Patronsuz Medya

Peki ama ne yapmalı?

Necdet Şen - 9 Ekim 2016  


Neyse, uzatmayalım… Sene 1990, belki 91, 92… Epey eski bir zaman…

Biz, aynı gazetede çalışan birkaç kişi, bizden yaşça büyük çizer dostun sarı vosvosundayız. Kadıköy iskelesinde inip o yakadaki evlerimize dağılacağız. Aydınız ya, yol boyunca yaptığımız sohbetin konusu doğal olarak siyaset.

O aralar iki dünyayı ayıran Berlin Duvarı yıkılmış, maçı kazanma iddiasındaki Sovyetler Birliği, başının tepesinde kuş kakası olan şarkıcı lider tarafından dağıtılmış, diğer takım sahada tek ve rakipsiz kalmış. İçine doğduğumuz, şekillendiğimiz Soğuk Savaş, yerini tek kutuplu bir dünyaya bırakmış.

Çizer ağabeyimiz iyimser. Artık "küresel bir barış çağına" girdiğimizi söylüyor.

İşlek zekâsına ve birikimine ne kadar hayranlık duysam da itiraz etmekten kendimi alamıyorum.

- "Ben pek o kanıda değilim" diyorum, konuyu alevlendirmemeye çalışan düşük profilli bir tavırla. "Bence, önümüzdeki dönemde olacak olan şey barış içindeki bir dünya değil, her yerde patlak verecek ve biri bitmeden diğeri başlayacak olan yerel savaşlar, katliamlar, itiş kakış. Neden dersen, o güne kadar araziyi kendi aralarında bölüşmüş ve her biri kendi mıntıkasını kontrol altında tutan iki baskın gücün zapt ettiği tüm ertelenmiş davalar bir bir ortaya dökülecektir. Maalesef. Umarım yanılırım ama asıl patırtı ve kan gölü bundan sonra."

Aklımda kaldığı kadarıyla bunun gibi bir şeydi söylediğim. Ses tonumda ya da meşrebimde bir tartışmacının olmazsa olmazı olan hararet ve kanırtan ısrar olmadığı için olsa gerek, konuşma uzamadı. Ya da belki söylediklerime aklı yatan, hatta üzerinde düşünülmeye değer bulan olmadı. Mevzu kendiliğinden kapandı.

Geldik bugüne…

Zaman içinde haksız çıkmayı çok isterdim gerçekten de. Ama o günden bu güne geçen çeyrek yüzyıl boyunca olan biten ortada.

Peki neydi o arabadaki kültürlü insanların arasında dünyanın nereye doğru gittiğini sezebilen tek kişinin ben oluşunun sebebi? Müneccim miydim? Ya da dahi filân mı? Ya da bir yerlerden kopya mı çekmiştim?

Hiç biri. Aramızdaki tek bariz fark şuydu sanırım: Onlar düzenli gazete okuyorlardı.

Hayatın hakikatini süreli yayınların satır aralarında, bence yanlış yerde, hem de olabilecek en yanlış yerde aradıkları için, doğal olarak kafaları karışıktı ve yönlendirilmeye açıktılar.

Kafaları karışıktı; çünkü haber bültenlerinden fıldır fıldır akıp geçen her şeyi -belki daha sonra, bir müsait zamanda, kafa yormak ve anlamak üzere- belleklerine istifliyor ve bu kesintisiz haber ve yorum sağanağından gözlerini ve kulaklarını bir türlü ayıramadıkları için, eski öğrendiklerini didiklemeye sıra gelmiyordu.

Bu odaklanma, onları her konuda malûmat sahibi yapıyordu yapmasına da, ayıklanıp detaya indirgenmiş, yeniden bir bütün içine yerleştirilip yorumlanmaları daha da zorlaştırılmış o yapboz parçaları, saçıldıkları yerde ilelebet dağınıklığa mahkûm kalıyordu.

