Patronsuz Medya

"Bana onun kellesini getirin!"

Necdet Şen - 30 Mart 2001  


Çeyrek yüzyıl evvel, ilk karikatürlerimin yayınlandığı sarı boyalı mizah dergisinin logosunda şöyle bir özdeyiş vardı:

"Politikayla uğraşmaz, politikacılarla uğraşır."

Çocuk denecek yaştaydık, algıladıklarımızı irdeleyecek ne hayat tecrübemiz vardı ne de doğru dürüst bir altyapımız; bu lâfta bir hikmet var sanırdık.

Televizyonlu yıllar yeni başlamıştı; her akşam ekranın karşısındaki standart koltuğuna yerleşip, ekranda kim görünürse görünsün küfürü basan babamı izler ve onun birike birike katmerlenmiş öfkesini anlamaya çabalardım. Sanki tüm insanlık ve tüm acı deneyimleri siyah beyaz ekranda gözlerinin önünden geçiyor, babam sırayla hepsini kalaylıyordu.

Öfke bağımlılığı olan insana soru sormanın pek anlamı yok. Çünkü o haklıdır! Konu nedir bilemezsin ama o gene de haklıdır. Niye mi? Çünkü HAKLIDIR da ondan! O halde "öteki"nin payına "haksız" olmak düşer. Çocuk ruhlu toplumun bireyleri doğuştan "haklı" oldukları için, ya onlardan yanasındır ya da DÜŞMAN…

Babamın belli ki sızım sızım sızlayan derin yaraları vardı. "Aaah bir atomum olacaktı ki!" dediğini işitirdim sık sık. Sonra eliyle yerkürenin üzerine nasıl güm diye atacağını tarif ederdi:

"Sallardım dünyanın tepesine, gebersin hepsi!"

Renkli televizyon yıllarına gelindiğinde, insanlık henüz babamın bombasıyla yok olmamıştı. Ama kendisi öfkeden faltaşı gibi açılmış gözlerini son kez kapatmış, Karacaahmet'teki istirahatgâhında, babası merhum Rıza beyin yanıbaşına uzanıvermişti. Kendini ve diğerlerini bağışlayamadan geçip gitmişti bu hayattan.

Annem artık renkli yayına başlamış olan televizyonun karşısında yalnızdı. Yıllar geçtikçe daha da ağır işitmeye başlayan kulaklarından dolayı sesini sonuna kadar açtığı televizyonun karşısında "güümm! şaaakkk! aarrrgghhh! gebeeerrr!" nidalarına gark olarak Cüneyt Arkın filmleri seyrediyor ve filmin son sekansındaki öç alma sahnesine gelindiğinde "oooh, vur, öldür, elini seveyim!" diye Mamçakoğlu'na gaz veriyordu.

"Anne o ne biçim konuşma öyle?" diye kınadığımda da "oh olsun! yapmasaydı o da o kadar kötülük!" diye savunuyordu sözlerini.

Çoğu sinema seyircisi gibi o da bir buçuk saat boyunca bu son sahneyi görmek için oturuyordu orada. Sanırım, son beş dakikadaki katliamı izleyenlerin nazarında meşru kılmak içindi filmlerdeki son anlara kadar olan tüm gaddarlıklar. Bu tür filmler, final sahnesindeki gerekçelendirilmiş sadizm adına seyrediliyordu belki de.

* * *

Neden mi hatırladım şimdi bunları durup dururken?

Birçok nedenden dolayı.

Biz insan neslinin en kadim vasıflarından biri de, krallar yaratmak ve sonra onun kellesini bir mızrağa geçirip sokak sokak gezdirmektir sanırım.

O nedenle mi bilmem, ne zaman bir iltifata maruz kalsam bir yanım eriyip biterken diğer yanım yusuf yusuf eder.

