Patronsuz Medya

Ali ve Ölüm!

Necdet Şen - 11 Şubat 2008  


Ocak ayının ilk günleri. Tekirdağ'ın Saray ilçesi. Saray'ın kıyıcığında gösterişsiz bir semt mezarlığı.

Taze kazılmış toprak. İki metrelik bir çukur, birazdan getirilecek iri kıyım bir adamı, "Bizim Ali" yi bekliyor.

Ali musalla taşında, yazılarında sözünü ettiği "imamın kayığı" nda, uzanmış yatıyor. Karşısında capona benzeyen bir adam, boynu yana yatık, kimseye göstermemeye çabalayarak için için ağlıyor.

O "capon" sensin. Zihnin yukarılarda bir yerlerde asılı, bir kendine, bir tabuta, bir cemaate bakıyorsun.

İmamın kayığı maviyle yeşil arası. Camgöbeği gibi. Üzerine örtülen yeşil örtü biraz kısa kalıyor.

"Ben öldüğümde, öyle cenaze-menaze gibi nafile işlerle kendinizi yormayın. Atın bir çöp bidonuna, yürüyün gidin."

Öyle dermiş Ali yakınlarına.

Tabutun başında dikilen genç kızı gösteriyor birisi, "Ayşe de burada" diyor. Şaşırıp kalıyorsun. Ne zaman büyümüş Ali'nin minicik Ayşe'si?

Anlıyorsun ki aradan yıllar geçmiş.

Cenaze başındaki en yıkılmış, yardımsız ayakta duramayan kadının yanına gidip "başınız sağ olsun" diyorsun. Odur mutlaka Ali'nin annesi. Yanılmıyorsun, gerçekten de o. Kendi annene benzetiyorsun biraz. Annenden yirmi yaş daha genç. "Ali'nin patronu musunuz?" diye soruyor. Şaşırıyorsun. Derkenar'ın patronu yok ki. Ne patronu?

Meğer Bursa'da bir patronu varmış Ali'nin. Hatta yeni kurdukları işte ortağı yapmış Ali'yi. İnternette bir şeyler yapacaklarmış; ama nedir, pek anlayamıyorsun.

Yüzmüş yüzmüş, yoksulluğun kuyruğuna gelmiş Bizim Ali. Yaşasaymış, ayda birkaç bin yeni lira kazanacakmış artık. Bursa'da bir ev tutmuş, dayamış döşemiş. Sevdiği kadınla birlikte yerleşmek, şöyle bir ayaklarını uzatıp "oh" demek, yeniden çoluğa çocuğa karışmak kısmet olmamış. Kem talihi burada da yakasına yapışmış.

İyi ama, Saray'da değil miydi Ali? Hadi bilemedin Berlin'de? Bir ihtimal İstanbul'da? Bursa da nereden çıktı şimdi?

Bacakların üşüyor hafiften. Bir önceki akşam, henüz kapanmamış bir dükkân bulup Ali'nin cenazesinde giymek için aldığın koyu renk pantalon kıçını ısıtamıyor.

Uzaklarda kimsesiz ölen yoksul kardeşinin cenazesine Bağdat Caddesi'nden alınmış yeni pantalonla gidebilen "tuzu kuru" biri olmak içini çok ama çok acıtıyor.

Çakır gözlü bir kadın gelip takdis eder gibi kucaklıyor seni. Anlıyorsun ki İnci o. Ali'nin İnci'si. "Yiğit kadın" diye övdüğü, çocuklarının annesi İnci.

"Ali, birlikte geçirdiğiniz günleri hep anlatırdı" diyor. "Çok severdi seni."

Kahroluyorsun.

"Mert bir adam olduğunu söylerdi" diyor bir başkası. Daha da çok kahroluyorsun. Kendine biçtiğin rol bu değil çünkü. Kardeşin gurbette, tek başına ölüverdi. Sen yoktun orada. Kimse yoktu.

Azrail yalnız yakaladı Ali'yi. Uyurken kıstırdı.

Üç hafta gibi geliyor ama üç yıl olmuş meğer görüşmeyeli. Işıl ışıl bir yaz günü, çocuklar gibi şen, askerliğinin tecil edildiğini öğrenmenin ve çocuklarına kavuşacak olmanın sevinciyle Berlin'e uçan ve orada eskisinden de beter bir yoksulluk ve terkedilmenin anaforunda feleğini şaşıran, ortadan kaybolan, asla yardım kabul etmeyen, bir noktadan sonra telefonları da açmayan, "bu çocuk ölürse gururundan ölecek" dediğin ruh kardeşini "madem öyle, keyfi bilir" deyip kendi haline bırakışının ağırlığını hiç bir şey hafifletemiyor.

Ama yine de biliyorsun ki, o tür ayrılıklar gelip geçici, cilve kabilinden ayrılıklar. Ayrılığın sahicisi işte şurda, musalla taşının üstünde yatıyor boylu boyunca.

"Üzerinize afiyet, biraz öldüm de…"

"İmamın Kayığı"

Tek arabalık konvoyun en önünde eski bir kamyonet. Kamyonetin arkasında birkaç erkek ve yeşil örtülü bir sanduka, sandukanın içinde adamlıktan yana zengin, paradan yana yoksul bir insandan geriye kalan. Usul usul Ali'nin yeni adresine doğru yola çıkıyor kâfîle. Sen de o kamyonetin kasasındasın. Tüm dünyayı suyunu senden alan bir şelâlenin arkasından seyrederek tıngır mıngır kabristana doğru gidiyorsun.

