Patronsuz Medya

Selâmün Kavlen

Necdet Şen - 2 Kasım 2010  


Neredeyse bütün bir yaz mevsimini ot yolarak, çalı çırpı budayarak, bahçe çapalayarak geçirdim.

Bahçe de bahçe değil, adeta orman yavrusu. İki tırmık, bir nacak, bir kazma ve epeyce lastik eldiven eskittim şu son birkaç ay içinde.

Fakat çok zevkli bir işmiş bu rençberlik işi be kardeşim! Hele benim gibi hayatının 30 senesini "odalarda ışıksızım" şarkısını dinleyerek ve dirseklerin masaya yapışık vaziyette oturup durarak geçirmişsen.

Dallarda kuş cıvıltıları…

Televizyonsuz, telefonsuz, komşusuz bir hayat…

Duydum ki İstanbul'a, Ankara'ya sonbahar çoktan gelmiş. Kazaklar anoraklar indirilmiş üst raflardan. Yağmur fırtına gırla gidiyormuş.

Nispet yapmak gibi olmasın ama bizim buralarda yaz daha bitmedi. Pırıl pırıl bir güneş var tepemizde. Isıtıyor adamakıllı. Tişörtle, hatta bazen tarzan gibi tek bir şortla dolaşıyorum, gene de ter içinde kalıyorum ağaçların diplerini açarken.

İtirazım yok terlemenin böylesine. Bahçemi yeşertiyorum.

Kediler ortalıkta hoplayıp zıplayarak kelebek kovalıyor. Bazen hakladıkları bir bukalemunu bırakıyorlar kapının önüne. Ya da ufak bir yılan. Çaresiz, ağaç diplerine gömüyorum zavallıları, bari gübre olsunlar diye.

Organik mutfak atıklarını da gömüyorum. Onlar da gübre.

Sıcak ve yağmursuz bir yazın ardından daha ilk damlaların toprağa değmesiyle her taraf yemyeşil bir örtüyle bezendi bile. Geçenlerde sohbet ettiğim birinin "burada iki tane mevsim var; yaz ve ilkbahar" dediğini hatırladım ansızın fışkıran bu yeşilliği görünce. Sonbahara mı giriyoruz ilkbahara mı, anlamak pek mümkün değil. Yoncalar diz boyu değilse de yeşil bir halı gibi, her yerdeler. Renk renk zambaklar, adaçayı, yaban mersini, reyhanlar, yaseminler ve adını bilmediğim bin bir çeşit nebatat, yürürken ayaklarıma dolanıyor.

Ne mi oldu? Anlatayım:

Hayatımın son 38 yılını geçirdiğim İstanbul'u ve ağaçların apartmanlardan daha yüksek olduğu ama gene de bir türlü ısınamadığım sonradan görme züppe semti bir daha dönmemek üzere terk edip, güney sahilindeki bu köyden bozma mahalleye yerleştim birkaç ay önce. Otuz yıldır düşünü kurduğum bir şeydi bunu yapmak, ama hep bir takım bahanelerim oluyordu ertelemek için; demek ki kısmet bugüneymiş.

Sonunda benden daha iş bitirici bir dostum, baktı ben niyetlenip niyetlenip yapamıyorum, el koydu olaya. Yan çizmek için uydurduğum tüm mazeretleri tek tek boşa çıkardı ve kolumdan tutup adeta sürükledi buralara. Anam beni kadir gecesi mi doğurmuş nedir, gelir gelmez, elimle koymuşçasına buldum bu kır evini. Görür görmez aşık oldum. Uydurabileceğim mazeretlerin tamamının tükendiğini idrak edince de, çaresiz, topladım tası tarağı, terk ettim İstanbul'u.

Demek ki olabiliyormuş. Emekli maaşıyla bile mümkünmüş bu işler. Yalnız, bir tane sağlam arkadaş lâzımmış, tereddüt geçirdin mi sırtından itekleyecek. Gerisi kendiliğinden geliyormuş.

