Patronsuz Medya

Çizgi Roman diliyle Siyaset algısı

Necdet Şen - 12 Mayıs 2008  


Hiç sigara içmedim. İçkiyle de aram gayet mesafeli oldu.

Neden? Çünkü Tommiks ağzına içki ve sigara sürmüyordu.

Ergenlik çağımda kızlara ölüp biterken, bir yandan da onlardan kaçak kaçak kaçıyordum.

Niye? Çünkü Tommiks de Suzi'nin ilgisinden utanıyor, kaçıyordu.

Dünyada iki tür insan vardı: Kahramanlar ve haydutlar. Öyle öğrenmiştim çizgi romanlardan.

Otuzlu yaşlarımın ortalarına geldiğimde, hayatı hâlâ çizgi roman kurgusuyla algıladığımı, kitaplardan edindiğim alabildiğine dogmatik ve yalınkat bir düşünce sistematiğini erke dönergeci gibi tekrar tekrar ürettiğimi fark ettim.

Bilincimin dümeni benim elimde değil gibiydi; başkaları vardı onu istediği yöne kıran. İpin ucundaki püsküle odaklanmış yaramaz bir kedi yavrusu gibi bir o yana bir bu yana seğirtiyor ve her seferinde fare tuttum sanıyordum.

Kronik bir suçluluk duygusuydu her halde davranışlarımın altında yatan. Ama ben bunun farkında değildim.

Peki ama neden suçlu hissediyordum kendimi?

Çünkü hayatı ve olayları "iyilik ve kötülük" ya da "suç ve ceza" zıtlıkları üstünden okuyor, başıma gelen her tatsız olayı o an için henüz kavrayamamış olduğum bir kabahatimin taksiratı olarak algılıyordum.

O kadar yüksekteydi ki kendim ve herkes için koyduğum hal ve tavır çıtası, ne kadar zıplarsam zıplayayım bir türlü öteki tarafa geçmeyi başaramıyor, hep "eksik" olan tarafta kalıyordum vasat çoğunlukla birlikte.

Daha akıllı ve baliğ olmadan, rol modeli olarak Tommiks'i seçmiştim. Fazlasıyla didaktik ve dik biri olup çıkıvermiştim. Çizgi roman kurbanıydım.

İşin ironik yanı, bizatıhî kendim de bir çizgi romancıydım artık. Tommiks beni sadece kendisinin bir kopyası yapmakla kalmamış, bir de o kültürel kodların taşıyıcısı ve uygulayıcısı olmam için ikna etmişti.

Çizgi romanlarımdaki dil, becerebildiğim kadarıyla, alışılmış çizgi roman kalıplarından farklı olsun istedim. Hayatı donmuş klişeler üstünden değil de, havada salınan buğuyu yakalamaya çabalayan bir kedi gibi ele almayı denedim. Hani ilk bakışta sıradanmış izlenimi verse de, içinde birçok şeyi anlamamıza ışık tutacak ipuçları barındıran ayrıntıları vardır ya, onları görmeye ve toplumsal dokuyu bu bilgi üzerinden okumaya, anlamlandırmaya, anlatmaya çabaladım.

Ama iç dünyamda, kaldırıma oturmuş Tommiks okuyan 8 yaşındaki bir oğlan çocuğuydum hâlâ.

Dünyayı diyalektik materyalist bir çerçeveden yorumladığımı zannettiğim sıralarda bile böyle olmuştu bu. Tommiks'in yerini Che Guevara, Malkoçoğlu'nun yerini Deniz Gezmiş almıştı. Kurgu farklılaşmamıştı. Kahramanların adlarıydı sadece değişen.

* * *

Çizgi Roman okuruna ne vaat eder?

Daha alfabeyi öğrenmeden çizgi romanlara göz atmış ve temel davranış kodlarını çizgi romanlardan edinmiş bir kuşak olduğumuzun farkındayım. Bu aynı zamanda davranış kodlarımızı anlamamızı sağlayabilecek bir ipucu.

Yeni yetmelerin artık daha farklı bir dünyada büyüdüğünü zannetsek de, temel alışkanlıklar gene de aynı denenmiş/tutmuş formül üzerinden üretiliyor. Çocukların dünyayı nasıl algılayacağını, büyük ölçüde çizgi romanların mirasçısı olan çizgi filmler, bilgisayar oyunları, televizyon dizileri belirliyor.