Televizyon kameraları yok. Üstünde şirket ve patron adları yazılı olan çelenkler, pantalon balığının tadına bakabilmek için kalkıp Berlin'lere kadar gelen eski kırıklar, facebook ve messenger ahbapları, nevrotik hayranlar, imza günü turistleri, şöhret ve karizma pervaneleri vefasız dostlar yok.

Belli ki Ali'nin ölüsü, dirisi kadar eğlenceli değil.

Mezar yeri hemen kapının yanında. "Sıkılırsa kimseye sezdirmeden usulca kalkıp gitmek için kapıya yakın yer seçmiş kendine" diye geçiyor aklından. Ama bu esprine gülemiyorsun.

Daha bir iki hafta önce yeğeniyle birlikte bu mezarlığa gelip, mezarlardan birinin üzerine boylu boyunca uzandığını öğreniyorsun. Terziye provaya gelir gibi. Herhalde "atın bir çöp bidonuna" sözünü de o zaman söylemiş olmalı.

Cüsseli kefeni çukura indirilirken, "Ali şimdi kalkıp 'sittirin gidin lan hepiniz!' demezse, o zaman öldüğüne sahiden de inanacağım" diyor İnci.

Kalkmıyor Ali. Hiç bir şey demiyor.

Kalkabilse, her halde "size de zahmet oldu" der, mahçubiyetinden kızarır bozarırdı onca insanı kışta kıyamette oralara kadar yorduğu için.

Ama kalkmıyor Ali. Konuşmuyor. Şaka şamata yapmıyor. Üstünün toprakla örtülmesine bile itiraz etmiyor.

40 günlük yas ve tefekkürün hulâsası

"Sendelesen bile bazı, yürümek var ya
'Oh ne rahat 'deyiverip yayılmak varken
Kim demiş, köşe başında tezgâh kurmuşlar
Düşmüş işportalara sevda gibi sevdalar"

Dün -ya da evvelsi gün- kırkı çıktı Ali'nin. Ahirete ve meleklere inancın da yok ki okuyup üfleyip kendince bağışlayasın.

Tek başına Cem Karaca dinliyorsun. Her seferinde olduğu gibi, bu kez de, kanayan yaralarına Cem Karaca'nın sesini bastırıyor, yas tutuyorsun kendi köşende.

"Alkışı duydum, ihaneti gördüm
Sesim de oldu, sessizliğim de"

Sesi oldu Ali'nin. Hem de ne ses! Akortsuz, detone, ama gürül gürül bir ses.

Gidişi de gelişi gibi oldu. Apansız! Şaka gibi.

"Çünkü nice 'dost 'dediklerin, sarılıp öptüklerin
Suratlarında aynı eda ve sahtekârlık"

Cem Karaca dinliyorsun. Acıya tuz basar gibi.

* * *

Yaklaşık kırk gün önce. Gündelik ıvır zıvırın içinde, bazen günlerce çalmayan telefonun sesi. Tanımadığın bir isim. Bir şey diyor ama tam olarak çıkaramıyorsun.

"Hı?" diyorsun, "anlayamadım, tekrarlar mısınız?"

"Ben Ali Türkan'ın yeğeniyim."

"Evet?"

"Ali Abi'yi kaybettik."

Kalıyorsun öylece.

"Ali Abi'nin cep telefonundaki numaraları tek tek arıyorum haber vermek için."

O kadar. Telefonun diğer ucundaki çocuk da senin kadar şaşkın zaten, daha fazlasını alamıyorsun ağzından. İsteksiz konuşuyor. "Kalp krizi", "dün sabah bulunmuş", "Bursa", falan filân…

Ali ve ölüm. Aynı cümlede kullanılamayacak gibi duran iki kelime. Ama ne yaparsın ki ikisi de aynı cümlede.

Sevgilin beliriyor yanıbaşında. Onun bakışlarının aynasında görüyorsun kendi suratından yansıyan dehşeti. Farkında, birisi ölmüş, ama kim? Sevdiğin ve ne kadar çok sevdiğini tam da o an kavrayabildiğin birisi belli ki. Ama kim?

"Ali" diyebiliyorsun sadece.

Tepetaklak olma sırası şimdi onda.

Kanepeye yığılırcasına oturuyor. Sen de yanına ilişiyorsun usulca. Göz pınarlarınız yağmur topluyor ağır ağır. Olan biteni algılamaya çabalıyorsunuz.

Derken, ilk damlalar süzülmeye başlıyor ince ince. Aktıkça gürleşiyor. Ayrı odalarda ortalığı ıslatıyorsunuz artık. Herkes birbirinin gözyaşına saygılı. Şimdiye kadar tutulduğun en uzun en şiddetli sağanağın altında yıkan yıkanabildiğin kadar.

Dışarıda daha da ıslak bir hava, "Ali Odası"nda yas.

Dünya dönüyor. Ama Bizim Ali sıkılmış, dönme dolaptan inmiş.

Ve daha da acısı, sonradan öğreniyorsun ki, Ali öleli iki gün olmuş ve "haydi gelin, Jüpiter'e gidip iki tek atalım" desen hoplaya zıplaya uzay mekiğine seğirtecek olan bazı hakiki dostlar, bunu daha ilk günden bildikleri halde zahmet edip seni de haberdar etmemişler.

Derkenar Ali ile başlamıştı

Kaba hesapla beş yıl öncesi. Gene bir kış günü. Suadiye tren istasyonunda karşılıyorsun Alamanya'dan geliyormuş gibi yapıp, aslında bir yerlerde zamparalıktan gelen yazar kardeşini. O Derkenar'ın "Bizim Ali" si. Derkenar diye bir internet dergisinin var olma nedeni aynı zamanda.

