk kanalında yayınlanan 5N1K programında Cüneyt Özdemir'in birkaç gün önce ilginç bir konuğu vardı:

"Dünyanın En Akıllı Adamı".

"Nasıl yani?" demenin anlamı yok; basbayağı işte: "Dünyanın EN AKILLI Adamı"

Seyretmeyenler vardır, anlatayım. İşin özeti şu:

Adını şimdi hatırlayamadığım, suratından pek de deha akmayan, en fazla otuzlu yaşlarda bir vatandaş, gitmiş notere, kendisini Dünyanın En Akıllı Adamı olarak gördüğüne dair bir belgeyi onaylatmış, sonra da üzerinde yukarıda zikrettiğimiz sıfatı taşıyan bir sürü kartvizit bastırıp her yere dağıtmış.

"Eee, ne olmuş yani, salağın kıtlığına kıran mı girdi?" deyip geçebilirsiniz.

Tamam, öyle yapalım da, ekrandaki gazeteciyi de ekran karşısındaki seyirciyi de hop oturtup hop kaldırtan şey başka.

Bir sürü aklı evvel, "nasıl akıllı olunur?" konulu seminerlerde feyz almak için bu adama kişi başına 40-50 -milyon- lira ücret ödüyormuş. Dahası, Emniyet Genel Müdürlüğü ve bazı holdingler de dahil, bir sürü resmî ve özel kuruluş, bu sonradan olma "dahi"yi çağırıp ücretli seminerler verdiriyor ve bavul dolusu parayı uçlanıyormuş "akıllı olmayı" öğrenmek için.

Şimdi de ahalinin hop oturup hop kalktığını görür gibiyim. Belki birazdan yapacağım bir espriye giriş olsun diye bunları uydurduğumu düşünenler de olabilirsin. Ya da belki hâlâ gazete alanlar varsa, daha önce oralarda gözlerine ilişmiş olabilir bu abukluk.

Ayrıca ne var ki şaşacak? Daha on gün kadar önce "takım ruhu nasıl olmalıdır" konusunda akıl öğrenmek için, o esnada takımından şutlanmış olan mafiozi meşrep futbol starına adam başı 850 dolar para yatırmamış mıydı bu memleketin siyah ıskarpinli "seçkin" azınlığı?

* * *

"Dünyanın En Uçuk Adamı"

Ben de kendimi böyle tescil ettireyim bari…

Niye mi?

Geçen hafta bir söyleşiye konuk oldum. Aslında söyleşi, imza günü ve benzeri etkinliklerden uzak durmak gibi bir kararım var uzun zamandır, ama bu kez kıramayacağım kadim bir dostuma "hayır" demeyi beceremediğim için istemeye istemeye gittim, konuştum.

Konu "medya etiği" idi ve mekân da İstanbul Barosu'nun Staj Eğitim Merkezi. (İstanbul Barosu, Pekin Barosu'ndan sonra dünyanın ikinci kalabalık barosu olurmuş, bunu öğrendim bu arada. Yani bu "şehr-i insanbol"da hortumunu sallasan avukata çarparmış).

Staj Eğitim Merkezi'nde genç avukat adaylarına medya etiği, kelle avcısı gazeteciler, basındaki sendikasızlaştırma, kasalarda saklanan ve şantaj amacıyla pazarlık konusu edilen yolsuzluk dosyaları, MİT mensubu gazeteciler, patronlar arasındaki menfaat ve bölge çatışmalarında tetikçiden beter davranan kalemşörler, "başarı" basamaklarını hızla tırmanabilmek için şeytanla bile işbirliği yapmaya teşne muhabirler, elinden tutulup "yürü yâ kulum" denen ve kısa zamanda medya starına dönüştürülen maşalar, büyük medya kuruluşlarının Vaşington, Moskova ya da Atina muhabirliği "vazifesini" ikmal ettikten kısa bir süre sonra merkeze çağırılıp hızla en tepelere tırmandırılan "temsilci" gazeteciler ve daha birçok kıymetli mevzuya şöyle bir değindikten sonra, bu deveyi gütmek için "ekmek parası" gibi bir mazeretin yeterli olamayacağını, bizatıhî o konuşmayı yapan bu hakirin, bu çürümede rol oynamamak adına yüksek bir yaşam standardı ve ayrıcalıklı camiaya dahil edilme lüksünü elinin tersiyle itip kendi isteğiyle yoksulluğu seçtiğini -ve biraz da iç temizliği adına olsa gerek- nefsini terbiye etmeye çabaladığını, yakınmamayı ve katlanmayı öğrenmeye uğraştığını, az yemek yediğini, yatakta değil kuru tahta üstünde yattığını falan anlattım.