Dev bütçeli stüdyolarda maaşa bağlanmış yazar çizer animatör ordusu tarafından yapılıp edilip devasa reklam bütçeleriyle piyasaya sürülen bu filmler, tüketim ekonomisinin gündelik reflekslerini çocuklarımıza belletirken, her biri birer çizgi roman -ya da karikatür- kahramanına dönüşmüş olan gazete ve televizyon hatipleri de, bu tıkız dünya algısının bir tık yukarısını akademik belâgat sosuna bandıra bandıra topluma ezber tazeletiyor.

Çizgi roman, gazetelerle birlikte var oldu. Bir yüzyıl boyunca, gazetelerin iç ya da arka sayfalarında, Pazar eklerinde, televizyonsuz dünyanın resimli gündüz düşleri idiler. Dönemin ilkel baskı tekniğiyle bir türlü temiz ve net basılamayan fotografların eksiğini kalın çizgilerle ve fırça darbeleriyle çizilmiş gravürler, illüstrasyonlar, çizgi bantlar, editoryal karikatürler doldurdu.

Aynı zamanda, yeni yetişen kuşakları daha yolun başında gazete okuru yapmak için atılmış birer olta işlevi de görüyordu karikatür ve çizgi romanlar. On yaşındayken Karaoğlan okumak için gazete almaya başlayan çocuk, onbeş yaşına geldiğinde Çetin Altan okurken buluyordu kendini.

Derken, çizgi roman inişe geçti.

Offset baskı tekniği yaygınlaşmış, pırıl pırıl fotograflar gazete ve dergilere -en azından görsel yönden- çağ atlatmıştı.

Bir ölçüde rakip olsalar da kardeş kardeş geçinebiliyordu çizerle fotografçı. Ama sonra, daha da zorlu rakipler çıktı. Önce televizyonun, sonra internetin rekabet ortamına girmesiyle, süreli yayıncılığın "olmazsa olmaz" listesinden eksiliverdi çizgi roman; dilini ve gramerini yamaçta tutunabilenlere bırakarak kaydı gitti gazete sayfalarından.

Bugün o dili artık çizgi filmciler, reklamcılar, grafikçiler, haber editörleri, sayfa sekreterleri, köşe yazarları, şovmenler, siyasetçiler kullanıyor.

* * *

Çizgi Roman'ın grameri

Çizgi roman, yayınlandığı sınırlı alanın dayattığı son derece ekonomik bir anlatım tekniğine sahiptir. O kadar dar bir alanda, günde en fazla iki üç kare çizilerek çok karmaşık tahliller yapabilme şansı pek olmadığı için, ister istemez, elden geldiğince temel bileşenlerine indirgenmiş basit bir dünya tasviriyle yetinmek ve bunu da en başta çocuklar, kıt akıllılar, yorgun zihinli kentliler ve selülöz bağımlıları olmak üzere herkesin şıpın işi kavrayacağı ve ertesi güne kadar aklında tutabileceği bir simge diline dönüştürmek gerekir.

Bunu daha iyi kavrayabilmek için, isterseniz gündelik hayattan herhangi bir ayrıntıyı seçip, çizgi roman formatında anlatmayı deneyelim.

Malzeme:

İlk önce ortalama bir çizgi roman için gerekli olan bileşenleri sıralayalım.

Bir: Çizgi romanımızın hedef kitlesi kimler olacak? Oğlan çocukları mı? Ergenlik çağındaki kızlar mı? Ameleler ve rençberler mi? Mavi yakalılar mı? Doktorlar mı? Öğretmenler mi? Biz şimdilik bunu "gazete okuyan herkes, ama özellikle de sırmalı apoletli azametli kişiler" diye yanıtlayalım.

İki: Çizgi romanımızın teması nasıl olacak? Romantik mi? Sosyolojik mi? Polisiye mi? Korku mu? Şimdilik kaydıyla "hepsinden bir tutam" diyelim, daha sonra beğenmezsek değiştiririz.