Tam da şu örneği vermenin sırası: Gözüne ilişen her türlü ıvır zıvırı dayanamayıp satın alan, evine yığan, zamanla o eve sığamayınca daha büyük eve taşınan, sonra oraya da sığamayıp daha büyüğünü aramaya başlayan ve bu spiral benzeri süreç içinde bunalan bir arkadaşım var. Tanıdığım -neredeyse- herkesin zihni, işte bu arkadaşın evine benziyor. İçinde ne ararsan var; anlam ve dinginlik dışında. Her tarafa tıkıştırılmış kıvır zıvır yüzünden kımıldamak bile mesele orada.

O arkadaşım şimdi ne mi yapıyor?

Artık kendi de sığamıyor eve. Kendi içine de sığamıyor. O etkinlik senin bu söyleşi benim seğirtmeye devam. Kalan zamanlarında da dükkân dükkân geziyor eve tıkıştıracak başka şeyler bulabilir miyim diye.

Huzur?

Kim kaybetmiş ki o bulsun?

(Bu arada, "senin arkadaşa söyle de bir psikoloğa falan görünsün" diyecek tatlı çocuklara çıtlatayım; o zaten psikolog.)

Kaldı ki konu, bu arkadaşımın mütemadiyen daralma bunalma ve o halet-i ruhiyeyi -içeriği hayli genişletilmiş- mecazi bir tıkınmayla def etmeye çalışması da değil.

Konu, neredeyse tamamımızın duçar olduğumuz "ne olacak halimiz" hastalığının devasını, dönüp dolaşıp bize o hastalığı bulaştıran yerde (haber bültenlerinde ve köşe yazılarında) arıyor oluşumuz.

Bir örnek daha vermezsem şişerim. Eğer çizgi yeteneğim olsaydı şöyle bir karikatür çizerdim:

1. kare: Sıkıntılı bir kişi. Başını kaşıyarak "bişey yapmalı" diyor.

2. kare: Aynı kişi, daha da sıkıntılı. Sesini yükselterek "bişey yapmalı" diyor.

3. kare: Yine o. Bilgisayarının başında. Sosyal medyaya "bişey yapmalı" diye yazıyor.

4. kare: Aynı kişi. Yorgun bir tavırla kanepeye serilmiş, bize bakarak "daha ne yapiym ki" diye soruyor.

Gözümüzün önünden fıldır fıldır akarak zihnimize doluşan her türlü malûmat da sonuç itibariyle bu muhayyel karikatürdeki kişilik modelini sonsuz sayıda kopyalıyor. Kesintisizce can sıkıcı haberler yayınlayan bir muhalif medya ve bir gün öncesinin haberine atıfta bulunarak "yazıklar olsun" diyen kanaat önderleri…

Daha da ironik olanıysa, bütün bunları okuyup hıfzedip birbirine tekrarlayan ve hep bir ağızdan "yazıklar olsun" diyerek birbirini bilinçlendiren tek tek bireylerden oluşmuş müzmin mutsuz bir KAMUOYU.

İçtiği her sigarada ya da içkide "ama bunun lezzeti bir öncekinden farklı" diyen (öyle zanneden) bir bağımlının tavrından ne farkı var bunun?

Hep bir ağızdan öğreten ve hiç dinlemeyen toplumun olup olacağı da bu zaten. Başka ne bekliyoruz?

Şu gazeteleri ve internet sayfalarını dolduran maaşlı-maaşsız yorumcu kalabalığının arasında sahiden dişe dokunur lâf edebilen kaç kişi var acaba? (Haramileri ve onların hınk deyicilerini adamdan sayıp herhangi bir genellemeye dahil etmiyorum. Sadece "ne olacak memleketin hali" sorusunu içtenlikle ve içi sızlayarak soranlar bahis konusu burada.)

Asıl sorunumuz ne recep ne şaban ne ramazan. Tamam, o da sorun tabii ki. Hem de en beteri. Kuyruklu belâ. Ama bir başka sorun daha var ki, esas kurtuluş bunun da çözülmesine bağlı.

