Patronsuz Medya

Küstüm siye! Gelme biye!

Necdet Şen - 22 Mayıs 2009  


"Bakar mısın şu çocuktaki yeteneğe abi? Bizim on yılda yaptığımız aşamayı bir haftada yaptı. İnanılmaz bir hızla ustalaşıyor çizgileri."

"Eeee, biz onu boşuna tavsiye etmedik herhalde sana. Çizgilerini görür görmez anlamıştım süper yetenek olduğunu."

Breh! Breh!

Gırgır dergisinin koridorundaki uzunca masanın bir köşesine ilişmiş Fırt dergisinin o haftaki sayısında yayınlanacak olan kıçıkırık karikatürümü çiziyorum alt tarafı. Daha 19 yaşındayım. Oğuz ve Tekin abiler arkamda yanyana durmuş hayranlıkla kartonun üstündeki çizgilerime bakıyorlar. Elleri omuzumda, sırtımı sıvazlıyor, şaplaklıyor, en sevecen sesleriyle pohpohlayıp yüreklendiriyorlar.

Övgüler karşısında ezilip büzülüyorum. Hiçbir marifetin takdir edilmediği, tam tersine, en iyi şeylerin bile "hıh, noolmuş yani" diye karşılandığı ya da daha beteri, "kendini bir bok mu zannediyorsun" diye aşağılandığı bir aileden geliyorum; alışık değilim o kadarına.

Tarih, 1975 sonları ya da 1976 başları olmalı. Gözlüklü, sıska uzun boylu bir oğlanım. Ağzımın etrafındaki beyaz uçlu akneler olmasa, yaşımın yakışıklısı bile sayılabilirim. Nasıl her gelin kızın rüyası Zetina dikiş makinası ise benimki de bir damla sevgi. Suyun kaynağını bulmuşum, Oğuz Abi ile Tekin Abi tepemden sevgi ve takdir akıtıyorlar adeta. Kana kana içiyorum.

Ama diğer yandan da içimde bir tedirginlik, "Ya bunu kaybedersem?"

Alışmadık görtte don durmazmış, kesin kaybederim. Ne yapsam?

Tüm gücümle bu beklenmedik sevgi ve ilgiye lâyık olmaya çalışmaktan başka ne gelir elden?

* * *

Bir gün bu halimi gören daha kıdemli bir çizer arkadaş, kulağıma kar suyu kaçırdı:

"Merak etme, en fazla birkaç hafta sürer bu pohpohlama. Sonra sana da boka bakar gibi bakmaya başlar Oğuz Abi."

İnanamadım. Kıskanıyor sandım.

"Hepimiz geçtik aynı yoldan" dedi. "Başta çoğumuza böyle davranır, sonra güm diye atar yukarıdan aşağıya. Neye uğradığını anlayamazsın. Ne kabahat yaptım diye düşünür durursun, ama cesaret edip soramazsın da."

Gençtim. Hayatın acemisiydim. Böyle bir davranış çeşidini kavrayabilecek donanımdan yoksundum. Kavrayamadım da nitekim. Bir süre sonra sahiden de o arkadaşın dediği gibi oldu. Oğuz Abi'nin gözlerinde gördüm o bakışı. Artık bana da boka bakar gibi bakıyordu. Bırak iltifatı, sırt sıvazlamayı, özendirmeyi, önüne koyduğum karikatür eskizlerini yarıya indirilmiş göz kapaklarının ardından "beş para etmez" dercesine şöyle bir süzüp, eline bulaşan bir pisliği silkelermiş gibi masanın üzerine fırlatıyordu. Bazılarını yere uçarken havada yakalıyordum.

Balayı bitmişti. Gözden düşme sırası bendeydi.

Gene de iki yıl kadar yazdım çizdim Gırgır ve Fırt'ta. Ama çekip gitme kararımı işte o zaman vermiştim. O nedenle Gırgır'da mübarek Oğuz Abi'nin deyimiyle "hep kaçacak gibi durdum" .