Çeyrek yüzyıllık çizerlik ve kıyısından yazarlık uğraşımda zaman zaman kendi yediğim nanelerden de ders ala ala, kafamı cam kapılara toslaya toslaya bazı ufak şeyler sezinlediğimi zannediyorum:

Kendisi modernist-alafranga önyargılarla büyütüldüğü için, hayatın tek mutlak gerçeği olarak bunu görüp, her İslâmî kıpırdanışın ardında dış mihraklı hain bir komplonun taktik uzantılarını vehmeden ve "onlar iktidara gelirse bizim kılık kıyafetimize karışır; öyleyse biz daha evvel davranıp onların bu kılık kıyafetle dolaşmasını yasaklamalıyız" sonucuna varan eş dost ahbap konu komşu…

Ramazanda oruç tutmayanı linç etme hakkını kendinde bulabilen kara yürekli softa…

"Bütün PKK'lılar ölmeden bu savaş bitmez" diyen faşist…

Kediden köpekten korktuğu için onları öldürmeyi doğal bir hak belleyen sevgisiz ödlek…

Kedi köpek sevse bile farelere, böceklere düşman olan, çevresinde en fazla üç dört canlı türüne hayat hakkı tanımayı da "temizlik, sağlık" kılıflarına uyduran modern kentli…

Dış dünya Türkiye'yi ne zaman kınasa bunu küffarın hain emellerine veren millîci… Ya da sanki kendisi -"çağdaş" diye tanımlamayı pek sevdiği- kapitalist dünyanın doğal bir uzantısıymış gibi, kendi halkını küçümseyen, kibarlık öğreten parizyen ve malûmatfüruş müstemleke aydını…

Kısacası, kendisini bir cemaatin doğal bir ferdî gibi ve o cemaatin değerlerini kâinatın tartışılmaz tek değer yargısı gibi algılayan ve "öteki" olarak damgaladığı herkesi oracıkta sorgusuz sualsiz infaz etmeyi meşru bir hak gibi gören herkes.

Öyle ki, bazen bu davranış en beklenmedik (daha doğrusu en olmaması gereken) alanlarda karşımıza dikiliveriyor. Örneğin, bilincimizin ayarını emanet ettiğimiz gazetelerin sayfa ve sütunlarında. Örneğin, onları kamu vicdanı adına eleştirmeyi iş edinmiş medya etiği konulu yayınlarda.

Kelle avcılığıyla ahlâk sözcülüğü arasındaki oynak sınırda yalpalaya devrile yürümeye çabalıyoruz. Bazen o tarafa bazen bu tarafa meylederek. Muhatabımızın "ar damarı çatlamış bir rezil" olduğu konusundaki kişisel -ya da kabilesel- kanaatimiz, bize onun kellesini koparıp, kalabalığın ayaklarına doğru fırlatma hakkını verir sanıyoruz.

Tıpkı onun da kendini ait hissettiği cemaat adına aynı şeyi yapıyor oluşu gibi.

Bir zamanlar bizim cemaatimizde barınıp, sonra diğer tarafa iltica etmiş olanlara duyduğumuz husumetin, aslında kendi ket vurulmuş sınıf atlama özlemlerimizden kaynaklanıyor olabilme ihtimaliyle yüzleşmeyi pek istemiyoruz.

En sıkı ahlâkçı tavırların altında, dahası, erdemli kişiliğimizin arka planında, belki de "suçüstü yakalanma" korkumuzun barındığı olasılığını kurcalamamayı tercih ediyoruz.

Tıpkı eşcinsellere karşı beslediğimiz derin nefretin arkasında içimizi gizli gizli kemirip duran "acaba ben de gizli bir hibne miyim?" endişesinin itici gücünün bulunduğunu kurcalamayışımız gibi.

Tıpkı "orospuları" dışlayışımızın temelinde orospuya ya da orospuluğa karşı taşıdığımız yasak eğilim gibi.

Tıpkı hırsızlara aman vermeyişimizin arkasında belki de başkalarının sahip olduğu nesnelere duyduğumuz derin imrenmenin, gasp etme arzusunun verdiği gizli suçluluk duygusunun da rol oynuyor olabileceği ihtimalini kurcalamayışımız gibi.

Sakatları, delileri, hastaları, yoksulları gözümüzün kör noktasına getirişimizin ardındaki "onlara benzeme" korkumuzun yarattığı panik gibi. Görmek istemediğimiz bu ucubelikleri ekrana taşıyan koca kafalı fırsatçı medya starını "gerzek" diye damgalayarak, aslında bize sergilediği dünyanın içimizde uyandırdığı marazî korkuyu bertaraf ettiğimizi sanmamız gibi.

Diğer insanlara yönelttiğimiz ithamların kaynağını kendi bilinç altımızın karanlık sularında aramamız gerektiğini es geçişimiz gibi.

