Patronsuz Medya

İlhan Abi'nin Cumhuriyet'i

Necdet Şen - 4 Nisan 2008  


Peşrev

Soru: Cumhuriyet'siz bir Türkiye düşünülebilir mi?

Cevap: Ne kadar gereksiz bir soru? Tabii ki düşünülemez.

Cumhuriyet bir anıttır. Aklımızın sigortası, devrimlerin bekçisi, yıllar yılı biriktirilip, önce yatak altlarını, sonra odayı, sonra tüm evi dolduran, yine de kıyılıp atılamayan bir kültür hazinesi.

Yanlış anlaşılmasın; fetiş olanından değil, gazete olanından söz ediyorum.

Bir zamanlar bu gazetede alelâde bir sıra neferi olarak bulunmuş olmaktan dolayı duyduğum gururu sözcüklerle anlatabileceğimi sanmıyorum. O nedenle, bir süredir "Cumhuriyet Nostaljisi" adını uygun bulduğum bir senfoni yazmakla meşgulüm. Belki oratoryo da olabilir. Ya da saz semaisi. Telefon alarmı da olabilir. Buna henüz tam karar veremedim. Ama ilk notası Do, bu kesin.

Tam bağımsız ve lâik Türkiye Cumhuriyeti'miz nasıl ilelebet payidar kalacaksa, kâğıda basılan ve cüz cüz indirilen kutsal bir kaynak olarak algıladığım sevgili gazetemiz Cumhuriyet de ilelebet payidar kalacak, sonsuza kadar yolumuzu aydınlatacaktır.

Çünkü Cumhuriyet, bir gazete olmanın çok ötesinde, 85 yaşını idrak etmiş bulunan çağdaş ve lâik Türkiye'nin dahilî ve haricî bedhahlar tarafından ele geçirilememiş en son (ve belki de tek) kalesidir.

Cumhuriyet'imizin sahipleri

Cumhuriyet her zaman bağımsız ve güvenilir bir gazete olmuştur ve hep öyle kalacaktır. Karanlık iftiralarla yıpratılmak istenen sayın Çapan biraderlerin, eski bir ülkücü olduğu rivayet edilen sayın Ciner'in, 28 Şubat'çı sayın emekli paşaların ve hatta sayın en büyük basın grubunun, kâh ortaklık, kâh danışmanlık, kâh yönetim kurulu üyeliği, kâh el altından maddî destek vermek suretiyle bir biçimde ortak olduğu gibi süflî söylentiler, Cumhuriyet'in tertemiz mazisine zerre kadar gölge düşürmez.

Velev ki birazcık düşürse bile, bu aynî ve nakdî yardımlardan dolayı gazetemizin şu veya bu biçimde yönlendirilmesi şu veya bu amaç için kullanılması olasılık dahilinde değildir.

Her dönemde baskıcı ve gerici iktidarlar tarafından susturulmak istenen Cumhuriyet, tüm çelmelere ve ayak oyunlarına göğüs gererek bugünlere kadar gelmiştir ve hiç kuşkusuz ebediyete kadar da yaşayacaktır.

Cumhuriyet'in uzak tarihi

Cumhuriyet'in ilk kez kimin emriyle ve nereden temin edilmiş bir matbaa makinesiyle yayın hayatına başladığı, neye hizmet etmesi emredildiği, tarihi boyunca hep böyle devrimci ve çağdaş mı olduğu, ilk güzellik yarışması ve ilk piyangoyu hangi kıymetli gazetemizin düzenlediği, 9 Mart darbe girişiminin kimin makam odasından yönetildiği gibi konu başlıkları, seneler evvelinde kalmış olmakla birlikte, yine de renkli mevzulardır.

Örneğin, durup dururken yersiz bir paranoyaya kapılarak yurt dışına kaçmış olan hassas ruhlu şair ve komünist Nazım Hikmet'in gazetemizdeki fotografının yanına 12 Temmuz 1951'de yazılan şu resim altına bakalım:

"Bu fotoğrafı sütunlarımıza geçirirken şair Eşref'in Abdülhamid'e yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye 'resmini teksir ettirip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün' mealindedir. Biz de yukarıdaki resmi Nazım hesabına aynı gaye ile basmış bulunuyoruz."

Bu örnekte de görüleceği gibi, tüm Babıalî bu büyük ozanımızı unutulmuşluğun girdabında terketmişken, sevgili gazetemiz onu bir vesileyle Türkiye kamuoyuna anımsatmıştır.

Ya sevgili gazetemizin ölümsüz patronu ve onursal başyazarı Nadir Nadi'nin 3 Haziran 1938 tarihinde Viyana'dan yazdığı şu satırlar:

"Hindenburg'ların, von Moltke'lerin, Rooswelt'lerin arasında en fazla nazarı dikkati celbeden üç isim var: Atatürk, Hitler ve Mussolini…"

Böylesine Atatürkçü bir cümleyi -ve benzerlerini- sevgili patronumuzun "nazi muhibbi" olduğu biçiminde yorumlayan takkesiz liboşların çıkabildiği bu ülkede, boyalı basının işi nerelere kadar vardırabileceğini ve ihanet karşısında safları sıklaştırmamızın neden kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu anlamak zor değil.

