Patronsuz Medya

Gazeteci'nin yol haritası

Necdet Şen - 16 Kasım 2004  


Gazeteci, zorlanarak kalkıyor yatağından. Başlayan gün onda sevinç uyandırmıyor. Ayakları geri geri gidiyor, ama yine de gayya kuyusunun içine doğru yürümek zorunda her sabah.

Gazeteci mutsuz. Bir zamanlar ne hayaller kurarak hayatının amacı yaptığı mesleğin şimdi böyle ayaklar altında sürünüyor olmasını içine sindiremiyor.

Ama bu gerçekle omuz omuza dirsek dirseğe yaşamak, gerilimden kaçmak için uykuya ya da alkole meyleden isteksiz beyninden her gün yenilenen kıvılcımlar çıkarmak, manevî bir artı değer yaratmak zorunda.

Kendisinden daha kıdemli (ve tabii ki işsiz) meslekdaşları ona geçmiş zamanları anlatıyor. Bu kadar kısa sürede basın camiasının nasıl olup da bu kadar çürüdüğünü bir türlü açıklayamıyor kendisine Gazeteci.

O güne değin dile getirilmiş kolay açıklamaların hepsini tek tek aklından geçiriyor. "Tabii, sendika yok, dayanışma yok, olacağı buydu" diyor, "vahşi kapitalizm" diyor, "kara para ekonomisi" diyor, "tekelleşme" diyor, "sabetayistler" diyor, daha birçok şey diyor, ama ne derse desin tatmin olamıyor.

Bir başka gün faturayı Turgut Ö.'ye, daha başka bir gün Aydın D.'ye, Ertuğrul Ö.'ye, Zafer M.'ye falan çıkarıyor, ama bu hazır reçeteler de rahatlatmıyor Gazeteci'yi. Daha alt kademelerde, makro politikalarla falan açıklanması mümkün olmayan insan zayıflıkları, yalan-dolan, arkadaş kazığı, bencillikler, klikleşmeler, orospuluklar, adam kayırmalar, çelmeler, arkadan vurmalar geçiyor bir bir gözünün önünden.

Cihangir Mafyası diye bir ahbap çavuş klanından söz ediyor Gazeteci. Çoğu Cihangir ve cıvarında oturan, Beyoğlu meyhanelerinde mevcut yoklaması yapan ve kendi aralarında ne bok yerlerse yesinler, yine de kendilerine benzemeyenin karşısında domuz topu gibi birleşen ve de bu dar sefih çevrelerinin dışında kalan herkesi yok sayan, dışarıdan kimseye geçit vermeyen basın+televizyon şürekası.

Anlattıkları bohçacı kadın hikâyelerini andırıyor, insanın inanası gelmiyor.

- "Duydun mu, Perihan yolda Ece'ye rastlamış, Perihan bir grupta Ece başka grupta, Perihan Ece'nin saçına başına sarılmış, 'Milliyet'in mamcığı' diye çemkirerek dövmeye başlamış. Kavgayı yazar Orhan'la Televizyoncu Cüneyt ayırmış. Üstelik bu Perihan galiba ablacıymış… Hı, niye mi çıkmış kavga? Şimdi bi tane homo varmış, galiba adı Oray'mıymış Koray'mıymış, çalıştığı gazetede Ece'nin seks hayatına lâf dokundurmuş, Ece de ağırlığını koyup onu işten kovdurmuş, ondan çıkmış kavga…"

Olamaz mı? Olabilir. Neden önemli oluyor bu? Saç saça baş başa dövüşenler köşe yazarı diye mi?

Evet. Ondan galiba. Sanırım o hâlâ köşe yazarı denen kişiyi matah bir şey sanıyor, ondan bu hayal kırıklığı.

Sonra ekranların manken kılıklı, pavyon şarkıcısı kılıklı haber spikerlerinden söz ediyor Gazeteci.

- "Tek bir satır yazı okudukları yok, kıçlarının arasına giren g-string donlar ve her yerlerini gösteren şeffaf pantalonlarla dolaşıyor, kariyerlerini kıçlarıyla sağlamlaştırıyorlar. Aralarında haber müdürüyle ya da futbolcuyla, artistle, işadamlarıyla yatmayanı yok gibi."