* * *

Diyeceğim şu ki, yazı yazmaya bu kadar ara verdikse tembelliğimizden çok, başımızı kaşıyacak zaman bulamayışımızdan. Bu bilinsin isteriz. Eee, hal böyle olunca deve yüküyle yazı konusu birikiyor tabii. "Yazsana" diye taciz edip duruyorlar adamı.

Son 200 senedir ne matbuattan ne okurdan "Aman Necdet abi çizse de biz de okusak" gibi bir talep olmadığına göre, biz de yazarak kafa ütüleyeceğiz o halde. Hele şu sağanak yağmurlar bir başlasın, kapıdan dışarıya kapşonlu yağmurlukla bile zor çıkılan aylar gelip de bilgisayar nöbetimize geri dönelim, o zaman gör sen bu haneden yükselen klavye takırtısını.

Şimdilik, bahçeyle cilveleşirken aklımın ucundan gelip geçiveren, "bilgisayarı açtığımda hâlâ unutmamışsam bir yere not ederim" dediklerimi bir çiziktireyim, bakiyesini daha sonra ikmal ederiz kısmetse.

Vira bismillah!

Yazarlık - Çizerlik

Hep söylüyorum, hayatla aramdaki asma köprü bu tür işler. Üstündeyken en ufak kıpırtıda sallanan, insanı boşluğa atacakmış duygusu uyandıran, hem huzursuz edici hem de mutluluk verici bir uğraş. Yazsan bir türlü yazmasan bir türlü. Umutla düş kırıklığı arasında mekik dokuyorsun. "Hadi yazar çizer olayım" diyerek olunmuyor yani. "Yetenekliyim, bunu başarıya, şöhrete, paraya tahvil edeyim" diyerek de olunamıyor. Kursağında taşıdığını ortalık yerde söylemeden duramayacağın için, paylaşmazsan sana torpilli davranan felekle ödeşemeyeceğin için, kendini hayata karşı borçlu hissettiğin için, birkaç adım arkadan gelen birileri varsa eğer, üzerine basabilecekleri emin ayak izleri bırakmak için yazıp çiziyorsun. Asla ve de kat'a bir sidik yarışı değil bu iş. Meslek, hiç değil.

Anılarını yazmak

Bunun için ille de sıradışı biri olmak gerekmez bence. Diğer insanlardan daha haklı, daha namuslu, daha kahraman olmak da. Herkesin hayatı -sırf hayat olması hasebiyle bile- anlatılmaya değer bir sürü öykü barındırır.

Anılarını yazmak, teknik olarak, yazmayla ilgili diğer uğraşlar gibi, akıp giden bir film şeridini kırpıp biçip, çoğunu çöpe atıp, kalanından da anlamlı bir bütün çıkarmak demektir aslında.

Ya da şöyle söyleyeyim: Roman ya da öykü yazdığında, bir ölçüde anılarını da yazarsın. Aradaki fark, birinde gerçeği keyfince eğip bükebilme, takla perende attırma, eklemeler çıkarmalar süslemeler yapabilme özgürlüğüne sahipken, diğerinde -en azından kişileri adlı adınca zikrediyorsan- kılı kırk yarmak, gerçeklikle bağını sımsıkı korumak durumundasın.

Ama işin en başında anılarını yazmakla yazmamak arasında kararsız kaldığın bir iç hesaplaşma eşiğine gelip dayanırsın. Bu eşik ister istemez duraklatır insanı. O eşikte karşına dikilen yaman bir soru vardır çünkü.

Der ki içindeki o ses:

"Her şeyi tüm açıklığıyla yazacak olursan belki ortaya ilginç bir öykü çıkar. Ama en yakındakinden en uzaktakine kadar bir sürü insan kırılabilir, burulabilir, kendilerine haksızlık edildiğini düşünebilir. Anı yazarak kimseye yaranamazsın. Bir de onca kişinin tafrasıyla, küsmesiyle, vıdı vıdısıyla uğraşmak zorunda kalırsın. Buna hazır mısın?"