Sekiz yıl önce, 2000'de yani, "ölüp gideceğim, bu yazıp çizdiklerim de çöplüğün tekinde kaybolacak" diye hayıflanıp durmaktan gına getirip elinde ne var ne yoksa internete koymak, azıcık da olsa rahatlamak istediğini hatırlıyorsun. Aklına o sıralarda doğru dürüst bir alan adı gelmediği için, "şimdilik" kaydıyla kendi adını taşıyan bir alan adı altında yayınlıyorsun elinde ne varsa.

Gecenin birinde bir elektronik posta düşüyor bilgisayarına.

Daha ilk cümlelerde afallıyorsun. Bu mektubu bir başkası mı yazmış, yoksa sen kendi kendine mi yazıp göndermişsin, anlayamıyorsun bir süre.

Gecenin bir vakti. "Üşütüyor muyum yoksa? Kendi kendime mektup yazıp sonra unutuyor muyum?" diye saçma sapan düşünceler geçiyor aklından.

Mektubun altındaki imzaya bakıyorsun. "Metin Dirlik" diye birisi. Tanıdık biri isim gibi gelmiyor. Senin muhayyilenden çıkmış olamaz bu ad.

Ama senin zihninle düşünen, senin cümlelerinle yazan biri bu. "Ruh ikizi" mi dersin, "akıl ikizi" mi, "dil ikizi" mi, ne dersen artık. Tıpatıp senin cümlelerinle meydan okuyor dünyaya. Ama asla taklit ya da esinlenme izlenimi vermeyen, soluk alırcasına bir doğallıkla sözcükleri sıralayıveren bir yazı ustasının rahatlığıyla.

Hemen cevap döşeniyorsun: "Yoksa sen ben misin?" diye.

Bir sonraki mektubunda utana sıkıla adının "Metin Dirlik" değil "Ali Türkan" olduğunu itiraf ediyor ve bunun için özür diliyor senden. Anlatıyor neden böyle yaptığını. Yönettiği medya eleştirisi sitesi için kendisine "Almanya temsilciliği" teklif edip, daha sonra hiç bir mektubuna cevap vermeyen meşhur birilerinden sıtkı sıyrıldığı için ilk anda kendi adını açıklamak istemediğini öğreniyorsun.

Ondan gelen mektupları onun da iznini alarak kendi adını taşıyan "kişisel" web sitende yayınlamaya başlıyorsun. İlk andan itibaren hiç bir kapris yapmayan, şahane şeyler yazdığı halde, bir çırak alçak gönüllüğüyle "eti senin kemiği benim" diyen bu insanın yazdıklarını sitenin Mektuplar bölümünde yayınlamak ayıbına gidiyor bir süre sonra. "Böyle yazılar okur mektubu muamelesinden çok daha fazlasını hak ediyor" diye düşünüyorsun.

Yazarlar başlığı altında yeni bir bölüm açıyor ve Ali'nin tüm mektuplarını oraya taşıyorsun. Ama sitenin adresi hâlâ necdetsen nokta com. Yeni ve anonim bir ad bulmak ve siteyi "meşhur adam ile hayranları" görüntüsünden çıkarıp, söyleyecek sahici bir sözü olan herkesin arzu ederse yazılarını yayınlatabileceği rütbesiz hiyerarşisiz bir yayına dönüştürmeyi arzuluyorsun.

Tam da o günlerde, ilham hiç beklemediğin bir yerden, Ali'nin mektuplarını yanıtlamayıp onu küskünlüğe iten gazeteciden geliyor. Hızlı Gazeteci için o günlerde kullandığın İngilizce adı kastederek, "Outsider aslında Derkenar demek değil midir?" diye soruyor sana.

Evet. Tabii ki!

Seviniyorsun. Nasıl düşünemedin bunu? İnternete girerken web sitenin adresini "outsider nokta com" yapmak istediğin ama o alan adının ve tüm çeşitlemelerinin zaten kapılmış olduğunu görüp hayıflandığın geliyor aklına. Outsider kelimesini Türkçe'ye Derkenar diye çevirmek tabii ki mümkün.

İşin komiği, o andan sonra sitenin adı olacak olan kelimeyi aslında zaten sayfanın sol tarafındaki link blokunun adı olarak aylardır kullandığını fark ediyorsun. Kasıtsız ihmaliyle Ali'yi Derkenar'a kazandıran gazeteci arkadaşın, sana elinin altındaki anlamlı bir kelimeyi göstererek sitenin adını bulmana da vesile oluyor.

Derkenar Ali'nin ilk yayın organı, Ali de Derkenar'ın ilk ve tartışmasız en beğenilen yazarı oluyor böylece. Kendi yazılarını Necdet Şen başlığı altında topluyor, sitenin kalanını Ali ve onun ardından sökün edip gelen diğer yazarlara bırakıyorsun.

Yıllar geçip gidiyor bilgisayar başında. Günün birinde bakıyorsun ki, Ali'nin açtığı kapıdan girenlerin -üç beş tanesi hariç- geri kalanı, pek de onun gibi değil. Ne yetenekleri onunki kadar parlak ve ne de terbiyeleri onunkiyle eşdeğer. Öğlen paydosunda hacet giderir gibi bir şeyler karalayıp bir kere bile okumadan sana postalayan ve kendi çapaçulluğunu senin adam etmeni bekleyen banka-holding-plaza şımarıklarına çömezlik ediyorsun.

Ve bir gün fark ediyorsun ki, keşfettiğin için gurur duyduğun adam artık uzak bir memlekette sürünmekle meşgul. Yazı falan yazacak hali yok. Sen de onsuz bir Yazarlar bölümü yaşatmak için bu kadar özveriyi istismar edilmek gibi algılamaya başlamışsın.