Onun adı, kafa karışıklığı. Daha nezih bir dille söylersek, beyin cıncıklaması. Yani alıklaşma. Evlerimizdeki mütemadiyen açık tutulan televizyonlardan ve avuçlarımızın içinden hiç ayırmadığımız ultra pahalı androidlerden aypedlerden taşıp aklımızın derinliklerine sızan çöp bilgilerden oluşmuş nafile bir yığıntı. Ben diyeyim trash, sen de tıraş. Boş lâf. Gürültü. Hem de öyle bir gürültü ki, bütün o darmadağınık notaları birleştirip de anlamlı bir melodiye dönüştürebilene, yapbozdaki büyük resmi görebilene aşk olsun.

Bilginin ve yorumun bu kadarı, aslında gerçeği görünmez kılmanın post-modern versiyonu.

İletişim kuramcısı Neil Postman, enformasyonun bağlamından soyutlandırılarak bir bakıma anlamsızlaştırılmasını, ilk olarak telgrafın ve sonra fotograf makinasının ve art arda sökün eden diğer kaydetme-yayma teknolojilerinin icat edilip dolaşıma sokulmasıyla başlatıyor. Böylece, kavramların minik kırpıntılar halinde ve herhangi bir anlam oluşturacak sıra izlemeksizin (gelişigüzel) iletilmesiyle, bağlamından soyutlanmış olduğunu, dolayısıyla da anlamın güme gittiğini anlatıyor. (Düşün ki bunları yazdığı sırada daha internetti sosyal medyaydı falan yok.)

Bu rekabet ortamında parçalara ayırılarak üst üste yığılıverilen bilgi kırıntıları, her duvarı ayrı yankılanan bir salonda yapılan konuşmaların toplamı gibi, kakofonik ve zihin yoran bir iletişim ortamı yaratıyor.

Ve biz, her birimiz, kendimizi "konfor" diye yutturulan bu anaforun içine bayıla bayıla bırakan iradesiz ve idraksiz kişiler olarak, sonsuz bir kandırılma, kuru lâkırdının ardı sıra sürüklenme ve bu boşluğun yarattığı açlığı daha çok boş lâkırdı yutarak -ve geviş getirerek- gidermeye çalışan mutsuz ahmaklar olmaktan fazlasını beceremiyoruz.

(Bu arada, "geviş getirmek" sözünü hakaret olsun diye kullanmadım. Ağzımızda fikir diye gevelediğimiz sözlerin ekseriyetinin alel acele yutup bilâhare ağzımıza geri çağırdığımız köşe bilgiçliklerinden oluştuğunu hatırlatırım.)

Zihnimize saldırıp duran o "konfordan" vazgeçemeyerek üst üste yığılmasına izin verdiğimiz -ki çoğu propaganda olan- o haber ve yorum döngüsünü kırabilmemiz için, öncelikle ne biçim bir tuzağa yakalandığımızı idrak etmiş olmamız gerekirdi. Ettik mi peki?

Şöyle izah edeyim: Örneğin, ben bunları niçin eş dost çevremde ya da televizyondaki bir tartışma programında konuşarak değil de okuyanı olup olmadığı bile meçhul olan ıssız bir mecrada yazarak anlatıyorum? Çünkü biliyorum ki (ah, kahrolası tecrübe) bu sözleri karşımda oturan, hatta diyelim ki aklıma fikrime pek meftun ve benden bir şeyler öğrenmeye pek hevesli birine anlatmaya kalkacak olsam bile, asla konuşmanın burasına kadar gelemezdim. Çünkü karşımdaki gözlerinden zekâ, gözeneklerinden bilgi fışkıran ve bunu bana da onaylatabilirse mesut olacak olan o muhatabım, her cümlemin sonunda "ama" diye lâfa girer ve televizyondan işittiği ya da internetten okuduğu sade suya tirit bir ayrıntıyı araya sokuştururdu.