Eee, noolmuş? Televizyonların pavyonlaştığı dönemin spikeri başka nasıl olacaktı? Niye şaşırıyorsun Gazeteci?

- "Tabii İbne Mafyası'nı da unutmamak lâzım" diyor Gazeteci.

- "Bana ne elâlemin cinsel tercihinden" diye itiraz ediyorsun, yanıt gecikmeden geliyor:

- "Eşcinsel olmanın ötesinde bir şey bu, ibnelikten söz ediyorum" diyor.

Esas ayrımı eşcinsel olanla olmayan arasında değil, muktedir olanla olmayan arasında yapan ve sadece muktedirler katmanında boy gösterebilen eşcinselleri kendinden sayan, ötekiler ölse de aldırmayan, ruhları ibneleşmiş bir medya klanından ve onların iç dayanışmasından söz ediyor.

Gazeteci'nin içi daralıyor. Medyanın bazı bölümlerindeki eşcinsel bolluğuna daha anlaşılır bir açıklama bulduğunu düşünüyor sessizce. Daha bir sürü küçük klan, eş dost hempa gruplaşmalarının arasında kendini yapayalnız ve çırılçıplak hissediyor. Gele gele etrafındaki herkesle arasına bir korunma mesafesi sokmak geliyor aklına.

Şu ya da bu siyasal kamplaşmanın dümen suyunda seyreden, doğruyla yanlış arasındaki tutumunu sadece "bizden olan ve olmayan" kıstasına indirgemiş militan gruplardan ya da ahbap çavuş kliklerinden birine kapağı atmayanların iyot gibi açıkta kaldığı, ağzıyla kuş tutsa da ne uzayıp ne kısalabildiği bir medyanın içinde, yeteneklerini tam kapasiteyle kullanabilme umudunu çoktan derinlere gömmüş, sadece o günü o ayı o ayki maaşını kurtarmaya fit olmuş bir insancık olduğunu düşünüyor Gazeteci, içindeki isyan duygusunu dindirecek bir mecra bulamıyor.

Ne yapsın, o da birkaç ay önce borç harç edindiği arabasıyla, fotograf çekebilen cep telefonuyla, peşin parayla aldığı ve henüz tek satır bir şey yazmadığı dizüstü bilgisayarıyla avunuyor. Hiç olmazsa aç açık işsiz değil. Şimdilik.

İşsiz kaldığında, bugün uzak durduğu ve medyanın musluk başlarını tutmuş olan bu grupların hiç birisini ona yüz vermeyeceğinin farkında. Kendini işsiz kalma ya da gergedanlaşma seçenekleri arasında kapana sıkışmış gibi hissediyor.

Ama yine de Gazeteci'nin dilinde dedikodu olmaktan öteye gidemiyor bütün bu biriktirdikleri. Çözüme yönelik bir girişimi ya da niyeti var mı, belli değil. Bütün bunları yapısal bir hastalık gibi değil de kendisine karşı yapılmış bir haksızlık gibi algıladığı izlenimi veriyor. Kendisini koyuyor olayın merkezine ve "değeri bilinmediği için" içleniyor.

- "Madem yakından tanığısın, yaz bunları" diyorum, "paylaş herkesle".

- "Hımm, evet, belki bir gün yazarım" diyor. Yazmak sanki görevi değil de eşref saatine bağlı bir lütuf, bir bahşiş.

Biliyorum, yazmayacak. Hep erteleyecek. Bir sürü neden bulacak tanık olduğu insan manzaralarını mutlaka bilmesi gerekenlerle, bizimle paylaşmamak için.

Korkuyor Gazeteci. Dişiyle tırnağıyla elde ettiği ve bir giderse ilelebet kaybedebileceği imtiyazlarını yitirmekten korkuyor. Pek çok gazeteci gibi, kendisinin de bu mesleğin ona sağladığı "önemli" olma ayrıcalığına tutkun olduğunun farkında değil, sanki mübarek bir göreve karşı duyulan aşkmış gibi açıklıyor gazetecilik mesleğine ve basın/televizyon camiasına böyle sımsıkı, tırnaklarıyla tutunuyor oluşunu. Rütbelerini yitirmekten ve ortalıkta aranmayan sorulmayan biri olarak dımdızlak kalmaktan korkuyor.

