Patronsuz Medya

Sen o kaka çocuklara uyma çocuğum

Necdet Şen - 10 Nisan 2003  


Bolşevik devriminden önceki Rusya'da Çar'ın istihbarat örgütü Okhrana, o zamanların muhalif devrimci örgütlerinin içine öyle becerikli ajanlar sokmuş ki, bunlardan bir tanesi o illegal örgütün liderliğine kadar yükselebilmek ve yerini sağlamlaştırabilmek için dönemin başbakanına suikast düzenlemiş.

Günümüzde de ne ayak olduğu epeyce şüphe götüren bazı tipler stajyer muhabirlikten genel yayın müdürlüğüne, hatta medya patronluğuna inanılmaz bir hız ve kıvraklıkla zıplayıveriyorlar. Ama üslupları ulusal bir yayın organını idare eden yöneticiden çok gözü kara birer tetikçi gibi.

Daha önce de bir yazıda sormuştum ya "medya üst yöneticileri arasındaki zevatın bir çoğunun geçmişte ya Atina ya Moskova ya da Washington temsilciliğinden gelmiş olmaları ilginç değil mi?" diye; şimdi bir daha soruyorum:

Nasıl oluyor da bazı gazeteciler ABD'de "görev" yaptıktan bir süre sonra yurda döner dönmez bahtı açılıyor ve medyada çok önemli mevkilere hızla yükseliyor?

a) Zaten oraya yetenekli ve yükselme kapasitesi fazla olanlar gönderiliyor; o nedenle memlekete döndüklerinde önemli görevlere gelmeleri normaldir.

b) Çok güçlü bir el onları sımsıkı kavrayıp "kaldır beni hoppacık" yapıyor.

c) Bu insanlar yapı itibarıyla hacıyatmaz kişilikli; güce tapınıyor ve menfaat neredeyse bir tazı hassasiyetiyle o kokuya yöneliyorlar.

d) Hepsi ya da bazıları, belki de hiç biri.

Bu kadar değişkenliğin ortasında medyadaki konumları hiç sarsılmayan ve o gazeteden kovulsa bu televizyon kanalında, o kanaldan kovulsa bu holdingin medya danışmanlığında ya da bizatıhî medya patronu olarak bir kez daha pörtleyen ve hakkından Derin İktidar'ın bile gelemediği -ya da gelmek istemediği- bu mühim şahısların bizim aklımızın ermediği bir keramete sahip olduğunu var sayıp konuyu fazla eşelemeyelim. Allah iktidarlarını bakî, menfaatlerini gani eylesin. Yalnız bendenizin onlardan minik bir istirhamı olacak:

Lütfen fikir hayatımızı şiddete boğmayınız.

* * *

Militanlık tüm vücuda yayıldı

Yakın yıllara gelene kadar merkez medyayı daha küçük satışlı gazetelerden ayıran temel bir özellik vardı; ufak gazeteler hiddetli ve saldırgan, merkezdekiler mutedildiler.

Yani, şu ya da bu partiye, siyaset elitine yamanmış irili ufaklı bazı gazeteler ve onların köşe yazarları hasım belledikleri kişi ve cemaatlere karşı sıklıkla galiz bir dil kullanır, analiz etmek yerine yıpratma, gözden düşürme, topyekûn çürütme çabası içinde olurlardı.

Dünyayı "mutlak iyiler" (biz) ve "mutlak kötüler" (onlar) diye iki temel kategoriye ayıran bu tarz militan gazeteci/yazar makulesi, okurlarını da militanlaştırıp safları sıklaştırmak için, olan biteni anlamaya çalışmayı falan boş verip, ellerinin altında tuttukları hazır düşünce kalıplarıyla olup biten her gelişmeyi bir çırpıda açıklar ve diğer taraftaki "mutlak kötü"yü bir kez daha yerin dibine batırırlardı.

Onların okurlarına düşen ise, dünyanın berbat bir yer ve kendi takımlarının daima haklı olduğu inancını pekiştiren günlük ayetlerle iman tazelemek ve düşmanın şerrine karşı birbirlerine daha sıkı -ve sorgulamadan- sokulmaktan ibaret olurdu.

Yani, fikir adamı sandığımız ve hayatımızın en azından bir bölümünde, çoğunlukla da tamamında, aklımızı emanet ettiğimiz saygın kişilerin zihinlerimizi nasıl zehirlediğini, bizi nasıl kuruntuların, karamsarlığın, insan sevmezliğin içine itelediklerini anlayamazdık.