Anlatmaz olaydım! Aslında sadece "ele verir talkını, kendi yutar salkımı" diye düşünülmemesi içindi sanırım bu teferruat. Gereksiz bir savunma refleksiydi. Böbürlenmek gibi bir amacım yoktu. Ama yine de hata etmiş olmalıyım. Karşımda oturan gençlerden biri dayanamadı ve "hayatımda sizin kadar UÇUK birini görmedim" deyiverdi.

Bana pek iltifat gibi gelmedi bu söz. Sanırım ayakları yere basmayan, aklı bir karış havada, gerçekleri algılayamayan biri gibi gördü karşısındaki kişiyi.

Böyle bakılınca, oruç tutan herkes, kendini bir inanç uğruna aç bıraktığı için "uçuk" sayılabilir. Akılcı bir tarafı yoktur oruç tutmanın.

Bu yüksek tahsilli -ve gelecekte kodese atılıp atılmayacağımız konusunda basiretine sığınacağımız- bu küçük kalabalığa "gazetelerden ve televizyonlardan madem bu kadar şikâyetçisiniz, bu kokuşmayı siz protesto etmezseniz kim edecek" demeye çalışıyordum aslında tam da o esnada.

Değiştirmek için çaba harcamadığımız bir dünyadan yakınmaya hakkımız var mıydı? Menfaat çarkının bir parçası olmakla ona karşı çıkmak arasında seçim yapmak zorunda değil miydik? Ola ki sağduyulu bir insan olmak, değer hiyerarşimizin en üst sırasında değilse, neydi öncelikli değer yargımız?

Uzun zamandır toplumsal hayattan uzak kaldığım için bunun artık "uçukluk" sayıldığını unutmuşum.

* * *

"Dünyanın En Uzlaşmaz Adamı"

Ya da böyle tescil ettireyim kendimi. Parayla "uzlaşmama" sanatını öğretirim. Adam başı şu kadar dolar. Ne kadar pahalı olursa o kadar cazip. "Demek ki bir hikmet var" diye düşünür halkım, bastırır dolarları.

* * *

Geçen ilkbaharda, bir diğer dostumun özel ricasını kıramayıp, aracı olduğu bir iş teklifini görüşmek üzere, lûtfedip gönderilen özel otoyla boğazın asya yakasında, sözüm ona restore edilmiş (yani dış cephesine ahşap süsü verilmiş, ama içinde beton bina olan) bir köşke gitmiştim. Birkaç keşfedilmemiş -ya da kendi kendini keşfetmiş- "dahi" tarafından yönetilen bu şirket, faaliyet konusu olarak, alanlarında sivrilmiş ünlü kişilere konferanslar verdirmek ve bu yolla parayla akıl satın alınabileceğini zanneden cüzdanı kabarık kaz sürüsünü söğüşlemek gibi bir strateji benimsemişlerdi.

Ama kendileri de en az söğüşlemeyi tasarladıkları zenginler kadar ahmak oldukları için bana kalırsa pek şanslı görünmüyorlardı. Bu hakire teklif etmeyi düşündükleri "iş" de konferans yapılacak mekânın icabet edecek "mühim" zevat üzerinde karizmatik etki yaratabilmesi için orayı nasıl dekore etmeleri gerektiği konusundaki engin fikirlerim ve bir de salonunun duvarlarına konuk edecekleri "mühim fikir ve sanat adamı" konuşmacıların portrelerini çizip çizemeyeceğimdi.

Bir yandan da çekiniyorlardı "pis" bir tepki veririm diye.

Nitekim, korktukları şey fazlasıyla başlarına geldi, beklediklerinden de "pis" tepki verdim.

Hayır, iş teklif etmeye niyetlendikleri için değil. İstemez miyim üç beş kuruş kazanmayı? Değil duvarlara resim yapmak, ya da orayı nasıl tefriş edecekleri konusunda danışmanlık, "al şu takım taklavatı, binayı zımparala, macunla, boya", hatta, "al süpürgeyi kovayı, her tarafı tuvaletler de dahil pırıl pırıl yap" deselerdi, inan olsun ki seve seve yapardım. Üstelik de hem yapar hem de "nasıl kuş kondurabilirim" diye kafa patlatırdım. Dahası, bahçevanlık, aşçılık, şoförlük, boyacılık, inşaatta soğuk demircilik, hatta kenef bekçiliği bile yapardım ekmeğimi kazanmak için.

Bugün de yaparım. Ama "kültürel faaliyet" kisvesine bürünmüş kibar hırsızlığa bile bile alet olmak istemem. Kandırılmamak için de gözümü dört açarım.