Gazeteci, bu mesleğin bireye dayattığı "ya hep ya hiç" yasasından korkuyor. Karşısındaki çürümüş ve tehditkâr kütle öyle korkutuyor ki onu, bu pislikle baş edebileceğine hiç mi hiç aklı kesmiyor.

Ne yapsın, o da gecenin bir saatinde, artık dayanamayacağını hissettiği bir an, olgunlaşamamış zamane çocuklarının at oynatma alanı olan ekşili bulamaçlı sitelere girip, rumuzlarla falan, işin dedikodu kısmını yazıyor.

Oralara bile uzanıyor eli kolu ibne-orospu-mason tayfasının, Gazeteci'nin yazdığı dedikodular yarım saat geçmeden sildiriliyor.

Gazeteci çok mutsuz. Ezildiğini hissediyor ve güçlü olmayı arzuluyor, vicdanı ile cüzdanı arasında bînamaz. Her normal insan gibi o da ekmek sigara benzin parasını sonuçsuz bir kahramanlık girişimine kurban etmek istemiyor. Ama Allah'ı var, kendisinin cesaret edemediği bu çılgınlığı yapabilenlere saygı duyuyor yine de. Yılda bir iki kez onları ziyarete gidiyor, düzenden yavşaklıklardan falan yakınıp birikmiş elektriğini topraklıyor.

* * *

Burada durup sormak gerekiyor belki de, "ne yapsaydı peki?" diye. Kafa tutanı aç açık işsiz bırakan, zerre kadar merhameti olmayan bir çete düzeninde ne yapılabilir? Tek bir insanın ne kadar gücü vardır makineye karşı?

Güç!

Yanlış sözcük. Yanıtı güçte değil, başka yerde aramak gerekiyor belki de.

Gördüklerini, anladıklarını dile getirmek, bir güç gösterisi değil, "ben vicdanlıyım" diyen, vicdanlı olmak isteyen her insanın görevidir, kaçılamaz bundan. Bir de buradan bak istersen.

Düşün ki bir muhtaç var şu dağın arkasında, senin getireceğin reçeteye suya ilâca ihtiyacı var. Ve sen "hiç havamda değilim, başkası gitsin" diyorsun.

Bunu demeye hakkın var mı? Açın lokması, hastanın devası, kaybolmuşun rehberliği senin o anki hevesine mi kalmış? Bu kadar şişkin bir egoyla ortalıkta dolanman, sadece alacak verecek hesabı yapman, bunalım geçirmen, korkman, ev kirası ödemen seni suya düşmüş insana elini uzatmaktan vareste kılar mı?

Dönüp bakıyor Gazeteci etrafına, ortalık onun gibilerle dolu. Herkes yan gözle bir diğerini keserek bekliyor. Kimse kımıldamıyor yerinden, kimse ağzını açıp da "bu ne lan?" demiyor.

Hepsinin gerekçesi aşağı yukarı aynı:

- "Ben mutsuzum, ödemem gereken taksitlerim var, bu işten başka iş yapamam, gücüm yok, onlar çok güçlü, ben güçsüzüm, güç, güç güç… Başka bir kahraman çıksın, o yapsın, ben o zaman desteklerim."

Yalan! Desteklemez… Herkesten önce o kaybolur ortalıktan. Bir köşede saklanır ve insanlığından utanır. Ama gene de dikilip çıkmaz ortaya.

Belki kendi seçimiyle intihar eder, ama zorbanın üstüne yürüyemez.

Etrafına bakıyor ve kokuşmuş ittifaklar görüyor Gazeteci, çapsızlar yellozlar molozlar çete kurmuş, entellektüellere, insanseverlere ait mecrayı babalarının çiftliği gibi kullanıyorlar. Ve kalibresi yüksek herkesi oradan püskürtmekte hemfikir bu çakal sürüsü.

- "Yaz bunu" diyorum Gazeteci'ye tekrar, "kalemin maşallah kılıç gibi, çok yeteneklisin, hem de her şeyin görülebildiği bir noktada oturuyorsun."