Ama neyse ki onlar, zaten bir avuç mürekkep yalamış "niyet tavşanı" tarafından okunan az satışlı gazetelerinin az okunan köşe yazarlarıydılar; cirimleri kadar yer yakabiliyorlardı.

Yıllar geçti, onların o zehir ve sevgisizlik kusan makalelerini okuya okuya yetişen mürekkep yalamış bir kuşak geldi, kirlenmiş kararmış zihniyle nöbeti devraldı.

Bu yeni kuşak (benim kuşağım) merkez gazetelerinden çok o tarz militan gazeteleri okuyarak büyüdükleri için, bu hırçın, topyekûn çürütmeci, zorba üslubu tek geçerli üslup olarak bellemiş, daha hırslı, daha gözükara bir kuşaktı. Bir kısmı hırslarıyla orantılı makamlar edindiler.

Ekranlara ve gazete künyelerine göz attığımda, bir zamanlar aynı külüstür ofisleri ya da koridorları paylaştığım yaşıtlarımın bazılarını medya patronluğu ya da genel yayın yönetmenliği noktalarında görüyorum. Onların çoğunu yakînen tanıdığım için, uzaktan değerlendirme ve gözümde büyütme durumundan uzak olduğum kanısındayım. Yani kaba bir ifadeyle, ciğerlerini bilirim.

Onlar da bizim gibi insanlar, boynuzları kuyrukları falan yok. Ama sanırım haddinden fazla benciller. İp cambazı gibi, kaygan bir zeminde yürüyebilme ve ne pahasına olursa olsun yukarılara çıkabilme mücadelesi içinde fazlasıyla örselenen ruhları, içkiden ve vitamin haplarından morarmış yüzlerinden, gömleğin yakasına sığmayan kalın enselerinden, ama en çok da dünyaya karşı duydukları derin nefret ve yalnızlık duygusundan belli oluyor.

Bir zamanlar birlikte tiyatroya konsere gittiğimiz, Ortaköy'de ya da Çiçek Pasajı'nda bira içtiğimiz, Babıalî yokuşunu lâflayarak tırmandığımız bu orta halli insanların on yıllık bir süreç içinde nasıl hazin bir metamorfoz geçirdiklerini, artık cakalı kravatlar, siyah ıskarpinler, füme camlı zırhlı otomobiller içinde bulundukları yeni akvaryumu içlerine sindirmeye çabaladıklarını ama sindiremediklerini görmek içimi sızlatıyor.

Oralara yakışmadıklarını içten içe biliyor olmalılar ki, alınganlar. Fikirlerini özgüvenle değil, tüm güçleriyle abanarak ve bağırarak ifade ediyorlar. Eleştirilince kızıyorlar. Toplumdan o kadar kopmuşlar ki, saklandıkları plaza binalarından gördükleri ve yorumlarına yansıttıkları dünyadaki durumlar ve insanlar çizgi filmlerdeki tek boyutlu abartılı tiplemeler gibi.

Toplumdan korkuyorlar ve bir daha o toplumun içinde sıradan bir yurttaş gibi kaygısızca dolanamayacaklarını bilmenin verdiği nostaljiyle, dışında kaldıkları topluma nefret kusuyorlar.

Ellerine geçirdikleri büyük oyuncakla kendilerine yakın hissetmedikleri herkesi incitiyor, sonra da kendilerine yankı olarak geri dönen nefretten ürküp savunmaya geçiyorlar.

Bir çoğumuzu tatmin eden küçük zevklerin onlara neden yetmediğini, nasıl bir geçmişin hayaletinden kaçtıklarını ya da nasıl bir hayalin peşinde olduklarını onları yargılamadan, sadece anlamaya çabalayarak sorgulayıp duruyorum.

* * *

Senin gizli bir görevin mi var ahbap?

Gerçekten de, durumları yalnızca sınıf değiştirmek ve bunun diyetini ancak tahmin yürütebildiğimiz Mefistofeles'lere ödemekle sınırlı olsaydı, "ne yapalım, bu da onların seçimi" der, bu konuyu dürer büker kapatırdık kafamızda ve onları "geçmişte kalmış uzak tanıdıklar" hanesine kaldırırdık.

Ama bir günahları var ki bu adamlardan bazılarının, ister istemez onlarla hesaplaşmak zorundayız.

Bu insanlar işgal ettikleri konumlarının zorunlu kıldığı itidal ve ağırbaşlılıktan çok uzak duruyor ve ellerinde bulundurdukları gücü toplumun fikir hayatını şiddete bulamak için kullanıyorlar.