Çekiveriyorsun bombanın pimini.

Zannediyorsun ki, insan evlâdı halden anlayacak, hiç olmazsa bundan sonrası için ipin ucundan tutmak için istek duyacak.

Ne ilginç! Cemaatte -gene birkaç tanesi hariç- aynı vurdumduymazlık. Birkaç kaypak e posta: "Yav haklısın ama ben de bu işlerden pek anlamam ki."

Tabii, haklılar, sen bu işleri ananın karnında öğrenmiş olarak zuhur eyledin.

Halbuki karga bile uçmasını sonradan öğrenir. Çabalaya çabalaya. Burun üstü yerlere çakıla çakıla. Kediye sansara çakala yem ola ola.

Kargadaki yüreği ve basireti memleketimin münevverinde aramak da necdet ve ali gibi hayalperest kerizlere mahsus zaten.

"Meyhaneci dellendi meyhane kapandı, haydin hep barabar başka bir meyhane bulup orda eğlenelim" diye cümbür cemaat gidilip sıvaları dökülen bir gecekondu inşa ediliyor.

Ve o meyhanenin paspasçılığı da -ne ilginç- Ali'nin üzerine kalıyor. "Türk Aydını hedonisttir" diye yazan Ali'nin. Sefası değil, yalnızca cefası ve hammaliyesi kalıyor tabii.

Sadece cümleleriniz değil, küskünlüğünüz de tıpatıp birbirine benziyor bu vesileyle.

O da seninkini aratmayacak zehir zemberek cümlelerle bu bencilliğe isyan edip çekiyor bombanın pimini. Ve basıp gidiyor.

Kendi tabiriyle, "ikiliyor" .

Boktan hikâye.

Ali Odası'nda bunlar geçiyor aklından birer birer.

Bu, giden kardeşimin türküsüdür

Şimdi bu yazının yazılmakta olduğu odanının adıydı başlangıçta "Ali Odası". Daha eve yerleşilmeden önce birlikte gelmiş bakmış, arka bahçenin genişliğine ve yeşilliğine hayran kalmış, pırıl pırıl Nisan güneşinin verdiği çocuksu sevinçle "hadi uyuklayalım" diye bomboş odanın döşemesine uzanmış, asabî bir abladan azar işitmiştiniz.

Daha içine girmeden, evin bu odasına "Ali Odası" adını koymuş ve ona göre, o rahat etsin, kendini sığıntı gibi hissetmesin diye düşünüp, o şekilde düzenlemiştiniz.

Şimdi sevdiceğinle yan yana oturmuş burnunuzu fışırdatarak ve terleyen gözlerinizi birbirinizden saklayarak oturduğunuz bu açılır-kapanır kanepede uyumuştu haftalar boyunca. Bu odada gece yarılarına kadar gevezelik etmiş, komik türküler söylemiş, aile sırlarınızı paylaşmış, somurtmuş, gülüşmüş, hayaller kurmuş, "göt olmuş olan aleme" sinkaf etmiş, milleti ince ince tîye almıştınız.

Avuç içi kadar bir evde her biri başka başka kentlerden ya da semtlerden gelmiş üç Derkenar yazarı ve üç kedi, kâh gülüşüp kâh tartışarak, kâh miyavlayarak, birbirinizi anlamaya çalışıyordunuz.

Türkiye'deki "dost" larının gazıyla ve belki de boğulacak gibi olduğu o Alman kentinde daha fazla kalamayacağı için, buradaydı Ali. İri cüssesi, gür saçları ve gür sesiyle evin neşesi olmuştu.

Enerjisi büyük, zekâsı büyük, öfkesi büyük biriydi. Bulunduğu mekânı tıka basa dolduranlardandı. Alıp başını gittikten sonra bile varlığının iziyle, anılarıyla, akılda kalan sözleriyle, şaşırtan, kafa karıştıran davranışlarıyla, alışkın olmayanı yorabilen yoğun enerjisiyle, bir biçimde sohbetlerin belkemiğini oluşturan konu zenginliğiyle, uzun süre orada bulunmayı sürdüren, öyle ya da böyle, ilgisiz kalınamayan biriydi.

Gövdesi burada, aklı Berlin'deydi Ali'nin. Yollarını arkadaşça ayırdıkları halde çoğu zaman aynı evi paylaşmaya devam ettikleri eşi İnci'den, çocukları Nazmiye, Cihat ve Ayşegül'den bahsederdi sürekli. Onları özler, onlar için kaygılanır, onlarla gurur duyardı.

Sadece Ayşegül onun öz be öz çocuğuydu. Sanırım içten içe en çok onu sever, en çok ondan yana umutlanırdı.

Nazmiye ile sorunları vardı. Bir türlü para denkleştirip yaptıramadığı dişlerini boş verip, eline geçen ilk parayla ona müzik seti almıştı. Cenazesine bile gelmeyen üvey evlâdına.

Cihat, yerinde duramayan çok hareketli bir oğlandı. Okumaya hevesli görünmüyordu pek. Ali en çok onun için kaygılanırdı. O da yoktu cenazede.

Ama yine de dilinden düşürmezdi Ali çocuklarını. Üçünün de hem annesi hem babasıydı. Yemeklerini o pişirmiş, boklu bezlerini o paklamış, onları itip kakan hergeleleri o pataklamıştı. Kol kanat germişti çocuklarının ve karısının üstüne.

Şimdi doğduğu kentte, kâh arkadaş kâh akraba evlerinde sığıntı gibi, beş parasız, yorgun, kırık, bir çıkış yolu bulmaya çabalıyordu.