Üç: Bir hikâyeyi sürükleyici kılan en önemli unsur "çatışma" olduğuna göre, bize mutlaka birbiriyle bitmez tükenmez bir toslaşma içinde olan iki temel tip -ve onları tamamlayan yan tiplemeler- gerek. Geceyle Gündüz gibi. Yin ve Yang gibi. Hürmüz ve Ehrimen gibi. Melek ve Şeytan gibi. Gog ve Mogog gibi. He Man ve İskeletor gibi. Bekir Coşkun ve "Göbeğini Kaşıyan Adam" gibi.

Dört: Ortalama bir okur kendini "iyi" kahramanla özdeşleştireceğine göre, "İyi"yi ayrıntılarıyla tarif edip "Kötü"nün yerini şimdilik boş bırakalım. Peki nedir "İyi"nin özellikleri? Bu da sorulur mu? Neyi ezberledik biz onca yıl? İyi adam Türk'tür, doğrudur, çalışkandır, aşırı cereyanlara karşıdır, Cumhuriyet'in ve Devrimler'in bekçisidir, çağdaştır, lâiktir, halkçıdır, dahilî ve haricî bedhahlara karşı tetiktedir, bütün meyhanelerini dolaşır İstanbul'un, ayaklarını yere vura vura, hoplaya zıplaya Onuncu Yıl Marşı'nı bağırır, penceresine bayrak asar, varlığını Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı'na armağan eder.

Beş: Gazete sayfasına sıkıştırılmış çok dar bir alanda kısa paslaşmalarla meramımızı anlatacağımıza göre, olayları bir aptalın bile şıp diye anlayabileceği kadar basite indirgemek zorundayız. O halde Kötü Adam tam da bu bağlamda İyi Adam'ın karşıtı olmalıdır. Yani nedir? Türklüğü şaibelidir; "Hepimiz Hırant'ız" falan der. Adında ya da soyadında "er" gibi "man" gibi ekler vardır; ki bunlar birer "gizli Yahudilik", yani hıyanet simgesidir. "İnsan hakları" falan gibi Avrupa'dan öğrenilmiş gayrı-millî lâflar geveleyerek güvenlik kuvvetlerini ve şanlı ordumuzu yıpratmaya çalışır; dolayısıyla da potansiyel bir CIA ya da MOSSAD ajanıdır. Çağdaş değildir; namaz mıdır nedir, ondan kılar; irtica provaları yapar. Hatta bununla da yetinmeyip kıllı oğlunu, sıkmabaşlı kızını mektebe verir, doktor mühendis müsteşar falan yapmaya çalışır; "kapıcılık benim neyime yetmez" falan demez. Böyle bir mikroptur işte.

Altı: Kötü Adam'ı da gayet net tarif ettiğimize göre, bu çağdışı mendaburun beyaz tenli kahramanımız tarafından türlü çeşitli maceraların son perdelerinde kanırta kanırta tepeleneceğini ve sahneyi başka Kötü Adam'lara terk ederek çekip gideceğini bir kenara not edip, kurgumuza geçebiliriz.

* * *

Ana fikir şu: Dost-düşman çok net olacak

Unutmayalım, çizgi romancı, kendi kodlarını kendisi yaratır, daha da iyisi, kendinden önceki ustalardan devralır. Bu kodlar uzun zaman içinde ve çok yetenekli insanlar tarafından deneye yanıla bulunduğu ve sayısız kereler test edildiği için, garantilidir.

Bildiğiniz gibi, çizgi romanda iletişim cümleleri genellikle resimdeki kişilerin kafalarının üstünde duran bir elipsin içine yazılır ve bunun adına "konuşma balonu" denir. Bu elipsin alt kısmındaki üçgenimsi bir çıkıntı, konuşan kişinin ağzına ya da kafasına doğru uzar. Böyle bir "balon" gördüğünde okuyucu olarak anlarız ki, resimdeki o kişi konuşmaktadır.

Eğer konuşma balonumuz bulutu andıran boğum boğum bir şekil taşıyorsa ve üçgen çıkıntı yerine mini mini kabarcıklar resimdeki tiplerden birinin kafasına doğru diziliyorsa, bunun da "düşünce balonu" olduğunu biliriz. Ve anlarız ki, o kişi o anda düşünmektedir.

Eğer cümleler çizgi roman karesinin en tepesindeyse ve bir dikdörtgen içinde yer alıyorsa, bu da anlatıcının olup bitene dair okura verdiği değerli bir bilgidir.