Hiç ihtiyaçları yok oysa buna. Zaten toplumu yönlendirebilecek, kendilerinin sahiden de saygın şahsiyetler olduklarına inandırabilecek konumdalar. Zihinlerimizin musluğu onlara emanet. İsterlerse bize iyimserlik ve yarına umutla bakabilme, hayatımızı güzelleştirmek için girişimde bulunabilme arzusunu, hatta onları onaylayabilme hoşgörüsünü aşılayabilirler. Ama bunu yapmıyorlar. Biz sanki yokmuşuz, toplum yokmuş, dünya onların dar çevrelerinden ve kendi aralarındaki bitip tükenmez hesaplaşmalardan ibaretmiş gibi, yeni yeni hasımlar yaratıyor ve mütemadiyen kavga ediyorlar.

Artık solculara da sağcılara da İslâmcılara da düşmanlar. Ama yine de bir zamanların "devrimci" ya da "milliyetçi" kimi zaman da "dinsel" söyleminin kırıntılarına da başvurarak artık ait oldukları sınıfın ticarî menfaatlerinin borazanlığını yapıyor, hepimizin gözünün içine baka baka, kaz yerine koya koya, en ucuzundan demagojiye sapıyor, hatta kantarın topuzunu adam akıllı kaçırıp, savaş çığırtkanlığına soyunabiliyorlar. Ama sonra kendi yarattıkları şiddetin yankısından taciz olunca mazlum rolüne soyunup, "bunlar eski devrimci, bağnaz milliyetçi, zaman tünelinde kalmış" türünden kalıplarla çocukça sataşıyorlar.

Çürümenin bu kadarını mümkün değil anlayamıyorum.

Tamam, biliyorum, onların (bazılarının) ödenecek diyetleri var efendilerine karşı. Hatta ihtimal vermek istemiyorum ama belki de taa Washington muhabiri oldukları yıllarda bazı DERİN aidiyetler içine girmiş, paçayı uğursuza kaptırmış da olabilirler.

Olmayabilirler de. Sadece akılları bulanmış da olabilir.

Ama görünen o ki, biz sıradan çoğunluğun o "seçkin" azınlıkla yolları artık bir daha hiç birleşmemek üzere ayrılmış. E peki, herkes kendi yoluna. Orta halli memur çocuklarıyken boğaz kıyısındaki yalılarda oturmak istemiş ve oyunun kuralını içlerine sindirmiş olduklarını kabul edip onları ilgi alanımızın dışına çıkarıyoruz.

Ama kendimizle ilgili bir husus var ki, bunu irdelemek zorundayız.

* * *

"Eleştirmek" için illâ zekî olmak gerekmez

Sırayla düşünelim; kendimizi "aydın" olarak mı görüyoruz?

Yanıtımız evet ise, hele bir yerlerde yazıp çiziyor ve bunların okunduğunu, işitildiğini biliyorsak, bizi dinleyenlere ve okuyanlara karşı sorumluluğumuz olduğunu da biliyoruz demektir.

O zaman, eğer biz sürekli söylenip duruyorsak, bozuk moralimizle etrafımıza bakınıp gördüğümüz olumsuz ayrıntılardan derlenmiş bir yamalı bohçayı fikirlerimizi önemseyenlere "gerçek bu" diye sunuyorsak, sorumsuzca davranmış olmaz mıyız?

Mütemadiyen "eleştiri" (bana kalırsa dışlama ve hakir görme) noktasında durup, başkalarından daha güçlü olan belâgatimizle bizden bir şeyler öğrenmeye çabalayan insanların zihin katmanlarına "aydın olmanın ön koşulu MÜZMİN MUHALİF olmaktır, muhalif olan kişi diğerlerinden daha akıllıdır" safsatasını nakşedersek, topluma ne gibi bir faydamız dokunmuş olur?

Uzun zamandan beri dozu gün be gün artarak yapılmakta olan budur. İlk gençliğimde bazılarında benim de çalıştığım militan bağnaz gazetelerinin dokusu ne yazık ki metastaz yaptı, önce tüm Babıalî'ye sonra da ekranlara ve oradan taşarak memleket sathına yayıldı. Artık evine gazete giren girmeyen herkes gazetecileri, özellikle de en bağırgan köşe yazarlarını tanıyor, futbol takımı tutar gibi kavgacılar arasında taraf tutuyor, en kötüsü de onları taklit ediyor.