Tepkim şunaydı: Her tarafından vıcık vıcık çapsızlık ve şarlatanlık akan bir faaliyet alanında onların şarlatanlığını ve çapsızlığını yok sayarak, nasıl zengin olmaları gerektiği konusunda güya altın değerinde tüyolar verecektim; ama bunu bir boyacıya verecekleri ücretten daha azına yapacaktım.

Ulan dangalak! Madem o kadar akıllıyım, ilk konuşmacı olarak beni çağır o zaman! Size zengin olmanın sırlarını öğreteyim! Ve daha uysal bir çizer bulup duvara benim portremi çizdirerek başla işe. Hazret çok "akıllı" ya, hem bendeki "dahiyane" fikri çalacak, hem de çömez muamelesi çekecek.

Zengin olmak için dahi olmak gerekmiyor ki zaten; cibilliyetini çöpe at, gerisi gelir. Bunu da ben öğretemem; çünkü bilmiyorum, denemedim.

Asla "akıllı" bir adam olduğumu zannetmiyorum. Hatta "salağın önde gideni" olduğumdan eminim. Öyle olmasa, şu kadar adım sanım, yeteneğim, birikimim fokum füsürüm varken ve "hayranlarım" bana "hayran" olmanın rantını kepçeyle toplarken, (bunu başka gün anlatırım), emekli maaşıyla geçinen annemin evindeki asansör büyüklüğündeki bir odada, suntanın üstüne serilmiş birkaç kat battaniyenin üstünde uyumazdım dört yıldan beri.

Eğer akıl, kendi sınırlı kapasitesini allayıp pullayıp bulunmaz hint kumaşı diye pazarlamaksa, ahmağın dik alâsıyım. Valla öyleyim. İtiraz istemem, öyleyim işte!

Nitekim her zamanki ahmaklığımı orada da gösterip, iyi kötü para kazanacağım bir işi almaktansa, o kelini kovboy şapkasıyla kamufle edince ilginç olduğunu sanan dümbeleğin ağzının payını münasip bir dilde verdim ve "yoksul" yaşantıma geri döndüm.

Stardan bol ne var?

Yazının başında sözünü ettiğim şu "dünyanın en akıllı" hokkabazına tekrar dönecek olursak, bu abdurrahman çelebi (yok, adı değil, niteliği) öğrencilik yıllarında mıymıntının tekiymiş, sınıfta herkes parmak kaldırırken kendisi bir köşede pısıp otururmuş. Sonra günün birinde "Ben neden böyleyim?" diye sorgulamış ve sonra şunu fark etmiş:

"Kendisini çok değersiz ve aptal buluyormuş. Herkesten daha aşağı olduğunu düşünüyormuş. Bunu değiştirmeye karar vermiş ve kendi kendine her gün 'Ben akıllıyım, ben akıllıyım, hem de çok akıllıyım, hatta dünyanın en akıllı insanıyım!' diye telkinlerde bulunmaya başlamış. Sonunda bu telkinler o kadar işe yaramış ki, şimdi o diğer insanlara, tabii ki ücret mukabili, bu başarının sırrını öğretiyormuş":

"Aslında salağın teki olsan da kendini nasıl akıllı zannedersin?"

Öğretir a, kime ne? Madem ortalık gördüğü her "boyalı siq" e para yatıracak andavallıyla dolu, öğret aslanım, helâl olsun sana bu yollar.

Sen de kendi türünün en başarılı örneklerine konferanslar ayarla kovboy şapkalı arkadaşım. Ayşe Arman'la Emin Çölaşan'dan başla. "Dünyanın En Akıllı Adamı"'nı da unutma sakın. Medyayı parmağının ucunda oynatmak konusundaki başarılarına binaen Aysel Gürel, Hüsamettin Özkan, Yaşar Nuri Öztürk, Sakıp Sabancı, Medyum Memiş, Serdar Ortaç ve Bedri Baykam'ı da aman unutma. Davet et, konuşsunlar. Salih Memecan'dan da rica et, duvarlara onların çöp adamdan portresini çizsin.

Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş olur böylece.

Hı? Zaten davet ettin mi? Pardon, kaçırmışım: -)

Beni davet edecek değil ya şaban, tabii ki onları davet edecek.

Başarının bu kadar ucuzladığı, ayağa düştüğü, hokkabazlığın ufkunu göz alabildiğine açtığı bir dünyada, en büyük kâbuslarımdan birisi, adımın bu tarz "başarı" öykülerinde ve başarısı kendinden menkul kişiler listelerinde yer alması olurdu.