Kahraman yakışıklıysa (hele bir de mavi gözlü ve sarışınsa) mutlaka "iyi", yok eğer kara suratlı, tipsiz, afedersiniz, biraz çoban kılıklıysa, behemehal "kötü"dür.

Öykünün başında mağaranın duvarına dayalı bir kalaşnikof görürsek biliriz ki er geç patlayacaktır. Ya da her Cumhuriyet Bayramı'nda asfaltın ciğerini deşe deşe resmî geçit yapan tanklar görürsek, biliriz ki o tanklar sonsuza kadar garnizon bahçesinde durmayıp göreve çıkacaktır.

Öykünün içinde ne tür sürprizlere tanık olursak olalım, öykünün son sayfasında İyi Beyaz Adam'ın zaferini kutlayacağımızdan kuşkumuz yoktur.

* * *

Sanatı kaptık mı?

Ortalama bir çizgi roman okuru daha en baştan bu tarz simgelerin ne anlama geldiğini öğrenerek işe başlar ve eline hangi kitabı ya da süreli yayını alırsa alsın, olguları bu cetvelle ölçer. Çoğu zaman bu kalıpları ne zaman + nerede + nasıl bellediğini hatırlayamaz. Sorgulamaz da zaten.

Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya romanındaki tüp bebekler de gece uykuları sırasında sabaha kadar mırıl mırıl yayın yapan hoparlörlerden kulaklarına fısıldanan bilgileri ertesi sabah uyandıklarında "öğrenmiş", ama nereden ve nasıl öğrendiğini çözememiş olarak büyümektedir. Romandaki otoriter düzeni ayakta tutan temel kural, her bir bireyin, daha bebekken toplumu oluşturan kastlardan hangisine mensup olduğunu ezberlemesi ve hayatının geri kalanında bu role uygun davranmasıdır.

Mesleği ufak ufak kapıyoruz, değil mi? Çizgi roman, çizgi romancıdan başka herkesin karnını doyuran cazip bir uğraştır ve çizgi romanlar gazetelerden tebahhur eyleyip kaybolurken, bir mucize gerçekleşmiş ve gazetelerimiz topyekûn "çizgiroman"laşmıştır.

Bu sanat, inceliklerini kavramış olanı popüler birer medya ikonu yapan ve masasına en çok "resmî hizmete mahsustur" damgalı dosya ve klasör konmasına yol açan altın bir bileziktir dersem, pek abartmış sayılmam. Bu dilin inceliklerini iyi öğrenen basın mensubu (hele bir de esnek bir belkemiğine sahipse) asla işsiz kalmaz.

* * *

Sıfır N sıfır K

İlk -çizgisiz- çizgi romanımızı yazmaya başlıyoruz. Bunun için kâğıda fırçaya mürekkebe gerek yok. Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcut zaten.

İyi Adam, malûm. Kötü Adam da belli. En azından kılığı kıyafeti ve kültürel koordinatlarıyla. Şimdi ona bir de suret çizelim. Şöyle, çirkininden. Sırtı kıllı. Göbeğini filân kaşısın meselâ. Tretuarlarda piknik yapsın. Ayak parmaklarının arasını kurcalasın.

Bak, posterlerimiz de var; kalpaklı. Gece lâmbalarımız var; gözlerinin içinde lâmba yanan ve kaidesinde de "sizi gözlüyorum" yazan; Ulu Önder büstü şeklinde. Her şeyimiz tamam.

Yolumuz Üsteğmen Kubilay'ın yolu, taşımakla yükümlü olduğumuz misyon, başöğretmenimizden devraldığımız "memleket elden gidiyor" mavalını her gün yeniden ısıtıp, en azından kendi kapsama alanımızda "yutulabilir" tutmak değil mi? Evet. Öyle beş tane "N" bir tane "K" arayarak harcanacak zamanımız var mı? Yok. Çağ hız çağı. Çabuk karar verecek, kaplan gibi saldıracaksın. İstim arkadan gelir. Paşalar ve polis şefleri anlar ne demek istediğimizi.

Zaten elimizde tuttuğumuz o şeylerin adı da eski bir alışkanlığa binaen "gazete".

Oysa bizim varlık nedenimiz, rant dağıtıcılarının tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallanan tehdit gücümüzün her daim aportta tutulması ve patronun kasasını dolduracak olan çil çil altınların parıltısı, değil mi?

