Patronsuz Medya

Hakkaten de 'film gibi'

Necdet Şen - 1 Şubat 2002  


Biri Bizi Ahmak Yerine Koyuyor!

TRT'nin tek sesli ve tek renkli dünyasından gına getirdiğimiz bir dönemde girmişti hayatımıza çok kanallı televizyon yayınları.

Hemencecik sevinmiştik "kabuğunu yırtan toplumun ebemkuşağı renkleri" falan diyerek. Ve tabii, ayaküstü yapılan birçok kitabî yorum gibi, bu tahlilimizin de kıçüstü oturduğunu gördük ilerleyen yıllarda.

Çok kanal çok ses anlamına gelmiyor ne yazık ki. Sadece kakofoni, sadece saygısızca bir abanma toplumun üzerine, sadece ucuzlayan ortak bilinç, sadece alık yerine konuluyor oluşumuz; on küsur yıllık çok kanallı yaşantımızın özeti bu minval üzre bir şey.

"Siz misiniz Orhan BoranHalit Kıvanç'ı beğenmeyen, buyurun artikülasyon özürlü, pepe, kekeme, yerel aksanlı sunucular silsilesini!"

Kendi adıma konuşuyorum, eşekliğime doymayayım.

Kıymetinizi şimdi daha iyi anladım Orhan ağabey! Bunlar Yuki kadar bile konuşamıyor.

Önce yazılı basın, sonra da elektronik medya, acımasız rekabetin ve etik falan takmayan kâr hırsının dümen suyuna girip de aynı kamusal kaynağın dirsekleşerek talan edilmesi yarışında yanyana kulvarlara yerleşince, demokratikleşme beklediğimiz noktalardan eski despotlara yeni bir söylemle çanak tutulduğunu gördük.

12 Eylül'ün turfanda çocukları, canlı yayında kendilerini bağıra çağıra aşağılayan kadının karşısında ezilme rolü oynuyorlar ücret mukabili.

Necip milletim "yalvarırım Memedali bey" diye sadaka dileniyor.

Sıfır bilmemkaç Edi sıfır bilmemkaç Büdü'nün üstüne bir kalemde çizik atıyor. Sıfır bilmemkaç Büdü, evden sepetlenirken, kendisini eleyen "atları da vururlar" yasasına övgüler düzüyor. Sonra hep birlikte "erkekler, ah erkekler!" şarkısı söyleniyor, sonra rol icabı sürtüşülüyor, rol icabı sürtükleşiliyor, rol icabı gırtlaklaşılıp, rol icabı ahkâm kesiliyor… Bunların tamamı emir kipiyle yapılıp ediliyor. Format öyle.

Ütopyasız, ruhsuz, robotlaşmış turfanda 12 Eylül gençliği Protestan ahlâkını uygulamalı olarak benimsetiyor 2000 sonrası kuşağına:

"En yakın arkadaşını bile satacaksın para söz konusuysa. İhanet çarkını sorgulamadan biat edeceksin. Despotun ihsanıyla ödüllendirilme sıranı bekleyecek, fırsat kollayacak, dirsekleye dirsekleye en öne geçeceksin. Seni ezen makineyi sorgulamayı, isyan etmeyi aklından bile geçirmeyecek, makineden şefaat dileneceksin."

"Sıfır… Bilmemkaç… Robotcan… En… Yakın… Arkadaşını… Gammazla… Sonra… Görüşme… Odasından… çık… Dramatik… Pozlara… Bürünerek… üç kuruşa sattığın… Arkadaşına… Yavşa…"

Olur, yavşarız… Çocuğum, görüyor musun? Sen de aynen böyle yapacaksın…

* * *

Hiç televizyon seyretme huyum yok sık sık zikrettiğim veçhile. Fakat yaşlı annemin tek eğlencesi bu; sabah akşam açık evdeki televizyon, hem de sonuna kadar, bangır bangır.

Kapıları kapatmanın faydası yok; kapı altlarından, duvar çatlaklarından sızıyor canhıraş feryatlar, radyo tiyatrosu gibi dinliyorum hepsini.

Görüntülerin aldatıcılığına sırt çevirip de sadece sesleri dinleyince şunlar kalıyor akılda:

Sürekli bir bağrışmadır gidiyor. Dizilerdeki "kahramanlar" bağrışıp duruyor, haber sunucuları bağırıp duruyor, canlı yayına telefonla katılan vatandaş bağırıyor, reklam bağırıyor, anons bağırıyor, en çok da kalın boyunlu, pörtlek gözlü o dallama bağırıyor:

"Efenim efenim! Angutluktur aslolan!"