Çizerlik benim için bir meslek değil, hayata tutunmamı sağlayan bir ipti. Boyun eğmekle karikatürist olmak kavramlarını aynı bağlam içine sokamıyordum.

Bol para vardı Gırgır'da ama hesapsız sevgi yoktu. Çalışma arkadaşlarını kulu gibi gören, belki de duygusal fırtınaları nedeniyle ancak o tarz ilişkilere açık olabilen, fazlasıyla darbeli bir adam vardı kaptan köşkünde. Bu seyrüseferi içine sindirebiliyorsan, miço, tayfa, hatta lostromo olabiliyordun o teknede. Sindiremiyorsan, kıyı henüz gözden kaybolmadan atlamak en iyisiydi. Ben atladım.

Çizer olmaya karar verdiğim an, o andır işte. Oğuz Aral'ın yörüngesinden çıkıp uzaya açıldığım bir Nisan öğleden sonrası. Sene 1978.

Baskın bir figürün etrafında umarsızca dolanıp ondan şefkat ve takdir beklemekten kesin bir kararla vazgeçtiğim o gün, kendime olan saygımı da pekiştirdim.

* * *

O yıllarda bu iki uçlu tavrın sadece Oğuz Abi'ye özgü bir "tuhaflık" olduğunu zannediyordum. İlk başta fol yok yumurta yokken neden o kadar derin bir şiddetle sevdi ve sonra gene fol yok yumurta yokken neden o kadar derin bir düşmanlıkla ezmeye kalktı, kafa yoruyor, çözemiyordum.

Zamanla başka insanlarda da gördüm bu davranışın benzerini. Tekrar tekrar şaşırdım.

* * *

Karagöz Öğrenci Ansiklopedisi diye değişik bir ansiklopedi yayınlanmıştı bir aralar. 1983'ün son ayları falan olmalı. İsteksizce çalışmakta olduğum Güneş gazetesinin spor servisinden henüz ayrılmıştım ki bir gün telefonum çaldı. Açtım. Hattın ucunda kibarca konuşan bir beyefendi. Kendini tanıttı:

"Merhaba, benim adım Yücel Yaman. Darbeden önce Devrimci İşçi Sendikaları'nın (DİSK) Eğitim Dairesi başkanıydım. Sizin telefonunuzu karikatürist Mıstık'tan aldım. Rahatsız etmiyorumdur umarım."

"Estağfurullah."

Hapisten çıktıktan sonra ansiklopedi yayıncılığına başlamış Yücel Bey. Daha doğrusu içerideyken karar vermiş buna. Eğitim sistemimizin ne kadar berbat olduğunu farketmiş oradayken. Dışarıdan ortaokul ve lise ders kitapları getirtmiş ve diğer siyasî mahkûmların istihza dolu bakışları altında bunları okumuş, Marksist bir disiplinle analiz etmiş. Görmüş ki bu kitaplar yalan yanlış bilgilerle dolu. "Ağaç yaşken eğilir" demiş ve hiç olmazsa bundan sonraki kuşakların daha düzgün eğitim alabilmeleri için bir öğrenci ansiklopedisi çıkarmaya karar vermiş.

"Saygı duyulacak bir girişim. Ama ben çizgi romancıyım. Ansiklopedide ne gibi bir katkım olabilir size?"

O da zaten çizgi roman istiyormuş. Sormuş soruşturmuş, üstad Mıstık ona beni tavsiye etmiş.

Buluşup tanıştık. Anlaştık. Kısa sürede yayın hayatına atılan ve fasikül fasikül yayınlanan bu ansiklopedide her hafta iki sayfa çizgi roman yapmaya başladım. Hikayenin adı: "Karagöz'ün Maceraları" idi.

Derginin piyasaya çıktığı hafta Etiler'deki bir lokantada çalışanları bir akşam yemeğinde bir araya getirdi Yücel Yaman. Yenildi içildi diğer arkadaşlarla müşerref olundu.

Bir ara esmer güzeli bir kadın yaklaştı masamıza. Adı Dilruba imiş. Karşımda durdu.

"Biliyor musunuz" dedi, "sizin yüzünüzden dün gece kocamla kavga ettik" .