Ve en trajik anılarını bile Nasreddin Hoca fıkrası gibi anlatabilme hasleti vardı Ali'de. Şimdi senin hatırlamaktan bile ürktüğün tecrübelerini komik bir şeylermiş gibi anlatıveriyordu. Ancak dikkatle baktığında görebiliyordun o keskin mizahın altında yanardağ gibi usul usul kaynayan öfkeyi.

Sen de, hayatının en keskin virajlı dönemlerinden birinde rastlaşmıştın Ali'yle. Annenin evinde tabuttan hallice bir odada tavana kadar yığılmış eşyaların arasında azraili bekleyerek geçirdiğin beş senenin sonunda bir şeyler değişmiş ve gözünü karartıp ayrı bir eve çıkmış, minyon cüsseli ama kocaman yürekli bir kadınla o güne kadar hiç denemediğin bir şeyi denemeye, aynı çatı altında yaşamaya karar vermiştin.

Birbirine alışmaya çabalayan iki insan (kavgalı bir evde büyümüş yorgun bir genç kadın ve ekşimeye yüz tutmuş, tepkili, kart bir adam) ile aynı çatıyı paylaşmak zorunda kalmak, her ne kadar sözcüklere dökmese de, travmatik bir deneyim olmuştu Ali için. O ne kadar senin arkandan "mert adam" dese de, senin ona karşı üstüne düşen abilik görevini mükemmelen yaptığına kolay kolay inanasın gelmiyordu.

Birbirinizi aramadığınız ve neden aramadığınıza karşılıklı akıl erdiremediğiniz o üç yılda diz boyu yoksulluk, düş kırıklıkları, inziva ve çölleşmiş bir insan kalabalığının ortasında teselli ödülü gibi bir sevgili girmişti Ali'nin hayatına. Ne var ki, pek de inanası gelmediği tanrısına hamd-ü sena eyleyerek tadını çıkarmaya çalıştığı bu mutluluğa da gölgeler düşmüştü.

Ne de olsa hiç bir "normal" anne-babanın uygun bir damat adayı olarak görmeyeceği kişilerdendi Ali.

Ama aşk vardı işte dünyada. Kimya kitaplarında yazmayan, hisse senetlerinde, çek defterlerinde ve beş yıllık kalkınma planlarında kalem olarak yer almayan, müseccel bir marka olarak ticaret odasında sicili kaydı olmayan, kâğıtları borsada işlem görmeyen…

Bazen takılıyordu sevgilisine Ali, "Necdet'le Fersan kadar bile olamadık, onların arasındaki yaş farkı sadece 19, bizimki 22" diye.

Galiba dünyanın her yerinde aynı işliyor hayatın çarkı. Esas oğlanlarla esas kızlar birbirlerini hesapsızca sevebiliyor. Annelerle babalar çocukları için tasarladıkları gelecek için "ya ters bir şey olursa, ya kızım davulcuya ya da zurnacıya ya da -en fenası- işsiz birine varırsa" diye endişeleniyor. Müstakbel damatların cibilliyeti değil, aylık geliri sorgulanıyor. Babalar amcalar duruma el koyuyor. Hayatını onur üstüne inşa etmiş insanların üstüne "karı satıyor" türünden çamurlar sıvanabiliyor. Delikanlılar zalime "alayınız gelsin" diye posta koyuyor. Yoksul kemancı fabrikatörün kızına aşık oluyor. Kör talih kime gülüp kime gülmeyeceğine bizim anlamakta aciz kaldığımız bir denklemle karar veriyor. Zaman geçiyor. Devran dönüyor.

Ve bir gün, inandığı gibi, namusluca yaşamayı seçmiş ve neyse bunun bedeli güle oynaya ödemiş bir adamın en son sözü, "sırtım ağrıyor, eve gidip biraz dinleneyim" oluyor.

Ertesi gün işe gelmeyince anlaşılıyor ki, eli ensesinde kanepede kestirirken sekteyi kalpten "eks" olmuş.

Yazılan öyküler, romanlar, şiirler kalıyor geride bir tek. Bir de onları ticarî olarak şanslı bulmadığı için basmaya yanaşmayan yayıncı esnafının iki yüzlülüğü. Bir de öldükten sonra yazılarının altına "atam sen kalk da ben yatam" tadında yorumlar yazan, pek hayran oldukları pek sevdikleri bu arkadaşlarına iş bulmak yerine onunla mesincırda yazışmayı yeterli bulan şirket yöneticisi televizyoncu bürokrat "dost" lar.

Söylenecek ne varsa, şu çadır tiyatrosunda çalıp söylediklerimiz aslında. Gerisi fasafiso. Kim kimi öpmüş, kim kimin neresini kertmiş, kim kimi çentiklemiş, bunlar magazin çığırtkanlarının ilgi alanına giriyor.

Ali'nin yazdıklarından kurtarabildiklerin şimdilik bu web dergisinde bir bakıma yeddiemin gözetiminde. Gönül ister ki, çok yakın bir zamanda Migros'ta satılanlardan başkasını da arayıp bulup okuyan sahici kitapseverin kütüphanesinde basılı kitap olarak da yer alır. Yazılıp da bilgisayar disklerinde kalmış öyküleri, romanları da artık o diskleri elinde tutanların insafına emanet.

Tek tesellin, o bir türlü içine sindiremediği kefere ellerinde değil de, kendi memleketinde vefasız, bencil, osuruk meşrep de olsa, "arkadaşım" diyebildiği birilerinin yakınında ölmüş, kerametine pek inanmasa bile üç beş akraba ve dost refakatinde fatihalarla gömülmüş olması.