İnsani değerleri ayaklar altına aldığını ya da örneğin gazetecilik etiğini hiç takmadığını düşündüğümüz kişilere karşı, onların üslubunu takınarak ve sistem sanki birkaç sütü bozuğun kişisel seçimi nedeniyle böyleymiş gibi bir manzara tasvir eden yazılar, karikatürler kaleme alarak, zaten had safhaya varmış olan zihin kirlenmesine bir fiskelik gürültü de biz eklemekten öte ne becermiş oluyoruz, bilemiyorum?

Aramızdan krallar yaratıp sonra da onların kellelerini şaşaalı törenlerle sokaktaki ezik kalabalığın ayaklarının dibine atmak, bizi vahşi batı filmlerinde sıkça gördüğümüz adamlara, kanun kaçaklarının başına konmuş ödülü cebe indirmek için haydut avına çıkan kelle avcılarının buradaki uzantılarına dönüştürebilir. Meğer ki kopardığımız kelle bizden daha acar bir kelle avcısına ait olsun.

Bunun örnekleri yeterince var zaten göz önünde. Sivriltilmiş bir kalemin gücü, zaman zaman hepimizin aklını çelebilir. Asıl erdem, o gücü onun değil, bizim ne yönde kullanacağımızı öncelikli olarak düşünmek. Tribünlere şirin görünmek adına "meşhur rezillerin" kellesini koparma yarışında ön saflara atılabiliriz. Damarlarımızdaki öfke ateşinin beslediği hevesle gladyatörlüğe soyunabiliriz. Ekranlardan ya da sütunlardan uzattığımız parmağımızı birilerinin gözüne soka soka manevî linçler başlatabiliriz.

Ama, başkalarına erdem dersi verirken, kendimizin bir cemaat sözcüsü ya da cellât konumuna düşme tehlikesini de hesaba katmak gerekebilir.

Yorumlar

Farkındayım, bugünlerde "malûm" bir konu üzerinde benim ne yazacağım (ya da bir şey yazıp yazmayacağım) merak ediliyor.

Açıkçası, günlerden beri ben de bu konuyla yatıp bu konuyla kalkıyorum. Oturup yazıyorum bir şeyler, "çok uzun oldu" deyip çöpe atıyorum. Başka bir tane daha yazıyorum, "olmayacak yerlere çekilir" deyip onu da atıyorum. Ne yazsam, içime sinmiyor, meseleyi hakkıyla derleyip toparlayamıyormuşum gibi geliyor.

Sonunda yukarıdaki yazıyı hatırladım. Tam 10 yıl önce, kim bilir hangi benzer herzeden etkilenip, tüm zamanların klâsiği sayılabilecek bu olguyu yorumlamışım zaten.

Bugünün menüsünde de bir yenilik yok.

Sıkıştığında "ben yazmadım miki yazdı" gibi bir bahanenin ardına sığınıp aradan çekilmek için gerisini tahkim eden, mutad hezeyanlarını kim bilir kaçıncı kez bu hakirin eserini kaynak göstererek yineleyen hokkabazı geçiyorum. Amelinden kendisi sorumludur. Yapıştığı kâğıttan bir türlü kurtulamayan ama yine de umutsuzca kanatlarını çırpıp duran aç bir sineğe benzemektedir nazarımda.

Beni asıl irkilten, üzen, bu kişinin çalıştığı gazetenin patronuna tehdit kokulu mektuplar döşenen köşe kahramanları. "Yergi" aşamasını çoktan geçmiş ve "defter dürme" katına yükselmişler. İnfaz timi ruhuyla kalem oynatıyorlar.

Vitrinde (ve ilgi odağı) olmanın şehveti gözlerini feci şekilde kamaştırmışa benziyor bu taifenin. Kılıçlarının keskinliğini sınamak için bulunmaz bir fırsat yakalamış, öldürücü darbeyi vurmak için öne atılıyorlar.

Bu hamleleri, kuşku yok ki onların meslekî kariyerlerinde de parlak bir basamak olacak.

Gazaları mübarek olsun. Kurbanın kanını alınlarına sürmeyi de unutmasınlar.

Onlara buradan "kalkıştığınız güç gösterisinin sizi şimdiden çürütmeye başladığını göremiyor musunuz" diye sormanın faydası yok; işitmezler. Tribünlerdeki coşkulu uğultu kulaklarını tıka basa doldurmuş.