Gazetemizin ilk binasının daha önce İttihat ve Terakki cemiyetinin merkezi olmasından da manevî bir veraset anlamı çıkartılmaması gerekir. Öyle denk gelmiştir.

Cumhuriyet, bizim kimlik kartımızdı

Aah o yıllar! Buralar hep dutluktu. Gerici partileri destekleyen kara kafalı cahil kalabalık henüz sokaklarımıza doluşmadığı için, düzeyli, beyaz, biz bizeydik.

Sadece Hasan Cemal mi sevecek Cumhuriyet'i? Ben de çok sevmiştim. Aşıktım hatta. Çınarlarında kolon vurdum, koridorlarında sabahladım, göz nuru tükettim tam yedi buçuk yıl.

Ama gün oldu, ayrı düştük.

Söylemekten hicap duyuyorum, değersiz şahsıma yönelik yapılan en okkalı hakaretler ben ayrıldıktan sonra Cumhuriyet'in sayfalarında yayınlanmış olsa da gazeteme olan sevgimde bir dirhem eksilme olmadı.

Ailemden ve öğretmenlerimden sonra belki de kişiliğimin oluşmasında en büyük paya sahiptir Cumhuriyet. Eğri ile doğruyu, çağdaş ile yobazı, devrimi ve karşı devrimi, menemeni, köy enstitülerini, halkevlerini, öztürkçeyi ben hep o gazeteden öğrendim.

Çocuktum ufacıktım, memlekette "devrim" diye bir kelime hasıl olmuştu. Ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Aydınlanmanın Bilgesi, gazetedeki penceresinde "aslanım Deniz, kaplanım Mahir" diye yazılar yazar, kırlardan şehirlere inecek, tersaneleri, kışlaları, fabrikaları zapturapt altına alıp, ehil ellere teslim edecek devrimcileri arı Türkçesiyle destekler, yol gösterir, boy boylar, soy soylardı.

Neyin ne olduğunu kendi başıma bilecek değildim ya, çocuktum ufacıktım, işin doğrusunu öğreneyim diye her Allah'ın günü İlhan Abi'nin Pencere'sini okurdum.

İyi ki okumuşum, kafam bilinçle doldu, aydınlandım, devrimleri korumak için önemsiz bir sıra neferi olmanın erdemini kavradım. Hatta bir ara (okuduklarımı yanlış algılamış olmalıyım ki) silahlanıp dağa çıkmaya heveslendim. Ne var ki, ben çıkacak uygun bir dağ bulana kadar Denizler ve Mahirler sıram sıram biçildiler, elimde Cumhuriyet gazetemle ortalıkta öylece kalıverdim.

Neyse ki İlhan Abi ve gazete kale gibi ayaktaydı. Bilinç düzeyimi daha da geliştirmek için okumaya devam ettim.

"Morison Süleyman" diye biri vardı bir yerlerde. Ne utanmaz herifti o öyle? Memleketi satıyordu. Neyse ki Aydınlanmanın Bilgesi erişilmez belâgatiyle ona haddini bildiriyordu da gazımızı alıyordu azıcık.

Bir de faşolar vardı. Sarkık bıyıklı, canî ruhlu tosuncuklar. Katildi hepsi. Aydınlanmanın Bilgesi'ni okudum, onlardan da topyekün ikrah ettim. Dost kim düşman kim bir bir belledim, hayatın sırrını cüz cüz öğrenip sorana da sormayana da tepesine bine bine öğrettim.

Sanat ne içindir?

Okuduklarımdan vazife çıkarmıştım kendime; madem ki bilinçlenmiştim, bu bilinci topluma yaymalıydım. Ama nasıl? Öyle tek tek uğraşmak biraz zor geldi. Düşündüm düşündüm, karikatür çizmeye karar verdim. Komprador burjuvaziyi çizgilerimle hicvedecektim, yıkılacaktı.

Önceki yıllardan kalma takvimlerin arkalarına elinde ingiliz anahtarı tutan tulumlu ve üçgen vücutlu işçiler ve püro içen göbekli patronlar çizmeye başladım. Çok yakındı bozuk düzenin yerle bir olması.

O zamanlar Google olmadığı için, herhangi bir yere "komprador ne?", "devrimci kim?", "çağdaşlık bize babamızdan miras mı kaldı?" gibi sorular girip aratamıyorduk. Cumhuriyet'te ne yazıyorsa oydu vehbinin kerrakesi.