Hayatının en zor yazısı oldu bu, değil mi necdettin efendi? Saat de geç oldu. Tüm gününü (ve dününü) bu yazıyla boğuşarak ve arada bir gidip yüzünü gözünü yıkayarak geçirdin. Köşesinde pes etmiş, azrail hazretlerinin gelip tırpanını çalmasını bekleyen sendin, hikmetinden sual olunamaz mübarek hedefini şaşırdı, seni değil, bulmaktan gurur duyduğun altınını aldı.

Dışarıda gökyüzü karardı artık. Kadının birazdan yorgun argın işten gelir. Sen şimdi ona ağız tadıyla yiyebileceği bir şeyler pişirmek istersin. Kuyruklu melekler de acıktılar. Miyavklar mıyıvklar gurruyklar sardı koridorları.

Hokkabaz'ı (şu kocaman göbekli kuyruklu bilge var ya, onu) çok severdi Ali. Sordun, o da Ali abisine çok miyav ediyor.

Hadi git, sevgiline kendine ve kedilerine Bostancı'dan taze istavrit al ve sözü de Ali'ye bırak artık.

Churchill'in ölmeden önce "Tanrım'ı görmeye hazırım. O da beni görmeye hazır mı acaba?" dediği rivayet olunur. Külliyen yalan! Adam, onu birazcık sempatik bulmama neden olan başka bir lâf etmiş ve "her şey çok sıkıcı" deyip ikilemiş bu dünyadan.

Sabahtan beri ben de "her şey çok sıkıcı" diyorum. Vaktim geldi galiba.

Kardeşler! Anadolu'da bir köy mezarlığına gömmeyin beni. Gurbette kakırdayanlara "şehit" der Türk basını. Bu iyi işte. Şehit muamelesi olabilir. Öyle, elbiselerimle gömün anasını satayım.

Yorumlar

İnsan, bir İNSAN'ın ölümüne nasıl üzülür? Öyle üzüldüm. Tanımazdım Ali'yi. Ama sayende Necdet Abi, tanıdım. Hatta epey bir zaman önce bir kaç defa e-posta ile yazıştık bile. Ona, yazdıklarını ne çok beğenerek okuduğumu falan söylemiştim. O da her zamanki alçak gönüllülüğü ile yanıt vermişti. Sanırım mutsuz yaşadı, ama yazılarında öylesine samimi ve farklıydı.

İyi insanlar çabuk gider derler. Galiba doğru. Başımız sağ olsun.

Ümit Önder - 13 Şubat 2008 (04:57)

Bülbüller öterken pencerelerimi kapatmayarak, yollarda yuvarlanan Basriyelere o gülen gözlerdeki gibi bakmaya calisarak, hic karsilasmadigimiz ama belli ki teget gecistigimiz bu sehirde yasamaya devam edecegim. Ali Türkan'i ve Derkenar'i maalesef tam da rahmetli yi kaybettigimiz günlerde kesfettim.

Sebilleri, camileri de yapanlar coktan yok olup gittiler ama dindirdikleri susuzlugumuz ve oksadiklari gönüllerimizle, ictigimiz bir bardak suda, meraklanip daldigimiz o güzelim camilerin ferahliginda, gülümseyip dururlar tanimadiklari bizlere.

Derkenar'daki kösesinde yazdigi tüm güzel seyleri gönlüm ile hissederek okudugum o insana Allah'tan rahmet diliyorum, bu güzellikleri bize ilettiginiz icin size de cok tesekkürler. Emeklerinizin bosa gitmedigini, gönüllere isik, dudaklara gülücük oldugunuzu iletmek istedim.

Berlin'den sevgilerimle…

Nursun Korkmaz - 13 Şubat 2008 (22:59)

Biraz önce açtım Derkenar'ı. Uzunca bir süredir siteye bakamamıştım. Hayretle başlıkları okumaya başladım ilkin. Kötü bir şaka gibi geldi önce, ama şaka değilmiş. Çok üzücü. Yerinde rahat uyu kocaman yürekli, dupduru beyinli, güzel yazılar yazan güzel insan!

Neriman - 14 Şubat 2008 (21:33)

Ah be Ali, oldu mu ki? Aslı yok tarlasının bin beş yüz koyununu, kim otlatacak şimdi?

Berlin'in tayyare yüksekliğinde yaşayan yerçekimsiz kabaklarını, Beyoğlu'nun façalı kevgir gacılarını, sen yazmasan ben yazmasam da, doğacak aydınlık karanlıkta durmazdı. Merkep çiftliği açıp kestane kebap yellemesek de yaşar giderdik. Düzene, ilişkiye, yandan çarklı talihe böyle karanfil sıktın da ne oldu?

Öfkeden hüzün demleyene Nobel mi verdiler, simya şirketi mi kurdular? İstesen, çemkirmenin atlasını çizerdin, hem de tek elinle. Bunca gün, bunca gece, bunca yıl… İyi de, hani çocuklar için biraz daha yaşanacaktı?

Bak ne diyor bizim tarikatın Nijer yerlileri, "Küçük üzüntüler konuşur ama büyük acılar dilsiz olur."

İki paralık dili de, bağladın gidişinle.

Deniz Türkoğlu - 15 Şubat 2008 (12:19)

Selam Necdet Bey. Öncelikle Basiniz sagolsun. Ali Türkan'in mekâni cennet olsun. Allah Seyyiatini hasenatina tebdil eylesin. Böyledir ölüm iste… Insan da ne nese birakir ne de keyif. Hatta acılar bile zamanin ezici törpüleri içinde önce azalir sonra gittikçe kaybolmaya baslar. En son kalansa hatiralarin sisli ikliminde belirsizlesmeye baslayan aci tortulardir.