Bir gün onlar da yorulacak, içleri ekşiyecek adam akıllı, onlar da hıncallaşacak, enginleşecekler. İşte o zaman, bir kenarda sırasını bekleyen, daha genç, daha hevesli, daha kana susamış bir kuşağın kurban töreninde orta sıçan olma sırası onlara gelecek. Bir klavye sürçmesi yetecek bunun için.

O güne kadar, bırakalım, arenadaki iktidarlarının sefasını sürsünler.

Necdet Şen - 5 Mart 2011 (22:09)

Bazen hiç bir şey yapmamak/yazmamak her şeyi yapmak yerine geçer. İşte içinde bulunduğumuz bu dönem zannediyorum böyle bir dönem. Yapılacak yorum, yazılacak yazı ya da yapılacak eylem sadece Necdet Şen'in tabiri ile ana akım lâğımının işine yarayıp onu zenginleştirebilir. Bırakalım bu döngüyü sürdürmek isteyenler sürdürsünler. Kelleler kopsun. Mızrakların ucunda gezdirilsin.

Ahmet Faruk Yağcı - 6 Mart 2011 (08:31)

Gerçekten ilginç bir dönemden geçiyoruz. Bu döneme tanıklığımızın gayet kıymetli olduğunu görüyorum. Fakat bütün bu olan bitenlere sabır göstermek kadar, sergilenen oyunlarda aidiyet duygusu bulmuş ve yitirdiği şeyin öfkesinden gözü dönmüş trajik kişiliklere, onların saldırganlığına da can dayandırmak lâzım ki, işte onun için Allah sabırlar versin her birimize.

Deniz - 6 Mart 2011 (15:38)

Sert bir kavga sürüyor. Aksi ihtiyarı bazen çok sert bulsam da, her söylediğine "hah olmuş" demesem de seviyorum. Herkes kendisi söz konusu olduğunda bütün ilkelere sonuna kadar bağlı ama ötekine vurmak için her yolu mübah görüyor. Hem "kavgada tokat sayılmazmış" ı düstur edinip hem de "vay tokat yedim" diye bağıranlara bakıp gülümsüyorum.

Vahap Demir - 7 Mart 2011 (17:28)

Ben meramımı açık seçik anlatabildim sanıyordum ama demek ki tam netleştirememişim.

10 yıl önceki yazıda da altına yazdığım yorumda da asıl dikkat çekmeye çalıştığım nokta, falanca ya da filânca kişinin üslubunun "onaylanabilir" olup olmayışı değil. Bu ayrıca tartışılabilir. Tabii hiç birimizin fetva ve standart belirleme mercii olmadığımızı aklımızda tutarak.

Hatırlatmak zorundayım; esas mesele, bazı sütun sahiplerinin, kendilerinin de birer kalem işçisi olduklarını unutup, gazete patronlarından yazar kellesi isteyebilecek kadar fütursuzlaşmaları, yazarlığın aynı zamanda bir vicdan işçiliği olduğunu unutup, "adam asmaca" oyununa dönüştürmeleri.

Bunların bazılarının hem de Fatih Altaylı'nın yönettiği gazeteden "terbiye" raconu kesmesi ise tam bir kara mizah örneği. Engin Ardıç yarın köşesinde "avukat Eren Keskin'e cinsel tacizde bulunmayı düşünüyorum" ya da "Rojin'i seks kölesi olarak kullanmak istiyorum" diye yazsa, bu onur timsali hanımefendi yazarların dilleri nerelerine kaçar acaba?

* * *

Ben asıl şu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum:

Son yıllarda ne oldu da gazete yazarları bu kadar keskin bir kutuplaşma ve birbirlerini yoketme, silme, bitirme hırsıyla kalem oynatır oldular?

A) Yazarlar militanlaştılar ve bağnazlaştılar.

B) Yaza yaza yoruldular, ruhları ekşidi, hepsinin içinde katmer katmer nefret birikti, bu nefreti boşaltıyorlar. (Tabii ki dişlerini geçirebilecekleri "etli" kişilere.)

C) Bu matbuat bu kadar çok yazarı kaldırmıyor, pek çoğu elenecek. Eleğin altına düşmemek için etlenip butlanma yarışındalar. Arenadaki gladyatörleri gibi, birbirlerini doğrayarak hiç değilse bugünü kurtarmaya çabalıyorlar.

Bu şıklar tabii ki daha da çoğaltılabilir.

Necdet Şen - 8 Mart 2011 (13:02)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

463
Derkenar'da     Google'da   ARA