Eminim bilmiyorsunuzdur, size de öğreteyim: İlerici, boğaz köprüsüne, sahil yoluna, televizyona, özel kanallara, internete, serbest piyasaya, avrupa birliğine karşı çıkan, halkın daima gericilere oy verdiğini, o nedenle de halka değil, orduya güvenmek gerektiğini bilen çağdaş insana denir; gerici ise avrupa birliğine girmek veya gayrısafi milli hasılayı isviçre düzeyine çıkarmak gibi kör saplantıları olan liboşlar ile onların işbirlikçisi çember sakallılar ve çarşaflılardır.

Yanıyor mu Ziverbey Köşkü'nün lâmbası vay!

Çocuktum ufacıktım, devrimciydim. Denizler Mahirler yoktu ama evelallah ben vardım. Memleketin tersanelerine girilmişti. Ya şimdi ne yapacaktım?

74 affı önümüzü bir kez daha açtı. Gene devrim rüyası. Zalim saldırıyordu ama arkamızda da kale gibi bir gazete ve kapı gibi akıl hocalarımız vardı. Parkamızın yan cebinden uç vermiş "Cumh" logosuyla hedef tahtası gibi dolanıyor olmaktan zerre kadar yüksünmeden, devrim için yürüyorduk. Bir yandan da patır patır dökülüyorduk çatapat sesleri eşliğinde.

Nedir ki bizim telefatımızın kıymeti harbiyesi? Harbiye marşı eşliğinde sayısal hesap. İlhan Abi bile zamanında metruk bir köşkte ağırlanmış, herkesin yediği tabldottan ona da tattırılmamış mıydı bir çimdik? Bir de iftira dolu bir itirafname imzalatılmamış mıydı falaka zoruna? Neymiş, madanoğlu cuntasıymış da, 9 mart darbesiymiş de, baasçı rejim hevesleriymiş de, cuntanın 2 numaralı ismi (hafazanallah) meğer kimmiş de, falan filan, bunun gibi kuyruklu yalanlar işte. Aleyhte propaganda. Kim inanır? Akrostiş ve benzeri cinlikler ne için var?

İlhan Abi sütten çıkmış ak kaşıktı. Çünkü işkence görmüştü.

Oysa darbenin ertesi günü (13 Mart 1971) gazetemizde attığımız 5 sütunluk "Devrimci Ordu" manşetinin mürekkebi kurumamıştı daha.

Söylemeye utanıyorum, ama galiba keleğe gelmiştik.

Bir sonraki darbe

Yolumuzdan dönecek miydik? Hayır. "İki, üç, daha fazla Vietnam, Ernesto'ya bin selâm!"

Derken 12 Eylül, tank sesleri, filistin askıları, infazlar… Genç kuşak neredeyse topyekün zindanda, ama gazetemiz kale gibi dimdik ayakta. Metris'te, Ulucanlar'da, Diyarbekir kâbushanesinde yatanlar, adları belirsiz sıra neferleri. Aslanım Falanca ile Kaplanım Filanca'ya "vah vah" demekten daha fazlasının elden gelmediği zor zamanlar.

Yapacak çok iş yürüyecek çok yol var. Safları sıklaştırmalı. Bütçemiz elverdiğince, bir yerine iki-üç-dört Cumhuriyet almalı eve, Türkiye kurtulsun, ilelebet payidar kalsın diye. Zalimin zulmü varsa bizim de iman dolu göğsümüz gibi serhaddimiz var. Doğru tarafı tutuyor olmanın dayanılmaz hafifliği…

Gel de sen bunu hiç bir örgüte üye olmamış, hiç bir duvara slogan yazmamış, hiç zindan görmemiş, hiç silahlı çatışmaya girmemiş, sadece karikatür çizmekle yetinmiş pasifist apartman çocuğuna anlat. Suçluluk duygusu diz boyu:

"Devrim yolunda bir cop bile yiyemedik yahu! Utanıyorum. Naapsak?"

Evet, ne yapsak? Bizim gençliğimizde, her gelin kızın, her muhabirin ve yazar çizerin rüyası Cumhuriyet'te çalışmaktı. İlhan Abi o zamanlar 83 yaşında değildi, ama manevî dokunulmazlığı aynen bugünkü gibiydi. Gazetenin bir parçası olmak ne büyük bir sükseydi, bilen bilir.

Olundu da. Ve hayretle görüldü ki, Aydınlanmanın Bilgesi biz sıra neferlerinin çalıştığı alt katlara sadece toplu sözleşme dönemlerinde iniyor ve bilge bir edayla "sendikaya destek verirseniz gazete batar" diyor, sonra çıkıyor gene inziva odasına, tefekküre dalıyor.

Tehlike büyük! Adı her dönemde farklı olsa da mutlaka bir düşman var ve vatanın bağrına dayamış hançerini. Ne var ki biz tehlikenin farkında değiliz. Eğer hakkımız olan zammı alırsak, Cumhuriyet vapuru bu ağırlığı taşıyamaz ve yavaş yavaş sulara gömülür. O zaman da devrimler bekçisiz, dolma pirinçsiz, halk bilinçsiz kalır, gider gerici partilere verir oyunu. Karşı Devrim galebe çalar. Kim alabilir ki böyle bir ihanetin vebalini üzerine?