Galiba.

Sayfalardaki reklam curcunasının arasına minik notlar düşüp, selülöz bağımlılarına her gün bir kez daha "gazete okuyorum" düşünü gördürmek değil mi görev?

Tabii ki.

Çizgi romancılar tası tarağı toplayıp kendi yollarına giderken, sanatlarının gölgesini heybede ağırlık yapmasın diye gazete idarehanelerinde bırakmadılar mı?

Evet.

Bıraktıkları o şeylere de kelle avcısından devşirme yöneticiler ve yazarlar mal bulmuş magribî gibi saldırmadı mı?

Öyle görünüyor.

O zaman, hızlandırılmış çizgi roman kursu da burada bitiyor. Mezun oldunuz. Hayatın sırrını da çözdük hayırlısıyla.

Son olarak, ana sayfaya bütün bu olup bitenleri özetleyen veciz bir anons koyalım:

"Aaaa! Cambaza bak!"

Bakalım bakmasına da, o arada cüzdanlarımıza da mukayyet olsak fena olmaz. Dolar milyarderlerimiz çığ gibi artarken, biz gün be gün daha da yoksullaşıyoruz.

Yorumlar

Ben Necdet Şen'deki degişime hayret ediyorum. Sonradan hidayete erip argo tabirle AKP'ye yatanlarla aynı söylemi kullanıyor. Yani bir aydının dönüp dolaşacağı yer burası mı? Ayrıca Yalçın Küçük'ün çok özgün olan sabatayizmle ilgili tezleriyle kendince dalga geçiyor. Yani ciltler dolusu o kadarkitaptan anladığı sadece "er-ar-man-men" kelimeleri midir? Benim bütün hayatım sanki bu özgün teorileri doğrulamak içindir. Bir kast vardır ve eğer "onlardan" değilseniz duvara toslarsınız. Bu arada sizden tembellerin, yarı gerizekalıların nasıl basamakları beşer onar çıktıklarını görür şaşarsınız. Ben sonuçta yıldım ve çok başarılı (ya da fazla başarılı) bir subayken istifa ettim, çıktım. Hiç medyaya da mı bakmıyor musunuz. Sanki yeteneksizleri bir şekilde bulup köşe veriyorlar. E-posta yoluyla sürekli maddî yanlış düzeltiyorum, daha Necati Doğru dışında bir gazeteci teşekkür edip köşesinde doğrusunu yazmış değil. Çünkü bunlar seçilmiş kişiler, neylerlerse güzel eylerler.

Arif Yılmaz - 19 Mayıs 2008 (20:12)

Örnek gösterilecek bir deha ve gadre uğramışlık örneği. "Çok başarılı bir subay, geri zekâlı sabetayistler vesaire…" Bu siteye böyle değerli şahsiyetlerin de uğradığını bilmezdik. Bu zamana kadar neredeydiniz üstadım. Şu Necdet Şen'e haddini bildirecek birini bekliyorduk dört gözle. Hayatın sırrını bir celsede çözdüğünüze göre bu işi ancak siz yapabilirsiniz. Verin şu "değişen" adamın ağzını payını. Gölgelerin gücü adına. Görsün köftehor bizim kackisi dot com olduğumuzu.

Hidayet Dikerman - 21 Mayıs 2008 (21:40)

Yalçın Küçük'ün tezleri sahiden özgündür. Ama özgünlükte tezlerinden daha önemli olan şey, sergilediği görsel mesajdır. Bir tv programına, boynunda kırmızı üzerine sarı simli kaşkol ve başında çocukken okuduğumuz Karaoğlan çizgi romanındaki baba Baybora'nın börkü ile katılmıştı. Bu iki unsurda kim bilir ne derin anlamlar gizliydi. Börk, Orta Asya ruhumuza naif bir gönderme, kırmızı kaşkol ise, üzerinize afiyet, kendi sol geçmişine bir selâmdı sanırım. Ama sarı simi çözebilmiş değilim. Onun da sosyal toplumsal bir anlamı vardır da ben fanî anlamamışımdır mutlaka. Bilen varsa söyleyip beni aydınlatsın.