Şaşkınlıkla baktığımı görünce açıkladı:

"Ben Yücel'in eşiyim."

Daha da şaşırdım.

"Benim yüzümden mi? Neden?"

Anlattı. Vaktiyle Lenin mi, başkası mı, her kimse unuttum şimdi, ölüm döşeğindeyken en yakınından birini değil de yıllardır dargın olduğu eski bir dava arkadaşını çağırtmış başucuna. Bunu anlatmış karısına Yücel Yaman ve demiş ki:

"Ben de son saatim gelip çattığında başucumda kimi görmek ve konuşmak isterim, biliyor musun?"

"Herhalde beni görmek istersin" demiş Dilruba Hanım.

"Hayır" demiş Yücel Yaman, "Necdet'i görmek isterim" .

Kadın da kızmış doğal olarak. "Ben senin yirmi yıllık karınım. En zor günlerinde yanında ben vardım. Şimdi sen daha bir hafta önce tanıdığın bir çocuğu benden üstün mü tutuyorsun?"

"Üzgünüm ama öyle işte" demiş Yücel Yaman. "Hayatımda tanıdığım en muhteşem insan o; son nefesimde onunla helâlleşmek isterim."

Biraz daha büyümüş olmalıyım ki, pek ciddiye almamıştım bu abartılı payeyi. Ama gene de içten içe mutlu olmuştum tabii. Herkes ister sevilmeyi. Hele böyle ışıltılısı her kula nasip olmaz.

* * *

Ne zaman mı hâk ile yeksan oldu Yücel Yaman'ın gözündeki ve gönlündeki tahtım? Söyleyeyim: Bir türlü ödenmediği telif ücretimi kısık bir sesle de olsa isteme cüretini gösterdiğim gün.

Şaka değil. Ansiklopedi istediği satış çizgisini tutturamayıp kapandıktan bir süre sonra "İki Nokta" adında bir şirket kurup haritacılık işine girdi üstad. Şirketini tanıtan broşürü de bana hazırlattı. Grafik tasarımı ve renkli çizimler falan. Zannediyorum sene 1985 falan olmalı.

Ama üzerinde mutabık kaldığımız cüz'î telif ücretini ödeme zamanı geldiğinde bir türlü eli varıp da öde(ye)medi. Her seferinde gelecekteki muğlak bir tarihe atıldı o sıkıcı iş.

"Peki" dedim her seferinde; "biraz daha bekleyebilirim" .

Cumhuriyet'te çalışıyordum artık. Hızlı Gazeteci mi ne, öyle bir şeyler yapıyordum. Aç açık değildim. O ödeme gecikebilirdi az biraz.

Ama sadece ödeme tarihi değildi ki ileriye atılan. Artık ne zaman görüşsek gayet abus bir tavırla karşılıyor, boka bakar gibi bakıyordu o da suratıma. Kapısındaki ofisboy kadar bile değerim yoktu artık. Düpedüz köpek muamelesi çekiyordu.

Ziyanı yoktu esasında. Ölüm döşeğindeyken yanına başkasını çağrırsa gocunmazdım. Kendisinden tek isteğim vardı: Sadece telifimi ödesin ve ben ikide bir kapısına gidip gelmekten kurtulayım. Ama o, her seferinde "param yok" diyerek bir kez daha savuşturuyordu beni başından; bir daha aramak, bir daha ayağına gitmek zorunda kalıyordum.

Bakkal çırağı gibi, üç beş ayda bir kapısına gidiyor, sepetleniyordum. Mütevazı bir meblâğ yüzünden hem de.

Birkaç yıl sürdü sanırım bu "param yok, sonra gel" nakaratı.

Bir gün gene "şu gün gel, ödeyelim" diye kendisinin belirlediği bir tarihte ofisinde süklüm püklüm oturmuş, mühim işlerinden vakit bulup da üç kuruşluk telifimi ödeyip başından def etmesini beklerken, hamal kılıklı bir adam girdi içeri. Hamalmış gerçekten de. Şirketin matbaaya olan borcunu tahsil etmek için gönderilmiş.