Büyük Tepişme

Bizi "zam istemeyin, gazete batar" diye korkutan Aydınlanma Bilgesi, sonra ne yaptı, hatırlayan var mı?

Gazeteyi batırdı.

Soylu bir gerekçesi vardı tabii ki: Gazetedeki tek adam olmasının önündeki entel-liboş engelini bertaraf etmesi gerekiyordu.

Ne yaptı? Darbe demeyelim, haksızlık olur, bastı istifayı ve ardısıra gelen 80 küsur takipçisiyle birlikte gazeteyi terketti. Yok hayır kaval falan çalmadı. Yaydığı ışıltı yetiyordu herkesi peşine takmaya. Bir tek biz, kör-budala-entel taifesi, bu ışığı göremedik ve bir süre sonra maaş bile ödeyemeyecek olan batık gazetede çalışmaya devam ettik.

"Ne diyecek?" diye ağzının içine baktığımız İlhan Abi fazla bekletmedi bizi, dilimize "Cumhuriyet okumuyorum, çünkü Cumhuriyet okuruyum" diye bilgelik dolu bir slogan kazandırdı. Arzuladığı gibi gelişti olaylar ve gazetenin tirajı bir haftada 110 bin cıvarından 35 bin cıvarına indi. Sene 1991, buralar hâlâ dutluk, iki ay gibi kısa bir sürede baş tarafından sulara gömüldü yaralı Cumhuriyet vapuru.

Gazetenin santraline bile haciz geldi o dönemde ihtilâlci arkadaşlarımızın kıdem tazminatları ödenebilsin diye. Biz geride kalanlar (gericiler), gazeteyi yaşatabilmek için duman işaretleriyle haberleştik ve hayatta kalabilmek için fotosentez yaptık bir süre.

"Kitleyi bilinçlendirmeli!"

Birkaç ay sonra mağlup ve küskün bir biçimde gazeteyi terkeden Hasan Cemal ve şakirtlerinin yerine muzaffer bir komutan edasıyla geldi yerleşti İlhan Abi. O tertemiz kalbiyle umdu ki gazetenin satış rakamları bir anda gene yüz binlere çıkacak. Hesap açıktı; onlar gidince 70-80 bin kişi gazeteyi bırakıyorsa, geri döndüklerinde bu giden okur bir ıslıkla geri gelecek. Ama hayret! Sonuç parmak hesabındaki gibi olmadı. Kıpırdamadı tiraj. Giden dönmedi.

Taa ki Uğur Mumcu dehşet verici bir biçimde öldürülünceye kadar.

Yüzbinler katıldı cenazeye. Belki milyon.

Hiç hoşlanmaz İlhan Abi televizyona çıkmaktan. Ama kalabalık da kalabalık hani. İnsan duygulanıveriyor. "Dolmayı pirinçlendirmeli, kitleyi bilinçlendirmeli" demiyor muyduk? Çıktı İlhan Abi kürsüye, kaptı mikrofonu, verdi coşkuyu, verdi coşkuyu. "Gazetenize sahip çıkın" dedi.

Kitle algıladı mesajı. Bir süre için de olsa bilinçlenir gibi oldu, gazetenin tirajı şahlandı. Deyim yerindeyse, mayalı hamur gibi kabardı kabardııı…

Ve söndü. Gene eski haline geldi tiraj. Bilinç aşısı bu kez de tutmamıştı. Halk "ille de cahil kalıcam" diye diretiyordu.

Kim ne derse desin, İlhan Abi çekirdekten devrimcidir. O da her devrimci gibi, gazetenin yönetim kurulu başkanlığına -bazı müfterilerin "daha önce Kemal Horzum ve Banker Kastelli'nin falan avukatlığını yaptı" ve "hileli iflas konusunda uzmandır" diye kara çalmaya kalkıştığı- değerli bir kişiyi getirdi.

Halbuki ortada ne kumpas vardı ne de desise. Gidişat kitabına uygun olarak rayına oturtulmuştu. Başka bir şirket kurdurulup gazetenin tüm mal varlığı o şirkete aktarılmış ve böylece bu şanlı gazayı desteklemeyen tüm karşı devrimcilerin kıdem tazminatları devrim adına ve teferruat kabilinden, bir gecede buharlaşıp uçuvermişti.

Helâli hoş olsun. Nedir ki? Memleket tehdit altındayken üç beş akçenin lâfı mı olur?

Kimdir en büyük Devrimci?

Allahın hikmeti midir nedir bilinmez, tam da o sıralarda, Babıalî'nin amiral gemisinde Aydınlanmanın Bilgesi ile yapılmış tarihsel bir belge değerinde bir söyleşi okuduk.