Bağıran bağırana. Kırılan cam sesleri, devrilen eşya sesleri, acı fren cayırtıları, vurulan insanların canhıraş feryatları, ilenmeler, hakaretler, küfürler; düşmanlığın binbir çeşidi… Artık sadece birer taciz aletine dönüşmüş olan bu elektronik cihazlar evlerimizde, işyerlerinde, hatta lokantalarda, berber dükkanlarında, durmaksızın bilinçaltımızdaki en savunmasız noktalara boca edilip durulan bir saldırganlık dürtüsü.

Dişlerini sıkarak mı uyuyorsun yatağında? Sor bakalım kendine, günde kaç saat televizyona maruz kalıyorsun?

Milyonlarca yıllık genetik bilinçaltın o sesleri ve görüntüleri nasıl yorumluyor dersin?

En olmayacak programların içinden ansızın fırlayıveren cinsel uyarılar nasıl etkiliyor acaba sekiz yaşındaki kız ve oğlan çocuklarının iç dünyasını? Bu kadar şiddet fışkıran bir ekrana maruz bıraktığın evladını hangi kolejde okutman gerek ona KENDİSİYLE BARIŞIK bir iç dünya ve MUTLU bir gelecek verebilmen için?

Daha az gerilim istiyorsan, televizyonunu hiç açmamalısın. Daha az rencide olmak, daha az utanmak, daha az küfretmek istiyorsan, hiç sokmamalısın evine gazeteleri.

"İletişim" araçlarının "bilinç" ve "kültür" taşıyıcısı olduğu safsatasına inanmaktan kendini kurtarmalısın.

Seçim senin tabii. Hep birlikte yerleşip ekran karşısına, Biri Bizi Ahmak Yerine Koyuyor'u ya da Film Gibi'yi de seyredebilirsin. Kim tutar seni?

Hakikaten de 'film' gibi; kötü adam çok inandırıcı

Geçen hafta tam yemek saatime geldi, ben de maruz kaldım maalesef bu tefessüh alâmeti "show" programına.

Smokin giymiş bir orman kibarı, yoksul insanları ekranda doğruyordu.

Babası tarafından (hangi nedenle bilemiyorum) reddedilmiş genç bir kadın oturtulmuştu smokinli sadistin karşısına, sorguya çekiliyordu.

Belli ki program sponsoru tarafından giydiriliyor "konuklar", çoğunlukla da siyah giydiriliyor. Demek format öyle: Yas ve Erotizm.

Sunucu da tam vitrinlik; yakışıklı, entellektüel, filozof.

Bana sorarsan, kıro, cahil, yapmacık. Ama en önemlisi, her devrin adamı. Hacıyatmaz. "Mış Gibi" sanatının üstad-ı âzamlarından.

Canlı yayında saha avantajını da kullanarak, yoksul, örselenmiş, yılana bile sarılacak duruma düşmüş, bîçare bir kadını hoyratça sorguluyor.

"Peki siz ne yaptınız da darıldı babanız size?"

Bir gün de onu oturtmalı o koltuğa, seksenli yılların başlarında Ses dergisinde foto muhabirliği yaptığı o taze kaşar yıllarındaki blucinli haliyle… Ve sormalı ona:

"Söyleyiniz sayın Çetin, siz ne yaptınız da bizzat ağabeyiniz tarafından 'adi' bir adam olmakla suçlandınız toplum önünde?"

O "hık-mık" ettikçe etrafında gezinmeli at terbiyecisi tavrıyla.

"Çağıralım bakalım ağabeyinizi, sizi affetmiş mi? Bakalım şu kapının ardından çıkacak mı?"

O beklerken, en uzun parça hangisiyse o çalmalı. Mesela Iron Butterfly grubunun şu ünlü In-A-Gaddada-Vida albümündeki 12 dakikalık davul solosu bölümü uyar. Bitince yeni baştan… O bitince Child In Time'ın çığlık bölümü… O bitince birkaç Metallica parçası. En kulak yırtanından… Marki De Sinan efendi boncuk boncuk terlerken, kamera kıpraşan, asabî tikler yapan suratına zoom yapmalı…

Ama gerçek hayatta bu adam gibilerin elinde mikrofon. O sorguluyor yoksulları suratında kir gibi duran kırlaşmış sakalı ve taşralı tipine yakışmayan ödünç smokiniyle.

* * *

Dönelim geçen haftaya:

Genç kadın ezilip büzülüyordu ilk kez gördüğü kameranın ve stüdyo spotlarının karşısında.

Derken, işkencenin son aşamasına geldi sıra. Yani ilâhî adalet aşamasına.

İsrafil sûr borusunu öttürdü:

"Çağıralım babanızı, bakalım kapının ardından çıkacak mı?"

Ve sonra rahmetli Barış Manço'nun müziği eşliğinde o zavallı, mutsuz, travmatik kızcağızla birlikte beklemeye başladık. Ruhumuzun en kırılgan noktalarının alçakça kaşındığını, tornavidayla oyulduğunu anlamamaya çalışarak, o yıkılası, olmaz olası dekor kapının açılmasını bekledik.