İnsan ne kadar karmaşık görünse de, temelde davranışlarımız kopyala yapıştır yöntemiyle gelişir. Akıllı ve baliğ olduktan itibaren en yakınımızdan en uzağımıza kadar görüş ufkumuzun içine giren her şeyi önce algılar, sonra kopyalar en sonra da tekrarlarız. Ses tonumuzdan mimiklerimize, sevdiğimiz sevmediğimiz tatlara, değer yargılarımıza ve bunları ifade ediş biçemimize kadar her ayrıntımızda bu kopyala yapıştır yöntemi geçerli olur.

O nedenle akşamları ekranlarımızdan evlerimize konuk olup da hiddetle bağırarak sözüm ona "memleket ahvalini yorumlayan" küp kafalı hıyarağasından tut da, borusunu öttürdüğü holding patronları daha fazla para vursun diye savaş çığırtkanlığı yapan, üstüne üstlük bir de savaş karşıtı olanlara hakaret ederek kendini aklamaya çabalayan bugünün muteber yarının leş yazarlarına kadar kim varsa zihnimizin davetsiz konuğu, onlar bilerek bilmeyerek büyük vebal altına giriyor.

Artık komşumuzla, eş dost ahbapla ağız tadıyla bir sohbet yapmak mazide kalan bir hayal oldu. Kimi görsem "falanca yazar diyor ki" diye başlayan bir tartışma (didişme) başlatıyor. Bir zamanlar sadece bir avuç matbuat münevverinin muzdarip olduğu muterizlik ve muarızlık illeti artık ne yazık ki tüm toplumu sarmış durumda.

O nedenle, "ben aydınım" diyen, kendini öyle görmek isteyen herkese altını çizerek hatırlatma gereği duyuyorum:

Olumsuz duygu bulaşıcıdır. Olumlu duygu da. Haleti ruhiyesi bozuk olan kişi dünyayı karanlık görür. Oysa gerçek farklı açılardan ve farklı filtrelerden bakıldığında başka başka görüntüler de var. Dünyayı karnımız tok sırtımız pekken başka görürüz, açken, üşüyorken, ağrımız sızımız kuyruk acımız varken başka.

O nedenle sevgili yazar yazamaz, yorumlar yorumlayamaz arkadaşlarım, hayata dair dişe dokunur güzel bir sözünüz varsa sizi dinlemek isterim; ama bana sadece menfî, bedbin, tatsız tuzsuz lâflar edecekseniz, susmanızı yeğlerim.

Önerim şudur; klavyenizin başına oturmadan önce bir şeyler atıştırın, mümkünse şekerli bir kahve için, kek falan yiyin. Karşınıza sevdiğiniz birinin, bebeğinizin, kedinizin, sevgilinizin resmini koyun. Ve en önemlisi, daha az gazete okuyun, daha az tartışma (şov) programı izleyin. Hatta mümkünse hiç gazete almayın, televizyonunuzu hiç açmayın.

Yani öncelikle kendinizi huzurlu -hiç olmazsa mutedil- bir insana dönüştürün. Asabınız bozukken karşımıza çıkmayın, gizlenin, konuşmayın, yazmayın. Ben öyle yapıyorum diye değil, doğrusu bu olduğu için. Hatta edep ve izandan yoksun sözleri ve yazılarıyla tahammül sınırlarımızı zorlayan o ar damarı çatlamış çöp adamlara karşı bile galiz sözler sarfetmemeye özen gösterin.

* * *

Zihinlerimizi ekşittiler! Bundan arınmamız gerek!

Yıllar önce birileri eleştiri ve hakareti aydın olmanın gereği saydı ve bizi buna alıştırdı. Ama artık biz yeni bir kuşağız, bu tatsız geleneği gelecek kuşaklara ve çağdaşlarımıza bulaştırmayalım. Eleştirmeden önce anlamaya, ama mutlaka eleştirmek zorundaysak da edepsizi bile edepli bir dille eleştirmeye çalışan bir kuşak olmayı deneyelim. Ve bizden sonraki kuşaklara bu EDEP geleneğini miras bırakalım.

Sahip oldukları telkin gücüyle fikir hayatımızı geren, asabiyete ve hiddete boğan o çürümüş enkazlara gelince, onlar bugün var yarın yok. Papaza kızıp oruç bozmanın ne alemi var? Bu toplumu bunalıma sokanlar her kim idiyse Allah taksiratlarını affetsin. Ama bizler en azından bunalmış, fenalaşmış, olumsuzluklara odaklanmış ve hayattan zevk alma becerisini yitirmeye yüz tutmuş bir toplumu daha da germeme konusunda özenli davranabiliriz.