Ama Ali Bey in sansli oldugunu düsünüyorum bir yerde. En azindan arkasindan hayirli seylerden bahsedecek üslubu güzel sizin gibi yazar bir arkadasi olmus. Bu bile anlayana çok büyük bir nimettir. Tekrar basiniz sagolsun. Selâm ve dua ile.

Yüksel Aytekin - 20 Şubat 2008 (10:24)

Ali Abi'yi tanıma mutluluğunu tatmış şanslı kişilerden biriyim. Son zamanlarında fırsat oldukça görüştük. Her şeyden önce şunu söylemeliyim Necdet Bey, Ali Abi sizden hep sevgiyle söz ediyordu.

Onu kaybetmemizden çok kısa bir süre önce yaptığımız bir sohbette söz çok kırılmasına neden olan o malûm siteden ve oradaki sizin deyiminizle "paspasçılık" görevinden açılmıştı. "Ben burada üç kuruşla hayatta kalmaya çalışırken, birilerinin '90 lira yemek parası ödedim, 40 lira da bahşiş verdim, oh, sefam olsun' diye yazılar göndermesi midemi bulandırıyor" diyordu.

Ben bilmiyorum Ali Abi'nin kimi ya da kimleri kastettiğini. Galiba Ege'deki birilerini. Ali Abi onlarla tüm ilişkisini kestiğini söylemişti. Telefon numarasını da galiba o nedenle değiştirmişti.

Yeni bir site hazırlığındaydı, ama onların hiç birini istemiyordu sitesinde.

Bunları yazmam ne kadar doğru oldu bilmem ama yazınızı okuyunca aklıma geliverdi işte.

Murat - 21 Şubat 2008 (17:38)

Adam gibi adamlarla zenginleşir şu dünya, zenginleşirse. Ali odanızın Ali'si de adam gibi adammış. Ölüm en çok böyle koyuyor insana; bizi küçük hesaplarımızla, dar bakışlarımızla, kör gözlerimiz ve sağır kulaklarımızla, kifayetsiz dilimizle baş başa bırakıp gidiveren adamlarla…

Sevenlerinin başı sağ olsun diyelim, ne diyelim…

Metin Göz - 3 Mart 2008 (16:29)

Ali Abi, şu anda "Ölsem Bundan Daha İyi" yi dinliyorum ve kaç gündür ağlarken hep yanımdasın, hissettiriyorsun kendini, ne mutlu sana…

Sözlerini değiştirdiğim bu şarkıyı Filistin'e ve Dünya'daki zalim zulmüne üzülebilenlere ağlayabilenlere atfediyorum.

Belki, umulur; gözyaşlarımız gözlerimizdeki menfaat ve nefsimizin ateşiyle yanmış kararmış o kirli merceğini bir nebze temizler, kalplerimizin hırsını ve adaletsiz közünü söndürür ümidiyle.

Ölsem, bundan daha iyi!

Gerçek acı nedir bilmiyorsam, yüreğimde dahi hissedemiyorsam,
Mazlumlar, zalimlerin pençesinde, süngülerinde,
Bense keyfimdeysem,
Ölsem bundan daha iyi…
Ciğer pareleri kanlı kuşlar gibi, eteklerine düşmüşken, o anaların,
Bense bülbül gibi şakıyorsam yuvamda,
Ölsem bundan daha iyi…
Onlar benim alkışlarımla, satışlarımla güçlenen kollarıyla,
Kardeşlerimi parça parça ediyorlarken, ben halen huzurluysam,
Ölsem bundan daha iyi…

Henet - 4 Mart 2008 (13:27)

Şu an biraz şaşkınım aslında. Ben yeni yazılar beklerken gördüğüm başlıklara inanamadım. Birkaç sene önce msn'den konuşup sohbetimiz olmuştu Ali Türkan 'la. Bir yazısıyla ilgili yorum yapmıştım. Güzel bir insan ve iyi bir yazarı kaybettik. Başımız sağ olsun.

Ela Kaşeli - 6 Mart 2008 (22:19)

Gitti giden Ali'yle
Bagri yanik Veli'yle
Insan insan haliyle
Velev ki yasamadik

Kardeslerin yoluna
Olum girse koluna
Neden sac bas yoluna
Velev ki yasamadik

Bir sevenin olmasa
Cebin para dolmasa
Zeytinyagli pirasa
Velev ki yasamadik

Akmanî der Necdet Sen
Gonule kor duserken
Derkenar'da dost isen
Velev ki yasamadik

Ercument Akman - 22 Mart 2008 (15:03)

İyi adamlar güzel atlara binip gittiler… Sanırım Necip Fazıl'ın sözüydü. Ben bugün keşfettim Ali Türkan 'ı ve bugün bu yazınızı okudum… Ağlamaklıyım…

Asia - 19 Haziran 2008 (13:28)

"İyi adamlar güzel atlara binip gittiler…" sözü Yaşar Kemal'in Demirciler Çarşısı Cinayeti adlı kitabında kullandığı sözdür. Yaşar Kemal'i Necip Fazıl'la karıştırmak çok tuhaf ve kabul edilebilir değil.

(Özür dilerim konuya değil de yoruma cevap yazdığım için ama kendimi tutamadım)

Ufuk - 19 Haziran 2008 (23:35)

Ben de özür dilerim konuyla ilgili olmayıp yorumlarımızla ilgili olacak bu yazım için. Evet haklısınız romanı bulup baktım. Bu arada okumuş da oldum. İnsanların eksik ya da yanlış bildiklerini uyarmak da ayrı bir tevazu ve beceri gerektireceğinden dolayı sizin bu işi daha iyi yapacağını düşündüğünüz insanlara havale etmenizi öneririm. Ama bilgi ve birikiminizi paylaşmanız konusunda da ayrıca teşekkür ederim UFUK BEY.