Soruya vereceğin cevap "vız gelir tırıs gider" ise, gerisi yazarlık konusundaki becerine, nefesinin kuvvetine kalmıştır. Yazabilirsin anılarını.

Haa, çarpıtmadan, kendine yontmadan, yalana dolana iftiraya başvurmadan yazmak nereye düşer diyorsan, işin orası kendin için koyduğun insaf, edep, sağduyu çıtasının yüksekliğine bakar. Bunun ne terazisi vardır ne hakemi.

Hem zaten kendinle ilgili konularda ne kadar yansız olabilirsin ki?

Ve ayrıca yansız olmanın gereği var mı?

Bana kalırsa yok. Yazdığın şey anonim bir masal değil, makale hiç değil, senin kişisel hikâyen. Anılarının hangi kısımlarını ne tür bir üslupla anlatacağına karar verecek olan da gene sensin.

Keşke yukarıda sözünü ettiğim o yüksek eşiği aşabilsem de yazabilsem anılarımı gürül gürül. Ama hiç yazamayacakmışım gibi geliyor. Kılıçtan keskin bir iş çünkü anılarını yazmak. Çevremin tenhalaşmasından değil ama istemeyerek de olsa birilerini yaralamaktan korkuyorum.

"Şu ana kadar yazdıkların neydi peki?" diye sual eden olursa…

Geçip giden yağmur bulutlarından serpiştiren birkaç damla idi onlar, derim.

Ahmak ıslatan…

O kadarına anı yazmak denilmez. Bak şu gökyüzünde biriken koyu renkli bulutlara, anlarsın ne demek istediğimi.

O yağmur yüklü bulutlar ki, yağsam mı yağmasam mı diye düşünüp duruyorlar nicedir. Yağsa bir dert yağmasa başka dert.

Belli ki başımızın üstünden sessizce süzülüp gidecek, ıssız bir yerde usulca toprağa bırakacak damlalarını. Kimseciklerin ruhu duymayacak.

Sen sağ ben selâmet. Yağmur, kimseyi ıslatmamış, taşıdığı bereketle sadece boş yamaçları sulamış olacak böylece.

"Dünya çapında sanatçı olmak"

Öyle iddialı hedefler bu hakiri aşar. Aşmakla da kalmaz, bozar. Niye dersen, bunun için hırs lâzım, bende yok. Dahası, öyle biri olmak, 6, 5 milyarlık dünya nüfusu içindeki en seçkin (en bencil demek istiyorum) azınlıktan biri olmak demek, ki ben öyle bakılan edilen biri olmaktan çok sıkılırım. Sokakta yanımdan geçen insanlarla göz göze gelemem beni süzdüklerini hisedersem. Herkes tarafından arzulanıp da bana kısmet olmuş pırıltılı şeyleri utanarak taşırım; suç işliyormuşum gibi bir duygu gelir çöreklenir içime.

Hem, "dünya çapında" denilirken, kastedilen şey aslında Kuzey Amerika ve Avrupa kıtalarıdır. Yani süpermarket. Fazlasıyla sığ ve fazlasıyla piyasacı bir klişe.

Dahası, doğduğum andan beri, öyle ya da böyle, hep "azınlık" olduğum için artık sıkıldım. Maçın ikinci yarısını özelliksiz ve ünvansız biri olarak geçirmek isterim mümkünse. Dünya çapında bir pop ikonu ya da sektör falan olmak şu yana, oturduğum bu köye muhtar bile olmak istemem.

Aslına bakarsan, şöhrete ve işrete hevesim hiç olmadı ki zaten. Hem, ne kadar hırs yaparsam yapayım, bende o kumaş yok. Orhan Pamuk ya da Fazıl Say türünden bir hediyelik eşya olamayacağımı bana bakan herkes 50 kulaç uzaktan anlar. Anlayamayana şaşarım.

Walt Disney

Bildim. Şu darphane gibi para basan uluslararası şirket azmanının kurucusu olan kişi değil mi bu? Hani şu aşırı sağcı. Emperyalist politikaların bir numaralı destekleyicisi.