Diyor ki Gazeteci:

- "Az bekle, falanca gazetede köşe yazarlığı kapayım, o zaman yazacağım."

Biliyorum, yazmayacak. Yazamayacak. Çünkü köşe yazarlığını kaptığı gün etrafı sahte dostlarla dolacak. Cemaat kuşatacak onu da. Yıllardır dışarıdan baktığı, belki bilerek uzak durduğu Beyoğlu meyhanelerinin müdavimlerinden biri olduğunda incitmek istemeyecek rakı masası arkadaşlarını.

Sadece eş-dost çevresinde ufak bir değişiklik yapacak belki, "yazmalısın yazmalısın" diye kafa ütüleyen sivri dostlarını unutarak bu minik pürüzün daha kolay düzleştirildiğini fark edip, kendisini ona göre konumlandıracak.

Sonra da Irak'ı, Amerika'yı, hükümeti, YÖK'ü, başörtüsünü, tarifi muğlâklaştırılmış bir Derin Devlet'i falan diline dolayıp mastürbasyon yapacak köşesinde. Herkesin zaten yazıp durduğu ve herkesin de zaten bildiği, yazılınca fatura ödetilmeyen anonim konularda bir de o kalem oynatacak. Ama rakı masası arkadaşlarının sırlarını asla paylaşmayacak okurlarıyla. Suç ortaklarını ele vermeyecek. O masada meze didiklediği müddetçe, tanık olduğu kepazelikleri kapalı kapılar arkasındaki bire bir dedikodulara saklayacak.

Makineye teslim olacak Gazeteci, bunun ipuçlarını veriyor. Farkına varamayacağı ya da varıp da karşı koyamayacağı sinsi bir zehir girecek içine, üstünde ismi yazan zarflar çoğaldıkça kendi sesine daha da hayran olacak. Makinenin gücünü kendi gücü, etraftaki kalabalığı kendi kitlesi sanacak, büyüklük hezeyanları yaşayacak. O güne değin inandığı, doğru bildiği, uğruna bedel ödemeyi göze aldığı -ya da almayı istediği- değerlerle arasına mesafe sokacak bu başkalaşma süreci. Hayatı bir kez daha, bu bağımlılığın süzgecinden geçirerek, işine geldiği gibi yorumlayacak.

Yolun en başındaki amacı bu değilse bile, yolun ortasında "Kendisi İçin Aydın" olacak. Ve muhtemelen hep öyle kalacak.

Yorumlar

Merak ediyorum, gazetecilerle ilgili bu yazınızı acaba kaç tane gazeteci okumuştur? Yani acaba kaç tane gazeteci arada bir durup düşünüp "ben ne yapıyorum yarabbi, çocuklarımın yüzüne nasıl bakarım" diyordur?

Merak ettim, bu yazıyı okuduktan sonra size hiç "helâl olsun, bu işler aynen dediğin gibi" diyen bir gazeteci çıkmış mıdır?

Ziynet - 5 Şubat 2009 (16:40)

Engin Ardıç'ın sizin bacı kitabınza ithafen yazdığı iğrenç yazıya ne diyorsunuz çok merak ediyorum doğrusu. Sizi özellikle hızlı gazeteci ve nereye adlı kitaplarınız yüzünden çok beğenirdim, hâlâ da o kitapları çok seviyorum ama şayet engin ardıç gibi bir adamla aynı kafadaysanız üzülürüm buna o zaman biz boşuna değer verlişiz size derim. Bu konuda yazacağınız bir yazıyı bekliyorum doğrusu. Liberilizm bu kadar iğrençleşmek midir, engin ardıç olmak, emre akö olmak, taraf gazetesi, yeni şafak gibi kara çalmak mı demektir. Bunlara bir açıklama bekliyorum.

Ali - 4 Mart 2011 (13:12)

Necdet Şen'in avukatı değilim elbette, severim ve fikirlerinin çoğuna katılırım. Bu anlamda bazı noktalarda onu savunur görünmem doğal olabilir. Ancak burada başka bir şey var.