Necdet Şen, bir çizer olarak en azından çizgi roman kahramanı imajıyla mesaj gönderme inceliğini fark etmeli, saygıyla karşılamalı, dalga geçmemeliydi.

Leyla Özgür - 22 Mayıs 2008 (02:59)

Sayın Hidayet Dikerman;

Kelimelerinizden nefret dökülüyor.

Sayın, Arif YILMAZ ben başarısız bir subaydım, ordudan atıldım, üstelik hidayete de erdim deseydi…

Ya da bu vatandaş (kendisini hiç tanımam) ben bir subaydım yerini es geçip, farzedelim kidelim ki, benim mesleğim "alaycılık, aşağılamak, yalakalık, yalan, dolan" türünden bir şeyler yazsa idi…

Ne de güzel olurdu değil mi?

Yazıyı okudum, beğendim…

Okudum, beğenmedim deme hakkımız yok mu?

Bu ülkede, herkes, ucundan, kenarından acı çekti…

Hayatın sırrını bir celsede maalesef çözebiliyoruz…

Üstelik bizim "hiçbiryerde" hâlâ bir yerimiz yok…

Kendimizden başka!

Yasemin Aydınlı - 22 Mayıs 2008 (09:46)

"Kelimelerinizden nefret dökülüyor" ve "benim mesleğim "alaycılık, aşağılamak, yalakalık, yalan, dolan" sözleri art arda yazılınca biraz çelişkili görünüyor.

Ben şahsen merak ettim, "mesleği alaycılık, aşağılamak, yalakalık, yalan, dolan" olan kişi adlı adınca kimdir. Sayın Aydınlı acaba bu konuda bizi aydınlatabilir mi?

Necmi Ziya - 22 Mayıs 2008 (11:03)

Arif Bey ve Yasemin Hanım "hidayete ermek" deyimini neden bir hakaret ifadesi olarak kullanıyorlar, ben de bunu merak ettim.

Kâmile Özkaya - 22 Mayıs 2008 (11:14)

Sayın Necmi Bey;

İsim listesi çok uzun…

Eminim listeye sizin de ekleyeceğiniz bir sürü isim vardır. Eğer onlardan değilseniz.

Kısaca, hedefte bir şahıs yok.

Hele Necdet Bey asla değil.

İnsanlar dün ne düşünüyor, bugün nerede derdinde değilim.

Sadece kolay yer bulanlar kastedildi.

Ve alaycılıkla, eleştiriyi bir arada tutan, hiç tanımadıkları insanları, sadece "ben başarılı bir subaydım" dediği için yeren eleştirmenlere kendi şahısları hedef tutulmadan atıfta bulunuldu.

Düşmanlıktan bir an önce vazgeçilmesi temennisi ile yazıldı…

Siz alınmayınız:)

Yasemin Aydınlı - 22 Mayıs 2008 (11:57)

O değerli arkadaşlarımıza "hidayete ermek" ifadesini kullanmadan, "hayatının belli bir aşamasında durulup olgunlaşmak, dünya hırsından, bencillikten el etek çekmek kötü müdür?" diye sorsak, sanırım "hayır" demezler. Herhalde "hidayet" kelimesinin anlamını pek bilmiyorlar. Eğer bilseler, inanan insanlara sövmek için başka kelime ararlar.

Tabii herhangi bir kelime ya da tanım, bir biçimde Müslümanlık çağrışımı yapıyorsa o zaman işler değişiyor galiba.

Biliyorsunuz, insan iki sebeple Müslüman olur; ya ilkeldir ya da dönek. Dolayısıyla, bu kelimeye vurgu yapılarak altı çizilen husus, dinsel değil, ahlâkî olmalı. Yani "hidayet" kelimesinin skolastik bir çağrışım yapmasından çok, kendi önyargılarını paylaşmayan ve onlarla aynı kampta yer almayan herkesin mutlaka ya "dönek", ya "satılmış" ya "namussuz" ya da "gafil" olduğuna inanma ihtiyacı.

Özetle, "ben değişmedim, değişmeyeceğim, değişen namussuzdur, yalakadır" mesajını vermek.

Bildiğiniz gibi, değişmemek, diyalektiğin beş şartından biridir. Pozitivist insan tanrıya değil bilime inanır.

Hidayet Dikerman - 22 Mayıs 2008 (12:40)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

79
Derkenar'da     Google'da   ARA