Faltaşı gibi açılmış olan gözlerimle gördüm, Yücel Yaman matbaanın hamalına hiç mırın kırın etmedi, çekmecesini açtı, oradan deste deste banknotlar çıkardı ve masanın üzerine yığdı. Hamal o para balyalarını yanında getirdiği bir çantaya doldurdu ve gitti.

Sonra varlığımı yeni farketmiş gibi bana döndü üstad. Yüzünde büyük abdestine bakarcasına bir ifadeyle sordu:

"Buyur canım, ne var?"

Kendimi dilenci gibi hissettim. Benim alacağım paranın miktarı o destelerin içinden çekilecek tek bir banknotla ödenecek kadar küçüktü. Ne de olsa çizer ücreti, çakmak cebine bile sığar. (Çizer bensem tabii.)

"Şey, ödemeyi bugün yapacağınızı söylemiştiniz de…"

"Param yok!"

Odadaki yardımcısına döndü, çenesiyle beni işaret ederek iğrenir gibi bir tavırla:

"Arkadaşa bir ödeme takvimi çıkartalım" dedi. "Taksit taksit ödensin."

Öylesine aşağılıyor ki, utancımdan yerin dibine giriyorum. Gene de nasıl becerebildimse, kendimi zorlayıp, duyulur duyulmaz bir sesle konuşabildim:

"Ben takvim değil, paramı istiyorum."

Aman tanrım! O an odanın ortasında sanki bir bomba patladı! O kısa boylu tombik adam bir fırladı ayağa, bir kükredi, bir kaldırdı yumruğunu havaya ki, şallak mallak oldum, ödüm bokuma karıştı. Yüzü öfkeden kıpkırmızı. Yeri göğü inletircesine bağırıyor.

Ben hayatımda hiç o kadar hiddet ve cinnet içinde birini görmedim. Dayak yer miyim diye değil ama adam kalpten gidecek diye korktum açıkçası. Bu tip insanların hipertansiyonu taşikârdisi falan olur, mazaallah…

Birileri yetişti, göbeğinden kavrayarak uzaklaştırdılar tepemden. O hâlâ bağırıyor. Sanki şunca zaman o bana değil de ben ona hakaret ediyormuşum gibi, birikmiş bir hezeyanla patlıyor. Bense utanıyorum sadece. Para yüzünden şu başıma gelene bak!

Sonunda ödedi borcunu. Nasıl mı? Mahkeme yoluyla tabii. Tanıştığımızın ilk haftasında beni ancak "tutku" sıfatıyla tarif edilebilecek derecede sevmiş olan bu devrimci/sendikacı/eğitimci ağabeyim, yargı yoluyla daha fazlasını ödememek için, avukatı Müşir Kaya Canpolat aracılığıyla uzlaşma teklif etti. Avukatın üslubu telefonda çok kibardı, gene utandım, "olmaz" diyemedim. Tan Oral aracılığıyla gönderdi adamakıllı kırpılmış telif ücretimi, konu kapandı.

Birkaç sene gecikmeli de olsa, enflasyondan kuşa dönmüş olsa da, değersiz göz nurumun karşılığını en sonunda cebime koyabildim. Ne yaptım o parayı hatırlamıyorum. Belki köfteciye gitmişimdir birkaç kez. Belki üç beş kitap almışımdır. Neden matbaacı ya da hamal ya da tuvalet bekçisi değil de yazar çizer olduğuma kafa yormuşumdur belki evime tabanvayla dönerken.

Daha sonra başka bir çizer arkadaştan, yaşadığım bu olayın bir benzerini kendisinin de yine aynı devrim kahramanıyla yaşadığını öğrenince biraz rahatlamıştım. Yazara çizere para ödemek gücüne gidiyordu besbelli Yücel Yaman'ın. Perspektif meselesi. Marksizm'i benden daha iyi bildiği için bir şey diyemiyorum; mutlaka bunun "emek/değer" bağlamında akla yatkın bir açıklaması vardır.