Necdet Şen'i tanıdığımdan beri fikirleri aynı. Onu tanıdığım dönemde Cumhuriyet'te yazıyor olması bunu değiştirmiyor. Fikren yaşadığım dönüşümden önce Necdet Şen'in bazı fikirleri bana da ters geliyordu. Özellikle Cumhuriyetimiz, Atatürk, TSK, Milliyetçilik gibi konularda pek uyuşmuyorduk.

Ben sonra değiştim, kimilerine göre döndüm. Ama Necdet Şen aynı. O değişmedi. Onu gerçekten takip ettiyseniz bunun böyle olduğunu görürsünüz.

Yani onu eleştirirken doğru noktadan yaklaşmak lâzım. Sanki o Ulusalcıymış, Laikmiş, Kemalistmiş de sonradan değişmiş gibi bir durum nasıl ortaya çıktı anlayamıyorum.

Konu Necdet Şen değil aslında. Neyin ne olduğunu anlamayla, kişi ve fikirleri tanımayla ilgili bir sıkıntı var ortada. Ya da sevdiğimiz kişileri bizden görme eğilimini kontrol edemiyoruz.

"Engin Ardıç seni beğeniyorsa tüh sana" şeklindeki bir yaklaşımaysa ne diyeceğimi bilemiyorum:)

Erdem Abaka - 4 Mart 2011 (19:11)

Ali Bey, size horoz dövüşü tavsiye ederim. Burada aradığınız tatminin 10 katı garanti.

Seyit Balkuv - 4 Mart 2011 (19:13)

Engin Ardıç'ın (bahse konu) yazısını okudum. Mizahının sınırlar içinde olduğunu düşünüyorum. Eleştiriler biraz sert bulunabilir. Ardıç'ın yazısında dalgasını geçtiği "bacı" ların, ciddiyetle ve samimiyetle kendini anlatmaya çalışan düşmanlarını dinleyeceklerini de zannetmiyorum. Muhtemelen karşılıklı oturma imkânları olsa, ilk andan itibaren yumurtalar eşliğinde hain, yandaş, işbirlikçi vb ifadelerle düşmanı susturacaklardır. E, bu durumda da düşman dalgasını geçecektir. Ne bekliyorlardı yani?

Vahap Demir - 5 Mart 2011 (13:10)

Son yıllarda Engin Ardıç okumayı kestim. Üslubundan da, dilinden de -bu son yazısında olduğu gibi- rahatsız oluyorum.

Gençken onun sözcüklerini soktuğu yerden kan getirmesini başarılı bulurdum. O zaman fikir beyan etmenin tek yolunun kavga olduğunu sanıyordum. Sonra yaşımı başımı aldım, değiştim, okuduğum şeyde ufunetten çok sükûnet arar oldum.

Okuyucusu olarak ben değiştim, ama Engin Ardıç Bey hiç değişmedi. Kendi bileceği iş, derdini nasıl anlatmak istiyorsa öyle anlatır. Bunca yıllık kalem işçiliğinde ele aldığı konuyu 32 kısım tekmili birden yazabilecek ustalığı bir kenara stoklamıştır elbet. İstese kullanır, demek ki istemiyor.

Her yazar okunmak ister, hele bir köşeye kadı olmuşsa. Bu arzuyu anlamam zor değil.

Anlamakta zorlandığım, dostlarını 20 yıl görmeyen adamların, onların dünya görüşlerini kullanmalarındaki teklifsizliği. Nobranlığı. Topluma mal olmuş görüşler herkes tarafından kullanılır buna şüphe yok fakat kötüye kullanılmaz. Kendisi de söylüyor: Necdet Şen "Bacı" tipini yüceltmiyor, aşağılamıyor, yerli yerine oturtuyordu diye.

Peki ben neden Engin Ardıç'ın da aynı şeyi yaptığına güvenemiyor, Bacı'yı, Necdet Şen'i kaynak göstermesini ayak oyunu gibi görüyorum acaba?

Belki de Necdet Şen ile Engin Ardıç arasındaki üslup farkını iyi bildiğim içindir. Biri serttir ama vurduğu yerde gül biter. Diğeri yumuşaktır ama insanın midesine taş gibi oturur.

Belgin Kaktüs - 5 Mart 2011 (18:43)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

64
Derkenar'da     Google'da   ARA