Gençliğinde kapı kapı dolaştığı halde karikatürlerini kimseye beğendiremeyen, hatta yayıncının birinden "evlâdım sen kendine başka bir iş bulsana, çok yeteneksizsin" diye terso çekilen…

O hırsla gidip iş adamı olan, yetenekli çizerlerden ve kendisine şans tanımayan diğer yayıncılardan intikamını bu şekilde alan hırs küpü bir adam…

Yanında çalıştırdığı yazar-çizer taifesini köle gibi kullanan… Çok düşük ücretler ödediği yetmezmiş gibi, en temel sosyal haklarını esirgeyen ve ürettikleri her şeyi kendine mal eden…

Walt Disney markasını taşıyan çizgi filmlere ve matbu dizilere dikkatlice göz atan biri bu dediklerimin daha ötesini kendi gözleriyle teşhis edecektir. ABD'nin çıkarları ve emperyalist politikaları o dönem hangi coğrafyayı hedef seçmişse Walt Disney dizilerinin kötü adamları da oralıdır. Dönemine göre bazen Çinli, bazen Arap, bazen Güney Amerikalı, bazen Afrikalı.

Mickey Mouse öykülerinin alt metinleri Kapitalizm cihazının devre şeması gibidir adeta.

Ve Walt Disney şirketinin çocuklar için yapıp tüm dünyaya seyrettirdiği o popüler çizgi filmler -ve bir de Andersen masalları- gelmiş geçmiş en tahripkâr korku filmleridir.

Çocuğum olsaydı, onu elimden geldiğince bu tür çizgi filmlerden ve karikatürlerden uzak tutardım.

Mümkünse televizyondan da…

Ha, bu arada, "Walt Disney bir otel odasında minicik bir fındık faresi gördü, o an aklına Mickey Mouse diye bir çizgi karakter yaratmak geldi" diye dilden dile dolanan bir terane vardır ya hani, bu terane "Gırgır dergisinin 500 bin sattığı ve dünyanın üçüncü büyük mizah dergisi olduğu" sakızı kadar takoz bir şehir efsanesidir. Bizzat malın sahibi tarafından üretilmiş olup pazarlamaya yöneliktir. Gerçek şu ki, Mickey Mouse'dan Donald Duck'a, Goofy'den Daisy'ye kadar tüm Walt Disney kahramanları, o kötücül adamın şirketlerinde çalışan isimsiz köleler tarafından tasarlanmış/üretilmiş ve işin parsası Varyemez Amca (yani kendisi) tarafından hasat edilmiştir.

Benim gibi birine tutup da böyle birini rol modeli olarak önermek, ironisi kendinde saklı bir dil sürçmesi olabilir mi acaba?

Arz ve Talep

Şu an yaşı 35 ve altında olan ve hayatında hiç çizgi roman bile okumamış bir kuşak yetişiyor. Ne Tommiks'i, ne Kaptan Swing'i, ne Ken Parker'ı biliyorlar.

Bu kuşak, 45'lik plakları, kalaylı bakır kapları, gaz lâmbasını, hatta belki katalitik sobayı bile bilmiyor. Kaldı ki nalbant, semerci, pamuk helvacı, bileyci gibi meslek erbabından haberleri olsun.

E, şimdi Allah için, zamanında gazeteler çocuklara da hitap etsin diye akıl edilmiş, ama günümüzde gazetelerin akıl danelerinin her birinin birer karikatür kahramanına dönüştüğü ve dolayısıyla artık -ihtiyaç kalmadığı için- tarihe karışmış olan, ömrü hepi topu 100 yıl kadar sürmüş ve hakkın rahmetine kavuşmuş bir zanaatın erbabı olarak, kim tarafından ve niçin talep edileceksin? Tırşık çorbasından ya da bıttım sabunundan farkımız ne? Çizgi romanın türevi olan çizgi film bile raf ömrünü tamamlamak üzereyken…

Ne yapalım şimdi, ölelim mi bizim meslek tarihe karıştı diye? Kırk yıl öncesinin pop şarkıcıları gibi televizyon şovlarına çıkıp bizi unutanlara verip veriştirelim mi? Diyalektik bu yav, dünya durmaksızın değişiyor. Ben ve türdeşlerim tarlanın kenarındaki biçilmiş sarı otlarız. Yolunduk. Defterimiz dürüldü. Artık ineğin önüne atsan yemez bizi; hazır yemler daha lezzetli.