* * *

Hay Allah! Çenem düştü. Neden bahsedecektim, lâf lâfı açtı, nerelere geldi. Olsun, gene de iyi biridir Yücel Efendi. Beni İdris Küçükömer'le tanıştırmıştır en azından. Bu bile binbir hakaretle nazla niyazla ödenen kıytırık telif ücretinden daha değerlidir. Allah selâmet versin. Tuttuğu altın, yastığı kuştüyü olsun.

* * *

Zaten bu şarkının ana fikri, ne Oğuz Aral'ın duygusal gelgitleri, ne de Yücel Yaman'ın emek/sermaye bağlamındaki yüksek seciyesi. Ben bu vaazımda aslında bazı insanlarda gözlemlediğim "yoğun sevgiden yoğun nefrete ani geçiş" hallerinden bahsedecektim sevgili din kardeşlerim.

Bismillahirrahmanirrahim…

* * *

Tek tek hepsini anlatacak değilim bildiğim örneklerin, elektrik israfı olur. Sadece altını çizip bir sonraki sahneye geçeyim: Hayatımın her aşamasında gördüm bu "büyük aşk" ve "ani kopuş" ikilemini.

Bir insana -bazen bir düşünceye- daha tanışır tanışmaz yoğun bir tutkuyla bağlanan, onu hayatının merkezine koyarcasına abanan, yere göğe sığdıramayan; ama sonra ansızın, her ne olduysa, bu yoğun enerjiyi küskünlük ya da nefret olarak dışa vuran zor insanlar tanıdım.

Zordur hakikaten. Böyle insanlar adamı yorar. Müthiş bir silâha dönüşür bu insanların elinde "yanlış anlama" kartı. Ne desen ikna edemez, aksine, daha da fazla içinden çıkılmaz hale getirirsin hezeyan dolu çıkışlarını.

Onların bir uçtan diğer uca savrulmasını tetikleyen neden, bazen minicik bir espriyi bile varoluşunun temeline koyulmuş bir dinamit gibi algılamasına yol açan diken üstünde bir alınganlık, bazen minik bir eleştiri, bazen ona vereceğin şeylerin bitmesi, bazen bir bakış, bazen bir suskunluk olabilir. Böyle bir savrulmaya hazırlıksızsan, fena afallarsın.

Egoları çok büyük olur bu insanların. Sevgilerinin, ilgilerinin, tutkularının arka planında, aslında karşılanması mümkün olamayacak boyutta bir talepkârlık ve zorbalık yatmaktadır. Bu gizli zorbalığı eğer hayatın acemisiysen o ilgi ve hezeyan sarkacında bir o yana bir bu yana savrulurken göremeyebilirsin.

O nedenle, bir anda samimi oluveren, abanan tiplerden artık sakınıyorum. "Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü" diye sormayı görev biliyorum artık.

Önceleri, hamurum suçluluk -ya da değersizlik- duygusuyla karılmış olduğundan mı ne, yolunda gitmeyen her türlü ilişkide kendimi kusurlu bulma eğilimindeydim. "Hayata hazırlıksızdım," demiştim ya, o hesap. Sevgisiz çiftleşmelerden hasıl olmuş, daha ana rahmindeyken defalarca canına kastedilmiş, yine de inat edip -doğuranın deyimiyle- kubura düşmemiş, iğneleri yedikçe daha da güçlenip hakkındaki ölüm hükmünü her seferinde bozmuş, prezervatif artığı bir velet idim. Biletim yoktu. Dünyaya duvardan atlayarak girmiştim. Çocukluğumu ve gençliğimi hep kaçak bir mülteci gibi geçirmiştim. Kabahatimin ne olduğumu bilmiyordum ama kabahatliydim işte. Birbirine kanı pek ısınamamış bir anne ve babanın en küçük çocuğu olmak böyle bir şeydi. Mutsuzluğun faturası aslında hepimize, ama sonuncu olmak hasebiyle, en çok da düşük gazisi Necdet'e çıkarılmıştı.