Belki de öyle değildir, belki ben de yaşlanan her canlı gibi gitgide önyargılı birine dönüşüyorumdur. (Ya da -yukarıda da çıtlattığım üzere- çoğunluğa önyargı gibi görünen o şeyin adı belki hayat tecrübesidir.)

Ama şunu keşfettiğimi sanıyorum. Sabah akşam "bu memleket battı, batıyor" demenin ve bu kısır klişeyi bıkmaksızın tekrarlamanın çözüme bir faydası yok. Bu lâkırdılar ne bizi daha aktif ve tuttuğunu koparan birileri yapıyor ve ne de iktidarı gasp etmiş bulunan zevatın zerre kadar umurunda.

Teknenin ortadan yarıldığını, battığını, hep beraber battığımızı söylemenin de somut bir faydası yok. Her şey ortada değil mi zaten? Bel hizasına kadar suyun içinde ve ıslağız. Hep bir ağızdan "batıyoruz" diye haykırsak bile kaptanın kulak asacağı yok. Kaldı ki aramızdan bazıları da gözüyle gördüğüne değil, kaptanın ağzından çıkan söze inanıyor. O insanlara da "ama batıyoruz ki" demenin yararı yok.

Sözün bu kadar anlamsızlaştığı, hiçleştiği, iletişimin neredeyse tümüyle ortadan kalktığı, iletişim aracı diye bilinen nesnelerin ve yöntemlerin tamamına yakınının muktedirin elindeki borazana dönüşmekle sokak aralarında keklik gibi avlanmak arasında kaldığı, ağlaşmanın, ilenmenin, mucize beklemenin ve gazete başlıklarında mucize belirtileri aramanın faydasızlığının ayan beyan olduğu bir zaman dilimi bu. Ayıplama, akla izana davet etme duraklarının çoktan geçildiğini, şu anda balta girmiş bir ormanda dolandığımızı ve karanlığın çökmekte olduğunu idrak etme zamanı.

Dünya artık bildiğimizi sandığımız eski dünya değil. Ülkemiz de. Yutup yutup geviş getirdiğimiz eski retorik posa oldu. Başka bir şeyler oluyor. Sadece burada değil, neredeyse her yerde güçlü akıntılar, en ağır tekneleri bile palamar çözdürüp tanımadığı bir yerlere sürüklüyor. Biz bu kaynaşmanın neresindeyiz, bizi ne bekliyor, anlamaktan ve tutarlı bir sözdizimi içine oturtup yorumlamaktan aciziz.

Kanaatimizi soran da yok zaten. İrademizi yansıtacağımız, süreci yönlendirebileceğimiz demokratik seçeneğimiz de varmış gibi görünmüyor şu aralar. Bizi temsil eden, hukukumuzu savunur, önümüze düşüp, kalkın gidiyoruz falan der belki diye vekâlet verdiğimiz, ama sanki İsveç'te yaşayan bir ecnebî gibi kayıtsızca olan biteni seyreden parti liderlerimiz, aslında falanca devlet biriminin bordrolu ajanı olabilir mi gibi seçenekleri irdeliyoruz.

Durup durup hatırlatıyorum, bir baskı daha yapayım. Voltaire'in "Candide" romanının sonlarına doğru, dünyayı dolaşan roman kahramanı, Üsküdar'daki bir dervişin kapısını çalar ve ona hayatın sırrını sorar. Dervişin cevabı biraz nobran ve fazlasıyla yalındır:

- "Sana ne bunlardan? Padişahımız Mısır'a bir gemi gönderse, geminin ambarındaki farelerin akıbetini umursar mı?"