Devrimciye ne sorulur? Tabii ki beğendiği devrimcilerin adları. Gazeteci soruyor "sizce devrimci kim?" diye.

Hadi tahmin edin bakalım, kim?

Mustafa Kemal mi? Hayır. Mustafa Suphi mi? Hayır. Aslanım Deniz mi? Hayır. Kaplanım Mahir mi? Hayır. Spartaküs mü? Hayır. Fidel mi? Hayır. Che mi? Hayır. Lenin mi? Hayır. Stalin mi? Hayır. Madanoğlu mu? Hayır.

Kim peki?

Süleyman Demirel ve Erdal İnönü.

Şaka gibi görünüyor, ama değil. İnce zekâ. Bizde bulunmayan şey.

Çünkü biliyor Aydınlanmanın Bilgesi, devrimciliğin ölçüsü, başbakan ve onun yardımcısı olmaktan ve de örtülü ödeneği canının istediğine dağıtmaktan geçer.

Ama o zinhar tenezzül etmiyor dünya malına. Neye inanıyorsa onu söylüyor devrimci tabiatı gereği. Nasıl ki "entellektüel" denince Yalçın Küçük'ün aklına Fatma Girik ile Türkân Şoray geliyorsa, İlhan Abi'nin aklına da o an "devrimci" dendiğinde bu iki anıtlaşmış isim geliyor.

Daha yeni komaya girip dirilmiş ve henüz yoğun bakımda olan bir gazetenin komutanının kimi devrimci bulduğu konusunu tartışmak, bizim gibi "agu" demeyi bile Cumhuriyet okuyarak öğrenmiş olan çoluk çocuk takımına düşmez tabii ki.

Cumhuriyet'in bugünü

Bu tarihten sonra olan biteni sadece orta yaşlı ve müstafî basın mensupları değil, yeni yetme kuşak da hatırlayabilecek durumda.

Ne karanlık bir şer odağı olduğunu onyıllar boyunca Cumhuriyet okuyarak ezber ettiğimiz MHP'nin yeni genel başkanına, yani o zamanki hükümetin başbakan yardımcısına, ben diyeyim bağışlayıcı, siz deyin bilge bir tavırla övgüler düzmenin ardında yatan inceliğe hiç bir sıradan insan akıl sır erdiremez. Vardır elbet bir bildiği İlhan Abi'nin, biz anlamaktan acizizdir.

Yok, hayır, asla ve kesinlikle örtülü ödenek falan değildir sebep. Güç simsarlığı da olamaz. Muz cumhuriyeti mi burası? Siz ihtimal verebilir misiniz böyle bilge bir insanın sırf gazetem yayında kalsın diye bir zamanlar sövdüğü politikacılardan herhangi bir şey talep edebileceğini?

Gülünç bir iddia olmaz mı bu? Ya da acıklı?

Hayatının yedi buçuk yılını Cumhuriyet gazetesinde çizgi roman yapıp eden ve kıdem tazminatı ile sigorta hakkı gibi değersiz şeyler uğruna utanıp sıkılmadan gazetesini dava eden, maalesef kazanan, ama sigorta işlemleri için gittiği Sosyal Sigortalar Kurumu'nda çalıştığı yıllara ait primlerin hiç bir zaman yatırılmamış olduğunu, gazeteyi çıkaran eski şirket tasfiye edilip mal varlığı yeni bir şirkete devredildiği için de yapacak hiç bir şeyin kalmadığını öğrenip, kendi primlerini paşa paşa kendisi yatırmış biri olarak, bu hakirin Cumhuriyet gazetesi konusunda yapacağı her türlü yorum, doğal olarak öznel, önyargılı, hatta düpedüz iftira niteliğinde olacaktır. Bu tarz takkesiz ve bidon kafalı iddiaları ciddiye almaya değmez.

Ama gene de üşenmeyip şunca satırı karalamış birisi olarak, en azından lâkırdıyı eksik bırakmamak adına kendi kendime şu soruyu sorup gene kendim yanıtlayayım:

Soru: Sayın Şen, Cumhuriyet gazetesindeki değişimi nasıl yorumluyorsunuz?

Cevap: Değişim mi? Ne değişimi?

Bu hakirin Cumhuriyet'te gözlemleyebildiği tek değişim, yayın hayatının on yıllık bir döneminde kısmen de olsa çok sesliliği deneyen bir gazetenin tekrar eski haline rücu etmiş olmasıdır.

Bakla

İnanmak istemeyen gene inanmayabilir; Ben (de) Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim. Biz, bir avuç ehemmiyetsiz ecir, sosyalizmle kemalizm arasındaki farkı pek anlayamadan, inançla, özveriyle, "benim gazetem" diyerek çalışmıştık orada. 16 yıl önceki o bilinen şirket içi kapışma olmasa, belki hâlâ emeğimizin karşılığını alıp almadığımızı sorgulamadan, hatta İlhan Abi'mizin nasıl bir adam olduğuna kafa yormadan, iyi bir şey yaptığımıza inanarak çalışıyor olacaktık. Ne var ki "Cumhuriyet hariç her şey değişir" kozmik yasası uyarınca, gün oldu biz değiştik. Daha doğrusu hayatı ve Cumhuriyet'i algılayış biçimimiz değişti.