O nedenle, çocukluğum ve gençliğim boyunca bana ne kadar kötü ve hoyrat davranılırsa davranılsın, asla başkasında kusur bulmuyor ve "mutlaka yapmışımdır benden nefret etmesine neden olacak bir eşeklik" deyip topu kendime atıyordum.

Şu yaşımda bile hâlâ "ben seni doğurmak istememiştim, arsızlık ettin de doğdun" diyen sevgili annem ve kendi mutsuzluklarını benim "hırçın" kişiliğime açıklamayı refleks edinmiş olan ablalarım belirler duygusal iklimimi. Eksik olmasınlar.

Neredeyse tüm hayatımı burada bulunma hakkım olmadığı halde yüzsüzlük edip araya sığışan bir fazlalıkmışım gibi hissederek geçirdiğim ve herkesin elini kolunu sallayarak dolaştığı kaldırımlarda ben ancak dünyayı kurtarırsam dolaşma hakkı elde edebilirmişim gibi hissettiğim için, alışkanlık kesbetti, bana kötü davranıldığında değil de iyi davranıldığında apışıp kaldım hep.

Değişen pek fazla şey yok. Bugün de böyle bu. Hâlâ tanımadığım birinden "size çok değer veriyorum" gibi bir e posta gelse "acaba benimle dalga mı geçiyor" diye pireleniyorum bazen.

("Yok deve" diyenler için özel not: Deve değil, nevroz.)

Bu öyle bir varoluş mahçubiyetidir ki, bu hakiri hayatının ilk kırk yılında herkesin dilediği gibi itip kakabileceği uyuz bir sokak itine, kırkından sonra ise "teperim ulan topunuzun ebesini" diye dellenip tüm dünyaya sittiri çeken bir münzevîye dönüştürmüştür sevgili kardeşlerim. Dananın kuyruğu inceldiği yerden kopmuştur.

Ama ayetimizin günümüzün Türkçesiyle meali tabii ki bu da değildir.

Şudur:

Her kim ki, kişiliğini oluşturan yapıtaşlarını birer birer keşfedip -ya da en azından böyle bir keşif yolculuğuna çıkıp- içindeki sevgi dilencisini tanır, o kişi artık "nevrotik" değil, başka bir şeydir. Ama bu türden keşif yolculuklarını yorucu ya da riskli bulup da etrafında hazır bulduğu zihinsel/fiziksel konfora sımsıkı sarılan ve en ufak sorgulama girişimine veya eleştiriye karşı bile beklenmedik şiddette tepkiler veren birisi ise, aman o kişiye dikkat ediniz sevgili kardeşlerim. Bunlar pimi çekilmiş el bombasından farksızdır, mutlaka infilâk ederler.

İnfilâk ettikleri bir şey değil, mecal bırakmazlar insanda. Feci yorarlar.

Bu tip insanlara ne iyi gelir, ben bilmem. Doktor değilim, dadı değilim, anaokulu öğretmeni, çıkıkçı, kaportacı, masör, pedagog, vantrilog, ornitolog falan da değilim. Şişkinlikten patlama noktasına gelmiş egoların balon yaptığı yeri bulup yamayan bir oto lastikçisi hiç değilim. O nedenle artık bu türden hezeyanlarla karşılaştığımda ıslık çalarak olay mahallinden uzaklaşıyorum. Ya da keyfim yerindeyse azıcık dalgamı geçip kafa buluyorum. Ama asla "kurtarıcı" rolüne soyunmuyorum. Geçti o günler şekerim. Mazide kaldı. Kendimi peygamberlikten azat ettim.

Bir de ne yapıyorum biliyor musunuz sevgili kardeşlerim, daha tanışır tanışmaz tepeden tırnağa yağlayıp yıkayan, hayatının direğini, yaşam koçunu, can yoldaşını bulmuş gibi davranan tutkulu insanlardan uzak duruyorum.

Kestirebiliyorum çünkü bir sonraki sahneyi. Ben bu filmi sayısız kereler seyrettim. Ani dönüş. Güzel Türkçemizle söylersek, yu törn. Sevgisi, hayranlığı, dostluğu ne kadar yoğunsa, ilk düş kırıklığını müteakiben göstereceği infial de o kadar yoğun oluyor çünkü o tür insanların.