* * *

Bu minval üzere aldı sazı Dedem Necdettin, görelim hânım ne dedi?

"Ey Türk gençliği! Birinci vazifen soysuzla soysuz densizle densiz olmamaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! Kaka çocuklar kaka lâflar etti diye senin de yoldan çıkıp ağzını bozman mı lâzım? Kalemi eline alıp şeamet kuşu gibi gak gak gak etmeden önce bunu da düşün!"

Hadi kurcala zihnini, mutlaka senin de çevrendekilere söyleyecek olumlu ve yaratıcı fikrin vardır. Konuşmaya oradan başlasak daha iyi olmaz mı? Ha? İyi olmaz mı?

Yorumlar

1969 yılında Kemal Tahir'le Türk edebiyatı üzerine bir mülâkat yapılıyor. Kemal Tahir ilginç şeyler söylemiş. Evet, Türk yazını bunalıma girmiştir ve bunun birkaç nedeni var diyor. Alt alta sıralamış. Ben de fazla teferruata kaçmadan, özetini sizlerle paylaşayım istedim.

Tahir ilk şıkka "küçük adam bunaltısı" nı almış:

"Bütün dünyada olduğu gibi bizde de küçük adam bunalır. Her şeyden önce küçük olduğu için bunalır, batının şartlarının artık değiştiğini göremediği için, büyüklere yani sömürenlere katılamadığı için, kendinden aşağı gördüğü kitlelere karışmaktan korktuğu için bunalır. Bu pis bir bunaltıdır, acımaya değmez. Bizim yazarların önemli bir bölümü bu bunaltıyı olduğu gibi kopyalamışlardır."

İkinci şıkkı birincisinden daha önemli görüp şöyle devam etmiş:

"Faşizme karşı biraz korkudan, biraz da yatkınlığından taraftar kesilme suçu işler. Bu suçun vicdan acısını da çeker. Bu hak edilmiş acıyı saf okurlara onurlu insan bunalımı gibi yutturmaya çabalar."

Üçüncü şıkta da şöyle diyor:

"Günlük olayları, pencereden sokağa bakarak dış görünüşleriyle yazar. Kaytarmacıdır. Kolaya kaçmak için işe girişmiş, gördüğünü yazdığını sanan gündelik olay yazarı, gündelik olayları idrak edebilir mi ki, yazabilsin? Rastlantıyla idrak etmiş gibi yazmış olsa da, bunu okuyucu nasıl kavrayacak? Eğer okuyucu kolay kavrıyorsa yazarla okur arasında ne fark var? Böyle kolaya kaçan yazarların çoğu da, çok acıdır, yetersizlikleri ve tembellikleri yüzünden okurların ardında kalmıştır. Bu hal, herhangi bir sanat kolunun bunalıma düşmesi için tek başına yeter."

Dahası var olmasına var, ama dahası daha fazla yer işgaliyeti demek. Bu kadarı yeter zannımca.

Deniz - 21 Nisan 2011 (12:54)

Bu kadarı zinhar yetmez Deniz, devamını isteriz. Yorum Formu dar geliyorsa Kitap Kurdu bölümü de mi yok? Lebiderya yazı alanı, ister çiftlik kur, ister yazlık site. Emrine amade.

Büdütör - 21 Nisan 2011 (14:01)

Tamam o zaman Sayın Büdütör. Yukarıdaki maddelerin tamamı ve devamı, su basmanından çatısına değin, tünel kalıp sistemle kitap kurdu bölümüne hızla kuruldu.

Yalnız kitabın ismini veremiyorum, çünkü bu mülâkatı eski defterlerimden birinden aktarıyorum. "1969 yılında Kemal Tahir ile yapılan Türk Edebiyatı ve Yazın Sanatının geldiği yer üzerine söyleşi" kaydının dışında, notlarımda bir kitap adı göremiyorum. Umarım bu kargacık burgacıklığım sorun yaratmaz.

İyi okumalar dilerim.

Deniz - 21 Nisan 2011 (17:53)

Teşekkürler Deniz, eski karikatüristlerin dediği gibi, "sen karikatürü çizmeye başla, lejandı arkadan gelir". Biz yayınlayalım, bakarsın kitabın adını bize hatırlatan bir Molla Seyid çıkar.

Büdütör - 21 Nisan 2011 (20:45)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

103
Derkenar'da     Google'da   ARA