Kimbilir, belki biz, o ambardaki fareleriz. Hayatın sırrını haber bültenlerine ve tartışma programlarına bakarak çözmeye çalışan. Belki de okuyup edip çiğnemeden yuttuğumuz onca malûmatın sonunda, ufkumuz gene de ambarın duvarlarıyla sınırlıdır. Birbirimize bıkıp usanmaksızın ambarın duvarlarını anlatıyor ve bunu dünya ahvali sanıyoruzdur. Belki piyasadaki para akışını sağlayan kılcal damarlar olmak dışında hiç bir değerimiz ve sonuç üzerinde dişe dokunur bir etkimiz yoktur. Belki "kamuoyu" sözü son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir yatıştırıcıdan ibarettir.

Ne yapsak acaba? Şu aptallık mayası televizyonlara daha az baksak, o telefonları arada sırada kapatıp evde bıraksak, daha az vıdıvıdı ve daha az esef etsek, "sosyal" medyada bayrak sancak videosu paylaşmak, ona buna lâf çakmak yerine, parklarda bahçelerde buluşup, müzikten, sinemadan, edebiyattan falan söz ettiğimiz sohbetlere dalsak. Az konuşup çok dinlesek, hatta birlikte sussak… Sorumsuzluk mu olur? Memleket daha hızlı mı çirkefleşir? Biz daha mı az "bilinçli" oluruz?

Pardon! Sıktığımı fark etmemiştim. Bay bay, ben kaçtım. Kumanda sehpanın üzerinde.

Yorumlar

Ben de sık sık Kasandra Kompleksine yakalanırım. O yüzden yorgunum, çaresizim ve susuyorum. Şimdi müzik dinleyerek resim yapmaya gidiyorum.

Lütfen daha sık yazın. Sizi ve buradaki yazarları sınırsız bir keyifle okuyorum. Yeni bir yazı var mı diye sık sık bakınıyorum.

Şimdiye kadar yazılan tüm yazılar için de herkese teşekkür ederim. Sizlerden çok şey öğrendim.

Nurdan Kılıç - 9 Ekim 2016 (22:39)

Sevgili Necdet!

Yazının aslında tamamı içimizi acıtacak içerikte. Ama iki yerde içim 'cız' etti: Birisi, "Ben bunları niçin eş dost çevremde ya da televizyondaki bir tartışma programında konuşarak değil de okuyanı olup olmadığı bile meçhul olan ıssız bir mecrada yazarak anlatıyorum?" dediğin yer. Diğeri de "Dünya artık bildiğimizi sandığımız eski dünya değil. Ülkemiz de…" diye başlayan paragraf.

Sabırsız, dinlemeyi ve okumayı sevmeyen bir toplumuz biz. Zaten etrafa bakınca, trafikte, okulda, iş yerinde net bir şekilde görüyoruz.

"Bağlamından soyutlaşmış kavramları" televizyonlardan, adı batasıca 'sosyal medya'dan takip etmeyi marifet saydığımız için derli toplu yazılmış fikirleri okumaya sabrımız yok.

Sen yaz dostum. Ben okuyorum. Biliyorum ki okuyan var. Bu gün değilse yarın, biz göçüp gittikten sonra bile, bunlar tarihe düşülmüş notlar olarak kalacaklar.

Emniyet şeridinden gidenlere kızdığım zaman oğlum hep "ama bak onlardan daha fazlası şeridinde gidiyor" der.

Haklı!

Melih Özel - 11 Ekim 2016 (13:51)

Merhaba Necdet,

İlgiyle ve sozünü kesmeden okudum, sonuna kadar.

Aklıma, Sevgili Ali Türkan'ın yazılarından birindeki sözü geldi; 'ne zaman kendimle ilgili bir şeyden bahsetsem, aaa ben de diyerek sözümü bitirmeme engel oldular. O zamandan beridir anlatmıyorum bir şey'.

Onun bu sözüne her geçen gün daha da hak veriyorum.

Konuşmuyor ve konuşturtmuyoruz kimseyi. 'Akıl verme' diye başlayan cümlelerimizle en akıllı olanın biz olduğumuzu da dikte ettiriyoruz karşımızdakilere.