O halimizle sindiremedi bizi Cumhuriyet. Onca yıl emek verdiğimiz gazetemiz, daha sonra bizi en çok aşağılayan, en çok hedef gösteren gazete oldu.

Bir zamanlar hepimizin Cumhuriyet'i idi; şimdiyse sadece İlhan Abi'nin Cumhuriyet'i.

* * *

Not: Yazının daha kısa bir hali, Star gazetesinin 31 Mart 2008 tarihli Açık Görüş ekinde yayınlandı.

Yorumlar

Ben, yazınızın sonuna düştüğünüz notla, daha kafadan stratejik bir hata yaptığınızı düşünüyorum. Dün gece "Ceviz Kabuğu"nda Hulki Bey, canlı telefon bağlantısı kurduğu Aysun Kayacı'nın yeni demokrasi fikrini ulularken, Star gazetesini de "Hükümet Yanlısı Medya" olarak tanımladı. Yarın bir takım kişiler sitenize veya kapı önünüze "Siyasi Simge" haline getirdikleri "Türk Bayrakları" yla doluşurlarsa şaşırmayın. Tan Oral'a ne yaptıklarını siz daha iyi bilirsiniz.

Büyük ihtimalle siz doğru dürüst vergi de vermemişsinizdir ve oy hakkınız bile yoktur artık. Çünkü mesajla oylanabilecek duruma gelmiş bir siyasi hakkınız mevcut. Beşbinbilmemkaç kişiden dörtbini aşkın seyirci, yani %82 si, demokrasiyle bu işin içinden asla çıkılamayacağına hükmetti; orada bulunan zevat da gözyaşları içinde bu yükselen akl-ı selime şükrettiler. Siz siz olun, oy hakkı için bonus puanı toplamaya bakın derim ben.

İkinci olarak, şu anda nefsani duygularla ve bitmek tükenmek bilmeyen kininizle dil uzattığınız yüce kişilerin farkında olamadığınız korkunç gücünü sınamakla hata ediyorsunuz. 32. Gün'de konuşmacıları dinlemiş olsaydınız, ne demek istediğimi anlardınız. 9 Mart, 12 Mart'ın intikamını almaya geliyor. İkisinden de haberi ve çıkarı olmayanlara ve de memlekete yazık olmak üzere. Yazınızın başlığı da, bir gazeteden çok, dünya siyasi haritasına işlenmeye yakın görünüyor.

Aksi gibi ben de tüm söylediklerinizi, taraftarlık duygusundan sıyrılmaya çalışarak okuduğumda, haklı bulanlardanım. Desenize, bana da yazık olacak bu arada.

Vah, vah, vah! Bir Aysun Kayacı bile olamadık şu memlekette ya, şükürler olsun.

Ali Sedat Çetinkoz - 5 Nisan 2008 (14:40)

Sayın Ceviz Kabuğu müellifi sivil giysili paşamız tarafından "Hükümet Yanlısı Medya" olarak tanımlanan bir gazetede yazılan yazı sahiden de daha baştan mundar sayılabilir.

Allah esirgesin, ya Tarih Baba tarafından "darbe yanlısı medya" diye markalanıp bir tarafa kaldırılacak olan matbuatta, hem de darbe kışkırtıcısı yazılar yazsaydı, o zaman hakikaten haraptı Necdettin Efendi'nin hali.

Durmuş Düşünür - 6 Nisan 2008 (18:26)

Yazı çok güzel. Cumhuriyet Gazetesi'nin nasıl bir gazete, sahibinin nasıl birisi olduğunu tarihsel anlatım ve delilleriyle gözler önüne seriyor. Yazarlarımızın dilleri çözüldü Allah'a şükür. Teşekkürler Necdet Şen.

Muzaffer Altınkuyu - 9 Nisan 2008 (10:03)

Ben de uzun yıllar okudum İlhan Selçuk'u. Bir süre sonra ninni gibi gelmeye başlıyor. Hep aynı cümleler, hep aynı bakış açısı. Bir insan nasıl olur da 60 sene boyunca hep aynı şeyleri yazar? Yorulmaz mı?

Necmi Ziya - 9 Nisan 2008 (15:55)

Uzun süredir derkenar müdavimiyim ama, bahsettiğiniz Cumhuriyet Gazetesi okuru değilim. Bu yaşıma kadar bir tane bile almadım. İnternette abonelik gerektirmese idi başkalarının bakış açısının merak ettiğim için okumayı düşünürdüm ama.