Tabii ki Marki De Sinan biliyor içeriden babanın çıkıp çıkmayacağını. Asistanlar, kameramanlar, montajcılar, hatta belki program için parça başı çalışan şoförler bile biliyor. Bir biz bilmiyoruz, bir de orada kurbanlık koyun gibi, yüreği ağzına gelerek bekleyen zavallı kadıncağız. Biz tecavüze uğrayacak, aşağılanacak, onuru rakı mezesi yapılacak, nesneye dönüştürülecek olanların tarafındayız.

Müzik çaldıkça çaldı, uzadıkça uzadı engizisyon işkencesi. O yaralı kadıncağızın onca yıllık kanayan yarası kapansın istedik. Hepimiz onunla aynı yüreği paylaşıyorduk o an.

Uzun bir bekleyişten sonra, kapının açılmayacağı belli oldu. Smokinli eski kaşar, tepeden bakan bir tavırla geldi kadının yanına, birkaç sahte, yapmacık cümle eşliğinde "seninle işimiz bitti, hadi anca gidersin" anlamına gelen birkaç söz söyledi, onu sepetledi ve bir sonraki kurbanını çağırdı.

Yaralı, kırık, yıkık, omuzlarında tonlarca ağırlık, ayaklarını sürükleyerek kalktı gitti genç kadın. Muhtemelen, gitmeden önce soyunma odasında emanet giysileri çıkarıp, kendi salıpazarı bluzunu giydi tekrar ve her günkü yoksul yaşantısına geri döndü.

Belki Sinan efendi çoktan unuttu incittiği o kadının adını. Milyonların karşısında aşağılandığıyla kaldı kadın. Herhalde bir daha asla kapanmayacak kanayan yarasıyla başbaşa yaşayacak uzun yıllar.

Biz acı çektik, biz incindik, biz kötüye kullanıldık; eski kaşar bizim acımızdan para kazandı.

Dahiyane bir buluş! Hakkaten de "film gibi"! Ama daha çok bir korku filmi gibi. Kâbus gibi. Tecavüz gibi. Belki de ondan bu siyah giysiler, papyonlar, smokinler… Ortamı kenar mahalle kızlarının iğfal edildiği lüks bir randevuevine benzetmek için…

Üstelik de en sevdiğim şarkıyı, Deep Purple'ın Soldier Of Fortune adlı yürek eriten kült bestesini alet etmiş bu işkence kumpanyasına vicdan özürlü beyfendi! Herhalde telif hakkı sahibine "biz, ayrılanları kavuşturan hisli bir program yapıyoruz" falan gibi bir palavra atmıştır; ya da belki beş kuruş telif ödemeden "çalıyordur" o güzelim parçayı yüz karası programında.

* * *

Bu programı hiç seyrettiniz mi, bilemem. Seyredenlerdenseniz, eğlendiniz mi, onu da bilemem. Herhalde siz de benim gibi içiniz öfkeyle dolup taşarak ve o yapmacık konu mankeni Marki De Sade bozmasının gırtlağını sıkma isteğinizi bastırarak, ama asfaltta otomobil farlarına yakalanmış bir tavşan gibi, gözlerinizi ekrandan koparamadan, hiç olmazsa bir sonraki konuğun işkence seansının "mutlu son" la bitmesini arzulayarak seyretmiş olmalısınız.

Kendisini daha fazla para ve daha "yüksek" bir yaşam standartına taşıyacak her fırsatı diğer insanların üstüne basa basa kullanmayı "başarı öyküsü" olarak adlandıran kara ruhlu bir insan türü var dünyada ve bu insanlar her nasılsa en kırılgan olduğumuz noktaları keşfedebilecek kadar mürekkep yalamış oluyor ve bu "buluşu" menfaate tahvil etmekten hiç utanç duymuyorlar.

Ben bunu içime sindiremiyorum!

En zayıf, en kırılgan, en yaralı taraflarımızdan, kıstırılmışlık, çaresizlik duygumuzdan, kötünün elinde oyuncak olma korkumuzdan bir show programı üretebilmek için nasıl bir ruh kimyasına sahip olmak gerekir? Var mı bunu kirlenmeden, örselenmeden anlayabilen?

Nasıl olur da bir ülkenin "aydın" olma savındaki insanları böyle bir sadizm gösterisini sadece homurdanarak, tepkisini kendine saklayarak seyreder? Neden bizi bir toplum yapan narin noktaların, yaralarımızın, sarılmak, onarılmak yerine, kötüye kullanılmasına, vicdanımızın, korku ve merhamet duygularımızın üstüne basıla basıla kişisel servet peşinden koşulmasına seyirci kalır?

"Artık alıştık" mı diyorsunuz?

Alışmamalısınız.