Bazı günler haber okumama rejimi yapıyorum ama sonrasında olaylar o kadar birikmiş ve karmaşık olmuş oluyor ki bu da ayrı bir karmaşa yaratıyor.

Burası öyle kenarda köşede kalmış bir site değil, Melih beyin de dediği gibi sen yaz biz okuyoruz.

Kalemine sağlık.

Sevgi ve selâmlarımla.

Alper Uzun - 12 Ekim 2016 (23:47)

Sayın Şen;

Ne güzel tanımlarla özetlemişsiniz.

"Başka bir şeyler oluyor. Sadece burada değil, neredeyse her yerde güçlü akıntılar, en ağır tekneleri bile palamar çözdürüp tanımadığı bir yerlere sürüklüyor. Biz bu kaynaşmanın neresindeyiz, bizi ne bekliyor, anlamaktan ve tutarlı bir bağlam içine oturtup yorumlamaktan aciziz…"

Zihninize bereket…

Fakat hâlâ daha önceki yorumda yönelttiğim, biz bu yazıları tek bir "tık"la daha fazla insana ulaştırabilme seçeneğine sahip miyiz soruma bir cevap vermediniz…

İyilik dileklerimle…

Murat Örem - 13 Ekim 2016 (00:52)

Murat Örem'in sorusuna -bu mecmuanın teknik kalfası olarak- ben açıklık getireyim.

İnternet yayınlarının standart özelliği haline gelmiş olan "sosyal medyada paylaş" butonları birkaç sene evvel, okur isteği üzerine, Derkenar'a da konulmuştu. Ne var ki, sitede yer aldığı haftalar boyunca hemen hemen hiç kullanılmadığı için, sayfada kalabalık yapmasın diye kaldırıldı.

Bana sorarsanız, beğendiği yazıları sosyal medyada duyurmak isteyenler için böyle butonlara ihtiyaç yok. Sahiden paylaşmak istiyorsak, tarayıcının adres çubuğundaki kısayolu kopyalayıp o sitedeki "paylaş" kutucuğuna yapıştırmak birkaç saniyelik iş.

Ayrıca, bu "on beş dakikalığına meşhur olma" çağında kendi sıramızı savdığımızı, kapı önlerinde biriken ve dikkat çekebilmek için zıp zıp zıplayan hevesli kalabalığın arasından ayaklarımızın ucuna basarak uzaklaştığımızı, siz de dahil tüm vefalı dostlarımızın çok iyi bildiğinizden eminiz.

Gene de "daha çok kişi okusun" diye düşünenlere "sakın haa" demiyoruz. Yöntemini az yukarıda tarif ettik.

Büdütör - 13 Ekim 2016 (11:19)

Dolgun bir buğday başağı gibi, başı önde eğik olarak, kendini sorgula (ya) mayan aydınları olan toplumlar, insan bencilliğinin en şişmiş biçimi olan kapitalizmin son aşamasına karşı duramazlar. Sonuç olarak; bu çağda yaşanan tüm 'insan dışı' olaylar, insanlara dünya çapında gelecek olan tokatın yelleridirler. İnsanlar, tokat yiyince iyi öğreniyorlar.

İyi uykularına devam etsinler…!

Bu tokadın da, aşkın tokatı olacağını, bazıları bilirler…

(yazılmasaydı da olurdu)

İsmail Sabaz - 17 Ekim 2016 (01:41)

Dün bir şekilde aklımdan geçti Hızlı Gazetecı ve Bacı'nın hikâyesi. Sonra merak ettim bugün de var mı hala, devam ediyor mu bir yerlerde diye bakındım internette ve öyle buldum bu siteyi… Bir çok şeyin kaybolup gittiği bu günlerde eski bir tanıdığa rastlamak gibi…

Artık bir gözum burada olacak yeni bir yazı var mı diye… Umarım yitip gitmez, daha uzun yıllar devam eder bu patronsuz gazete…

Tulay Hancar - 27 Aralık 2016 (17:39)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

48
Derkenar'da     Google'da   ARA