Kısacası, sevgili kardeşlerim, ben dostun ahbabın ve hatta okuyucunun dengeli, mesafeli, istikrarlı olanını seviyorum. Cilve yapanını değil. Hani uyarmadı demeyiniz, e posta yollarken ya da yazılarımın altına yorum falan yazarken, ölçüsüzce yağlayıp yıkayanları öpücük kuyruğunun en sonuna gönderiyorum.

İsteyen buna "kibir" diyebilir, isteyen "tecrübe". Her ikisi de aynı kapıya çıkar.

Amiiin, sevgili insan kardeşlerim. Şen şadıman bahtiyar olunuz.

Yorumlar

Bu yazı bende baskı yarattı. Beğendim ama yağlamayım, dedim. Ama üzgünüm yazının kenarlarından iskenderdeki tereyağ tadında yağ sızıyo, bi de samimiyet.

Kadriye Birkış - 23 Mayıs 2009 (08:02)

Bahsettiğiniz duygu bana da çok tanıdık, belli bir yaşa gelene kadar epey hayal kırıklığı yaşayıp, ciddi hasarlar almış oluyoruz çoğumuz. Anne-babamız, eski sevgililerimiz, dostlarımız ve hatta sizin de bahsettiğiniz gibi, kendimizi belli mesafede tutmayı başaramazsak iş hayatı bile ciddi travmalara sebep olabiliyor. Epeyce badireler atlattıktan sonra, incinme ihtimali gördüğüm her ilişkiden sıvışmanın en iyisi olduğuna inanıyorum ben de. (İş hayatından kaçamadım henüz, ama planlarım var.)

Sizin durumunuz bize göre daha karmaşık galiba. Sevenlerinizin, dostlarınızın bir bölümü, okuyucularınızdan oluşuyor. Okuyucu-yazar ilişkisinde, en baştan dengesiz bir durum var, siz aklınızı en derin köşelerine kadar açıp bizimle paylaşıyorsunuz, leb demeden Çorum'a gidecek kadar tanıdıksınız bize, ama çoğumuz, sizin için, karanlık salondaki izleyicileriz.

Usta, söylediğiniz, yazdığınız her şeyi, okumaya, anlamaya, üzerine kafa yormaya hevesli ve gönüllüyüz de, dikenleriniz fena batıyor za. Hem sevilme açlığı, dilenciliği, sevgi arsızlığı gibi damardan konulara girip, arkadan yalakalık yapanı yakarım diye çıkışınca, çoğu kişi size nasıl yaklaşacağını bilemez olmuş gibi geldi bana. Bir okurun yorumu hemen şurada. "Yıkama yağlama değil, ne olur ne olmaz" diye açıklama yazmak ihtiyacı hissetmiş. "Beni fırçalayacak biliyorum ama çok seviyorum Necdet Şen'i, söyledim işte…" mealinde bir şeyler yazan birini hatırlıyorum geçen aydan. Buna benzer epeyce başka yorum da var.

Pek çok kişi, size olan sevgisini, saygısını ifade edecek zarif, edebi ve özellikle de sizi samimiyetinden kuşkuya düşürmeyecek, kızdırmayacak bir yol bulmakta zorlanıyor gibi geldi bana.

Bir de, her arıza durumunda sizden doktorluk, dadılık vs beklendiği vehmine kapılmayın derim.

Bu arada, karanlık salondaki izleyicilerden biri, kalkıp giderse, ona kızmayın. Büyük ihtimalle hayatında çok fazla dikenli insan olmuştur, sabrını ve enerjisini sonuna kadar tüketmişlerdir. O da, aynen sizin yaptığınız gibi, arıza gösterme ihtimali olan her ortamdan kaçıyordur artık. "İster kibir deyin, ister tecrübe."