Efendim? Sen sivri dilli olduğun ve de kimsenin kapısını "bana iş verin" diye aşındırmadığın için bu durumdasın mı diyor oradan biri?

Eee, ne yapalım, demek ki böyle tavırların da devri kapanmış. Çağı anlayamamışız.

Kapitalizm

Yani sen şimdi koskoca Devrimci Sendikacı Eğitim Dairesi Başkanı olarak 12 Eylül'e yakalan, hapislerde yat, Marxist klâsikleri yalayıp yut, yayıncılık, haritacılık, girişimcilik, bilişimcilik falan yap, sonra da tut "ücretini ödemedim, zira Kapitalistim" gibi matrak cümleler kur.

Bu kadar çarpıcı bir "Kapitalizm" yorumunu ben ne kadar zihin jimnastiği yaparsam yapayım, mümkün değil, beceremem.

Ama becerebilen birileri var demek ki bir yerlerde.

Zaman Kaykılması

1985'te yağlayıp yıkayıp işini gördürdüğü kişiyi 1984'te defterden silmek.

Lâf Salatası

Malzeme: "İnsanı evrensel standartlarda oluşturan, tanımsızlıktan çıkaran güçlü yaptırım", "yaşadığımız ışık hızı çağında farklılığını fark etmiş", "rasyonel ve dünyayı kavramış bir kapitalist", "data'yı knowlodge'a dönüştürüp bir tornavida gibi", "unique ve nevi şahsına ait", "tırşık çorbası", "bıttım sabunu", "Divriği Ulu Camii", "Endenozya", "Fas", "Pegasus", "kaya tohumu", "tez/antitez", "Einstain", "her kes", "küresel dünyanın ustaları", "bilgiyi mobil veya sabit bir lokasyon ile ilişkilendirerek ışığa bindirmek", "nettaş", "bütünlüğü olan bir yaşam projesi", "bir akıncı ordusu gibi 'konwlodge'laşarak", "Mannhatten, Paris, Moskova" …

Yapımı: Malzeme çukur bir kaba tıkıştırılır. Ne kadar müsrifçe kullanılırsa o kadar janjanlı durur.

Besin değeri: Yoktur.

Tevazu

Bizim gibi küçük ve önemsiz insanlara lâzım olan bir şey. Büyük projelerin insanlarına gerekmez.

Açık Yüreklilik

Anılarımı yazmaktan çekindiğim gibi, ortalık yerde açık yüreklilikle konuşmaktan da çekinirim. En azından, kendime karşı gösterdiğim açık yürekliliği başka insanlara karşı göstermemem gerektiğini hayat bana öğretmiş bulunuyor.

Bilirim, herkesin öyle ya da böyle, benlik duygusu var. Manevi sermayesini hoyratça ziyan etse bile, yine de herkesin çiğnenmemesi gereken bir onuru da var. En hak etmeyen insan bile onaylanmak, pohpohlanmak, yüceltilmek ister.

Açık sözlülük, kendine karşı iyidir de, başkalarına yöneldiğinde yıkıcı olabilir. Bazen insanların ortalık yerde söylenmesini hazmedemeyecekleri ama sapına kadar gerçek ve sapına kadar yeri gelmiş şeylere susman gerekebilir.

Eh, o zaman, ben kamuoyu önünde bundan daha fazla açık yürekli ve açık sözlü olamam, kimse kusura bakmaz umarım. İncitmekten, gönül yıkmaktan, zaten egosu balon yapmış birilerinin ayarını daha fazla bozmaktan korkarım.