Bu ön bilgiden sonra demem o ki, önemli olan sağ, sol, arka veya ön taraftakiler değil. Orada da burada da insan hakları, demokrasi, hukuk, adalet, cumhuriyet, laiklik gibi toplum yaşantısının vazgeçilmez öğelerini menfaatleri için farklı tanımlayanlar her zaman var.

Asıl amaç, bu ülkeyi farklı düşünceleriyle, farklı din, dil ve etnik kimliğine rağmen bir arada tutmaya çalışan, herkese eşit haklar tanınmasını sağlamaya çalışan bir düşünceyi etkin kılmak olmalı.

Her ne kadar kişileri tartışmanın gereksiz olduğunu düşünsem de, İlhan Selçuk hakkında bir iki cümle kurmadan geçemeyeceğim.

Seksenlerde dünyaya gelmem ve hakkında çok da bir araştırma yapmamış olmama rağmen, son seçimlerde sırf karşı olduğu fikir iktidara gelmesin diye bir zamanlar tamamen düşmanı olduğu insanlara "ben onları affettim" demesi aklıma, "düşmanımın düşmanı dostumdur" cümlesini getirdi.

Müslüm Koyuncu - 12 Nisan 2008 (15:14)

Necdet bey, cumhuriyet ile mazisi olanlar ergenekon vesilesiyle ister istemez bir hesaplasmaya giriyorlar bu maziyle… Ben de bir zamanlarin cumhuriyet okuru olarak bu yazilari ilgiyle okuyorum elbette… O sebeple sizin yazdiklariniz, hem gülünc hem de acikli bir sahneyi canlandiriyor… Cok hos anlatmissiniz, sagolun…

Cokca güldüm okurken…

Kacakkova - 13 Nisan 2008 (12:57)

Hakkında bu kadar konuşmanın vakit kaybı olduğunu düşünsem de konuşmasak ne olacak. Her seferinde herkes piyon zaten, uğraşmayalım desek. Tarihimizdeki bazı örneklere kahkahalarla gülmek gerekse de içimize işleyen milliyet duygusuyla içimiz acıyor işte.

Hiç cumhuriyet gazetesi almadım ama internetten okurum bazen, her ne kadar vaktimi çalacak kadar içler acısı olsa da. Nasıl bu kadar çıkarcı nasıl bu kadar tahammülsüz olunuru öğrenmek için arada okunabilir. Ve 85 ine gelmiş bi adam nasıl hâlâ kendiyle yüzleşemez. Demek ki oldukça zor. Sizi tebrik ediyorum ve sebep ne olursa olsun dönüp yüzleşmeniz takdire şayan.

Benim için bir üniversiteli olarak bir tarihçi adayı olarak gerçek, içinden geçilen ama dokunulamayan bir ışık. Gerçeği gerçekten gerçek yapabileceğimiz ümidi veren bu gibi yazılar için şahsınızda tüm gerçekçi cesur yüreklere teşekkürler. Kral çıplak demekten korkmayalım. Zira biz olmazsak kral da olmaz ve kral bunu unuttuysa hatırlamalı.

Necmiye Karaman - 23 Nisan 2008 (02:33)

Kurulmuş saçmalıklara aranan çaresiz, edilgen çözüm önerileriyle doludur bu ülke. Uzun dağ çayırlarında tatil yapmak gerekir. Başka da bir şey yok. Yazı güzel yazar güzel.

Espapapapapam - 7 Mayıs 2008 (01:52)

Sanırım 1986 idi. Cumhuriyet'i, evet, bir kimlik gibi kıç cebimizde taşıyorduk. İstanbul Üniversitesi önünde özgür bir üniversite için açlık grevi yapıyordu öğrenciler. Yukarıda polis helikopterleri uçuyordu. Çevik kuvvet duruyordu sağda solda. Grevci olmayan bizler grevci öğrencilere sokularak, sohbet ederek dayanışıyorduk öyle. Grup Yorum'un "Büyü de baban sana işkenceler alacak" şarkısını söylüyorduk. Meydandaki ağaçların üzerine yaramaz çocuklar tırmanıyordu. Cumhuriyet gazetesi eylemi ne zaman haber yapacak diye bekliyorduk. Tam hatırlamıyorum şimdi Cumhuriyet ya haber yapmadı yahut kısa geçti yahut olay soğuduktan sonra ilgilendi. Bizler de on sekiz, on dokuz, yirmi yaşındakiler Cumhuriyet'e kırıldık. Nikaruga'dan haber alabiliyorduk da niye Beyazıt Meydanı'ndaki eylem haber olamıyordu… İşin içinde bir numara vardı… Neyse… En büyük ihtiyacımız özü sözü bir devrimciler ve devrimci kurumlar… Olmaz demeyin… O zaman olmaz gerçekten… Olur bence… Hatta olsun hemen…

Cüneyt Uzunlar - 11 Mayıs 2008 (11:51)