"Bundan ötesi yok" mu diyorsunuz?

Var.

Bundan ötesi var. Bu toplumun tepkisizliği devam ettikçe, yakın bir gelecekte ekrandan kitabına uydurulmuş sahici işkence ve sahici cinayetler izleyeceksiniz. Kameralar "tesadüfen" orada olacak. Yeni konu mankenleri çıkacak sizin vicdanî tercihlerinizi zerre kadar takmayan.

Terbiyeden, izandan yoksun birileri, sol ellerinde mikrofon, sağ ellerinde pazar filesi, "yoksul sevindirme" safarilerine çıkacak. "İyilik" diye seyrettirecek bunu size.

Siz tepkilerinizi yuttukça, televole orospularının yaşları da küçülecek, çocuk pornosunun kralını evinizde çocuklarınızla birlikte seyredeceksiniz.

"Bir tek kulağımızın arkası mı kaldı" diyorsunuz?

Siz öyle sanıyorsunuz. Aynaya daha dikkatli bakın. Kulaklarınızdan Edi'lerin, Büdü'lerin, Reha'ların, Seda'ların, Hülya'ların, Sinan ve şürekasının ifrazatı sızıyor.

Yorumlar

(Ozgurlukcu Sol Haber)- Ozgurlukcu Sol'a gonderilen ve kamuoyuna duyurulmasi icin, yayinlanmasi istenen haberi ekte sizlerle paylasiyoruz.

* * *

YATAS Reklamindaki "Sevimli Yavru Kedi" artik yok!…

Duydugum çok aci birseyi sizlerle paylasmak istedim ve belki bundan sorumlu olanlari biraz olsun rahatsiz edebiliriz ve böyle bir seyin tekrarlanmasini belki önleyebiliriz diye düsündüm.

Yatas'in genç odasi için yapilmis olan Trendy and Friendly sloganli yeni reklami herhalde çogunuz izlemissinizdir ve oradaki sevimli "beyaz yavru kediyi" görmüssünüzdür.

Ne yazik ki artik o kedi yasamiyor ve bunun sorumlusu, en basta Yonetmen "Sinan Cetin" in bulundugu cekim ekibi.

Kediyi bir petshop'tan kiralamislar ve çekimler sirasinda uyanik kalmasi için "uyku kacirici" haplar vermisler ve kedi bu yüzden ishal olmus.

Böyle bir "insanlik disi gaddarlik" yetmezmis gibi, bir de onca kisi bir kediye sahip çikamayip çekim bittikten sonra kediyi sette unutmuslar ve kedi; ishal, susuzluk ve açliktan aci icinde ölmüs. Onlar da, film cekimi icin "kiraladiklari" kediyi, kedi ölünce "satin almislar" !

Ben söyleyecek sey bulamiyorum. Ne olur eger gazeteci veya televizyoncu tanidiklariniz varsa bu konuyu duyurun.

Kediyi geri getiremeyiz ama belki sorumlulara biraz olsun "vicdan azabi" (!) çektirebilir ve böyle bir seyin tekrarlanmasini önleyebiliriz.

(Bu olayin dogrulugundan süphe etmeyin sakin. Cünkü bilgiyi bu reklam filminde oynayan bir arkadasimdan aldim.) Yani ne yazik ki haber dogru…

Tesekkurler.

Zeynep Dogukan - 20 Şubat 2002

Sinan Çetin'le ilgili olarak pek çok şey söylenebilir, siz de söylediniz diğerleri de söylüyor, ben de bir şeyler eklemek isterim.

Ben normalde sevmediğim programı izlemem, yani hem "sevmem" deyip hem de o programların başından kalkmama tutarsızlığına düşmemeye çalışırım. Atıyorum Reha Muhtar'ın haberlerini, seviyesiz tartışma programlarını, şunu ya da bunu…

Bunların arasına Film Gibi'yi de ekledim. Eskiden zaplarken filan bir göz atardım ama ne zaman ki bir pamuk nineyi karşısına çıkardı ve kadıncağızı uzun zamandır görüşmediği eski kocasıyla buluşturacağı numarasıyla konuşturdu, konuşturdu, beklentilerini yükseltti ve bütün bunların sonunda adamın aslında ölmüş olduğu haberini kadına verdi, hem de "tüh tüh tüh, vah vah vah, ben de bilmiyordum, bak ben de şimdi öğrendim" numarasıyla.

O aşamada o pis suratta sadece riya, iki yüzlülük ve adilik vardı. Başka hiç bir şey değil, haa bir de rating artıracak bir konu bulmanın getirdiği hafif gülümseme. Tek kelimeyle midem bulandı ve hâlâ daha bulanmaya devam ediyor.

Sevgi ve saygılarımla…

Gökhan Orhan - 9 Mart 2002

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

96
Derkenar'da     Google'da   ARA