Asia - 25 Haziran 2008 (14:23)

Necip Fazıl'ın 1973 tarihli "Boş Ufuklar" şiirinden bir cümle de şöyledir:

Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti
iyi insanlar iyi atlara binip gitti.

Bilginize…

Asia - 25 Haziran 2008 (14:26)

Ali Türkan ismiyle yazılan yazıları uzun zamandır okuyor, kimi zaman bu yazıları mail arkadaşlarıma yollayarak onların da okumasını sağlıyordum. Ali ile tanışıklığımız sadece yazıları aracılığıyla idi. Oysa aynı ortamda yaşıyor, hayatın içinde teğet geçişiyorduk.

Yaz aylarında 4 ay boyunca kamp yaptığım yere hemen yanından geçtiğim mezarlıkta artık Ali Türkan isminde bir yakınımın da olması her geçişimde yüreğimi burkuyor ve yazılarından bir tutam replik dimağımda canlanıyor. Ali'nin artık canlanamayacak olmasına bir teselli babındaki bu yazılarının daha uzun zaman burada kalmasını ve güncellenmesini isterdim gerçekten.

Biraz kıt imanlı bir kardeşimizdi belki ama, gerçek ismini bilmiş olsam başında bir fatiha okumayı hatta O'nun gibi bir yaşam yorumlayarak mezarı başında bir sigara içmeyi ve yazılarını okurken hissettiğim halet-i ruhiyemi anımsayarak dudak çeperime düşen bir bukle gülücüğü sunmayı isterdim.

Niku - 5 Kasım 2008 (10:53)

Anlaşılan o ki Ali Türkan, yaşarken tablolarına bir türlü alıcı bulamamış ve o yüzden yıllarca başka işler de çalışmak durumunda kalmış mutsuz bir ressam gibi göçüp gitmiş bu dünyadan. Doğal olarak bulduğu hiç bir ek işte de dikiş tutturamamış. Çünkü adı üstünde "ek iş" onlar! Onun aklı hep tuvalde, fırçada, boyada, manzarada kalmış. Ne yazıktır ki insan sevdiği bir işi yaparken, aynı zamanda hayatını devam ettirecek kadar maddiyat sahibi olamıyor. Ne mutlu bunu başarabilenlere!

Ali Türkan elbette ki hepimiz için, ama en çok da çocukları ve eşi için yeri doldurulamaz bir kayıp. Hep düşünüyorum… Acaba kaçımız arkasında bu kadar seven bırakabilir? Kaçımızın ardından anılarımız sevgiyle, özlemle, coşkuyla yad edilir?

Hani güzel bir araba gördüğümüz zaman bazılarımız, "Öleceksem şunun altında kalarak öleyim anasını satayım!" der ya!

İşte Ali abi gibilere de ölüm yakışıyor bence. Varsın iyiler fazla yaşamasın. Varsın ömürleri az olsun güllerin. O en mükemmel deterjanlarla paklanmış, bembeyaz kıyafetlerine kir bulaşmadan göçüp gitsin onlar.

Zaten benim gibi devedikenleriyle dolup taşan bir dünyada güllerin ne işi var ki?

Serdar Demirdirek - 2 Aralık 2008 (17:45)

Bu yazıyı, Necdet Abi'nin ikinci yazısından sonra okuduğumdan o ikinci yazının altına "neden öldü bilmiyorum ama erken öldüğü belli" yazmıştım. Şimdi düşündüm de neden öldüğümüzün ne önemi var ki geçmişini sevdiğimin dünyasında. Asıl sorguladığım, neden zamansız öldüğüdür iyilerin. Ya da bana mı öyle gelmektedir. Bir yer var mıdır gittiği ölenlerin? Ve orada buluşabilir miyiz ölüm sonrası hikâyelerin anlatıldığı kutsal metinlere inat. Ben gidenlerden bir kaç kişiyi fena halde özledim ve şimdi gittiğinden haberim bile olmayan bir Ali Türkan'ı da görmeyi çok isterim…

Çağrı Öztürk - 13 Mart 2009 (00:34)

İki gün oldu Ali Türkan'ı tanıyalı. Sizlerin sayesinde, Cihan Demirci'nin bir yazısı sayesinde onun yazısını okumak için girdiğim Derkenar'ın sayesinde. İki gecedir Ali Türkan'ın yazılarını okuyorum.

Yazılarını okuduktan sonra kim bu yazar dedim ve araştırdığımda 2008 yılında öldüğünü öğrendim. Nasıl bir yürek sızısı geldi içime oturdu anlatamam. Göz yaşlarımı tutamıyorum dünden beri ve her aklıma gelişte ağlıyorum tanımadığım ama yazılarına hayran kaldığım bu insan için.

Ve ne kadar etkili olur bilemiyorum ama onun için farkında olmadan dualar okuyorum onun buna ne kadar itibar edeceğini düşünerek. Yapabilecek başka bir şeyim olmadığı için belki de. Gittiğin yer her neresiyse orda mutlu ol Ali Türkan.

Sedef - 14 Eylül 2009 (00:36)

Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar 'adlı romanındaki Selim Işık karakteri ile sayın Ali Türkan'ın bazı benzer tarafları olduğunu fark ettim. Siz ne dersiniz?

Şemsettin Oruk - 15 Haziran 2010 (16:36)

Ben de bu karakterin hayal ürünü olduğunu düşünüyorum.

Can - 3 Ağustos 2011 (22:08)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

418
Derkenar'da     Google'da   ARA