Yaziniz için sagolun, ama ben onyillar oldu, cumhuriyet gazetesi denince tapu daireleri ve karakol karisimi ürküntüye kapiliyorum… Hele de mustafa balbay türk tabipleri birligine ölüm oruçlari sirasindaki insana ve hekime yarasir tavrindan dolayi "türk tabutlari birligi" dedi ya… Darbecilerden bu hakareti duymamistik… Ömrümüzden çaldilar…

Cavit Olgun - 11 Mayıs 2008 (22:03)

Yaklaşık üç buçuk senedir Kadıköy-Karaköy vapur hattında gidip geliyorum. Bu vapurlarda, etrafına karşı özensiz, hoyrat, küçük dağları ben yarattım havasında gördüğüm kim varsa ortak özellikleri şu; yüzde doksanın elinde Cumhuriyet gazetesi var ve yüzde sekseni de kadın.

Fersan Cevriye - 5 Mart 2010 (12:22)

'Kim ne derse desin, İlhan Abi çekirdekten devrimcidir. O da her devrimci gibi, gazetenin yönetim kurulu başkanlığına (bazı müfterilerin "daha önce Kemal Horzum ve Banker Kastelli'nin falan avukatlığını yaptı" ve "hileli iflâs konusunda uzmandır" diye kara çalmaya kalkıştığı) değerli bir kişiyi getirdi.'

Çok merak ettim, o kişi Hüsamettin Cindoruk mu?

Mina - 8 Mart 2010 (21:53)

İlginçtir, benim babam katıksız bir Atatürkçü idi, hatta Atatürkçülük lâfına kızar ben "Mustafa Kemalci'yim, Atatürkçülük sonraki iş" derdi. Ama yine şaşırtıcı iş ki, babamı hiç Cumhuriyet okurken görmedim. Ben de abimin üniversite dönemindeki Cumhuriyet satın almaları dışında bir kaç kez alıp okumuşumdur. Ben hâlâ babam gibi Mustafa Kemalci'yim ama nedense hiç İlhan Selçuk Cumhuriyetçisi ve Deniz Baykal CHP'cisi olamadım. Babamın zamanında CHP'den(70'lerde) Belediye Başkanı olması bile beni Deniz Baykal'ın elitist CHP'si ve CHP'cileriyle aynı yolda buluşturamadı. Aynen Cumhuriyet gazetesinde olduğu gibi.

Sırf bundan sebep sizin Hızlı Gazeteci'yi bile siz oradan ayrıldıktan sonra kitaplaşan ciltlerinden okudum. Ondan öncesinde sadece bir kaç karesini görmüşlüğüm vardır. Bunları niye mi anlattım. Evimde bulunan Doğan Avcıoğlu'nun Türkiye'nin düzeni ciltlerine ve İlhan Selçuk'un Ziverbey Köşkü'ne rağmen kendimi onlardan hissetmiyor olduğum için. Ben ve benim gibi hâlâ Mustafa Kemalci ama İlhan Selçukların tarif ettiği Cumhuriyetle bağdaşmayan da bir kitle olduğundan dem vurmak için.

Sanırım hem sağ hem soldan pek çok yazar pek çok zavallıyı etkilediler ve ağlarına düşürüp yok ettiler. Gözünü açıp gerçeklere nail olanlarsa dönek yaftasını yiyiverdi. Bu arada daha bugün BBC'nin haberinde okuduğum başlığı size söyliyim mi: "Chavez diyor ki, Kapitalist sistemde demokrasi imkânsızdır." Sanırım benim sadece kişisel anadan doğma her şeye karşı yaradılışım kimseden yana olmamamı sağladı. Mustafa Kemal'e bile körü körüne saplantılı değilim çünkü. Bizi ne yapmalı şimdi?

Çağatay Öz - 23 Haziran 2010 (16:02)

E tabii Çelik de değişti… Cumhuriyet de… Daha da değişecek. Kafanı kuma göm göm göm, nereye kadar?

Bakınız, Uğur Mumcu'nun ağabeyi, avukat, Perinçek'in partisinin 2. Adamı Ceyhan Mumcu, onca yıl sonra neler diyor?

"Suikastı yapanlar ondan kurtuluyorlar. İkinci bir amaç da İran-Türkiye ilişkilerini bozmak. O tarihte doğalgaz anlaşması yapılacaktı, yapılamadı. Çok uzun seneler ertelendi. İlişkiler kopma noktasına geldi. Daha o gün saat 16. 00'da açıklama gelmeye başladı. Aynı gün İslâmî hareket operasyonuna başlıyorlar gibi söylemler çıktı. Biz öğrenene kadar, 'devletin yetkilileri böyle diyorsa doğru' diye düşündük."

"Failler yanlış yerde aranmış olabilir" (Cumhuriyet)

Durmuş Düşünür - 16 Kasım 2010 (12:03)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

101
Derkenar'da     Google'da   ARA