Yorumlar

Sizi okumayı seviyorum Nejdet Şen. İnsanların büyük çabalar harcayarak kazanmaya çalıştıkları maddî sermayeleriyle, hiç çaba harcamadan, bir tek sözle tükettiği manevî sermayelerini kıyaslayacak olursak sapına kadar yeri gelmiş şeylere susmak gerekliliği bence de doğru bir davranış ama bir özveri aynı zamanda.

Filiz Özdemir Gönüllü - 20 Kasım 2010 (21:02)

O köy bizim köyümüz diyordum yazının ilk cümlelerini okurken. Hangi köy diyecek olursanız 'Necdetgilin gidip yerleştiği köy' diyeceğim. İçten içe kızmışım Necdet Şen'e. Yahu tamam öyle fazla gelip ziyaret edemiyorduk, aman aman görüşemiyorduk ama oradaydın. O güzel semtte sahil ile Bağdat Caddesi arasındaki sakin sokakta. Her an gidebilirdim, kedilerle, bahçedeki şeftali ağacı ile kıymalı gül böreği ile kendimi ağırlatabilirdim. Pat diye gidiverince uzağa, bir 'kapı kapandı' durumu oluştu. Buruldum. Bencilce biliyorum ama ani kararla toprağa yakın yaşamaya dönen Necdet'e içimden kızmışım. Farkettim. İtiraf ediyorum. Üstelik benim de hayalîni kurduğum bir hayatı kucakladı diye kıskanmışım da. Galiba.

Bu yorumu yazıp yazmamakta çekinik kaldım. Nihayet bu akşam yazayım dedim. Benden çıksın.

Ahmet Faruk Yağcı - 23 Kasım 2010 (23:07)

İyi olduğunuza ve yıllardır hayalîni kurduğunuz hayatı yaşamanıza sevindim. Uzun süredir yazmayınca meraklanmıştım. Yazıların bakiyelerini bekliyoruz. Sağlıcakla kalın.

Mina - 1 Aralık 2010 (16:24)

Olağanüstü samimi, bir o kadar da namuslu değerlendirmeler. Gönülden kutlarım değerli N. Şen… Uzun yıllardır böylesine tat aldığım bir yorum yazısı okumamıştım. Üstelik içsel dünyanızda gerçekleştirdiğiniz seyahatin keyifli bir belgeseli. Yalansız, dolansız, efektsiz ve katkı maddesiz. Bu arada, takmayın kafanızı "yamanlara", piyasada yaman çok, hem de sayılamayacak kadar. Saygılarımla.

Macit Cününoğlu - 12 Aralık 2010 (10:12)

İnsan; "yar bana bir himaye medet" ünletilemeyen ve "gir bura buyur hem ye hem ödet" ünlemeyen canlıdır. Bu yüzden aklen ve ahlâken yüksek seviyede olmayı gözeten, insanlar arasından çıkar. Toplumsal sorumluluk tabelâsı altında hasbe'l-kader bir takım yapıp etmelerimiz olacak ve bunun karşılığını toplumdan değil, bir iş sözleşmesinden bekleyeceğiz öyle mi!

Tahsin Yılmaz - 30 Aralık 2010 (16:46)

Ne kadar güzel doğal yaşam. Enerjinizi toprağa aktarmak ne kadar güzel.

Melâhat Erdoğan - 7 Nisan 2011 (11:42)

Hocam bana tatil anılarımı hatırlattınız. Evet güneyde iki mevsim var biri ilkbahar biri yaz. Aşığım ben güney sahillerine. Çok seviyorum denizini yeşilini zeytinini incirini dutunu. Aslında şu anda tam da yaşamak istediğiniz hayatı yaşıyorsunuz hocam. İnsan güney sahillerinde bütün streslerini suya bırakıyor hocam, o manzara o deniz insanı yeniliyor. Herkes aslında şu an sizin yaptığınızı yapmak ister ama çalışmak ve para kazanmak zorundayız, metropollerde yaşamak zorundayız, ama bir aylık yaz kaçamakları bile insanın ruhunu dinlendirmeye yetiyor.

Melâhat - 7 Haziran 2011 (16:30)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

68
Derkenar'da     Google'da   ARA