Öyle bir sahte değer bombardımanı altındayız ve öyle bir beyin yıkama sürecinden geçiriliyoruz ki, sık sık tekrarlayıp duruyorum, bana kalırsa Aldous Huxley'nin "Cesur Yeni Dünya" romanında anlatılan, uykuda beyni yıkanan laboratuar mamulü çocuklara dönüştük. Yalan ve hile, bütün toplumun ortak değeri olunca, gerçeğe değinen kişi "uçuk" diye damgalanabiliyor.

Sözün özü

Bu uğultuya rengini veren temel mesaj bana şöyle görünüyor:

Gemisini yüzdüren kaptan. Zaman, her ne şekilde olursa olsun bol para kazanma, bol para harcama, istifleme, esirgeme ve başkalarının dramına aldırış etmeme zamanı. Çocuklar bunun için kolejde okutulur, ahbaplıklar bunun için kurulur, sosyal hayat buna göre düzenlenir. İşte budur hakikat.

Bir yanda nesi var nesi yoksa VERMEK için çırpınan üç beş "salak", diğer yanda alığın teki olduğunun bal gibi farkında olsa da böyle bir sistemde alıklığın bile AKIL diye etiketlenip pazarlanabileceğini sezmiş olan kurnazlar güruhu. Ve orta yerde, doğası gereği, berbat olana meyletmeye yatkın bir kuru kalabalık.

Bu toplum uzaydan gelmedi. Ben de uzaydan gelmedim. O halde nedir aradaki bu derin uçurum?

Yetenekten falan söz etmiyorum. Hep söyledim durdum, bilen biliyor artık, bu hakirin -var sayılan- yeteneği tüm insanlığın ve hatta hayvanların, tüm kâinatı içeren ve içimizde olan ortak servetin minik bir zerresi. Varsa eğer zulamda bir şeyler, neyim var neyim yoksa hepsi, ona ulaşabilen herkesin ortak malı. Alandan değil, almayandan hesap sorarım.

Deminden beri ahlâk'tan söz ediyorum. Ama geleneksel "baskın basanındır" ahlâkından değil, olumluya, güzele, sevgiye meyletme, paylaşma, dayanışma, çoğaltma ahlâkından.

Görünüşe bakılırsa, onun kıtlığına kıran girmiş.

Yorumlar

Güzel yazınızı okurken postacı kredi kartı dökümünün olduğu zarfı uzattı, aldım zarfı, üzerinde;

XXX_Bank "iyiler mutlaka kazanır" logolu yazı… Birden irkildim ve kapım kapanınca "iyiler nah kazanır!" dedim yüksek sesle (gayr-i ihtiyari)…

Pardon… Eh! Hocam yaptınız yapacağınızı, kadın başımıza küfürü de dışa yansıtmamıza sebep oldunuz, ne olucak bu halimiz, dillendirdiniz bizi. Allah yardım etsin, bir kaç yılımız kaldı özgürlüğe, ayol bunu da tamamlayabilirsek bizden sabırlısı yok…

Allahtan geçmiş yıllarda Derkenar'ı tanımadık, yoksa halimiz haraptı…

Henet - 4 Şubat 2008 (13:51)

Pazarlama çağın ruhunu yansıtıyor. Her şey pazarlanabilir. Namus, şeref, haysiyet, vatanseverlik, hatta "satın alınamazlık" … Fakat herkes sırasını beklemek zorunda. Önce reklamcılar sonra diğerleri. O sebepledir ki, artık yazarlar, sinemacılar, filozoflar hep eski reklamcı. Ne demişler, "bal tutan parmağınız yalar" .

Cemal Çiçek - 2 Ocak 2009 (16:29)

Ahmak mı dediniz. Ne kadar lâzım. Biliyor musunuz yazılarınıza bayılıyorum. Hele bu yazınızı okurken gülmekten gözlerimden yaş geldi. O kadar güzel ve o kadar doğru yazmışsınızki. Evet her şey bütün dostluklar çıkar ve bol kazanç üzerine kurulu. Hak hukuk adalet yok. İnsanlar çıkarcı. Ve ben bu toplumdan nefret ediyorum hocam. Çalışan bir kadın olduğum için insanları o kadar, iyi tanıyorum ki. Para için menfaat için insanların yapamıyacağı bir şey yok. Sizin gibilerin nesi tükendi hocam. Siz insan gibi insansınız. Duygularınız tepkileriniz öylesine insanî ki. Sevgili hocam artık gerçek insanlara hasret kaldık. Siz ve benim gibiler sanırım son temsilciler.

Melâhat Erdoğan - 20 Nisan 2011 (10:24)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

82
Derkenar'da     Google'da   ARA