Elif Vural - 23 Mayıs 2009 (20:38)

"Kırılgan olan bir ben miyim?" (→) yazınızı kopya alıp işyerimdeki masamın çekmecesine koymuştum. Bazen gerek kendi ekibimden gerek şirketin diğer bölümlerinden birileri odama geldiğinde cesarete gelip "sen de bu kadar doğrucu ve her şeyi irdeleyici olmasan, burası aile şirketi, her söylediğin her gün başka birine dert oluyor, al paranı bak keyfine" diyenler olduğunda dert anlatamayacağımı anlayınca yazınızı çıkarıp bir kopya da onlara veriyordum. Faydası onlara oldu mu? Bilmiyorum ama o yazının bana çok faydası oldu.

Garip bir ırkız bunu kabul etmeli. Dostlarınız sizin onlardan daha zengin olmanızı istemez. İşyeri denilen yerde rütbesi daha büyük olanlardan daha zeki, daha akıllı, daha duyarlı olmanız cezaya tabidir. Evin kapıcısı, lokantanın garsonu, sitenin bekçisi sizi verdiğiniz bahşiş kadar sever.

Okur konusuna gelince. Kıytırık starları, yazar ve çizerleri orada burada gördükçe havale geçiren, bayılan bir toplumun ferdî olduğumuzdan, sizi bu kadar elle tutulur, gözle görünür ve yazılan saçma yorumlara dahi değer verilir bir ortamda sapıtmalar olması gayet tabiidir. Allah sapıttırmasın, amin.

İlker Gökçen - 24 Mayıs 2009 (02:33)

Bu yazıda anlatılan kreşendo-dekreşendo sevgi hadisesine belki onlarca kez şahit olmuşumdur. Ben de aynı tepkiyi veriyorum. "Hocam sen bir tanesin, eşin benzerin yok, Allah başımızdan eksik etmesin" falan diyenlere inceden gülümsüyorum. Çoğunu da bir daha görmüyorum.

Kim ki zaman zaman kendi derdi için, zaman zaman benim halimi sual için arar sorar. Sıkmayan kısa maillerle, telefon konuşmaları ile ihtiyacını anlatır. Senin isteklerin olduğunda yanındadır. Üzmez, yormaz, övmez, sövmez; işte adamım odur.

Ahmet Faruk Yağcı - 24 Mayıs 2009 (12:01)

Uzun yıllara dayanan dostluklarımı düşündüğümde, tümünün bir anda ve duvarsız, özden öze kontakla başlayan ilişkiler olduğunu görüyorum.

Kişisel hayat deneyimim bu olduğu içindir ki (bazı hayal kırıklıklarına rağmen) birden başlayıveren samimi, duvarsız ilişkilere şans tanıyorum.

En kötü durumda bile şöyle bir faydası oluyor bunun: Birisiyle kısa zamanda yoğun ve samimi bir iletişime geçtiğinizde siz de o da çabucak eteğinizdeki bütün taşları döküyorsunuz. Ortada sahici bir frekans tutturma durumu varsa daha da derinleşerek süregidiyor bu ilişki. Yoksa da kısa zamanda anlıyorsunuz ve vakit kaybından kurtuluyorsunuz. O kişi, aynı girdiği hızla çıkıveriyor hayatınızdan… Eğer beklentileriniz çok büyük ve gerçek üstü değilse pek de travmatik olmuyor bu süreç. (Bu arada kalp kasınız da sıkı bir antremandan geçmiş oluyor. Daha bir güçleniyor ve kolay kolay nakavt olmuyor kalbiniz.)

Kıssadan hisse: Tedbirde aşırıya kaçarsak hayatımıza yeni güzellikler katma ihtimali olan "yeni" dostlukları ıskalama riskimiz de var.

Çıkarları olduğu için yakınmış gibi davranan sahtekârlar üzerinde kafa yormaya bile gerek yok. (Hem zaten onlar da çoğunlukla iş hayatında varlar galiba.) Okuyucuların fazla uçuranı ise en kısa zamanda ve ilk fırsatta (yani kendisine ters gelen düşünceleri kaleme aldığınızda) yerin dibine batıracak olanıdır zannımca.

Dilek Y. - 24 Mayıs 2009 (21:14)

Diyelim hayatınızda birilerini fazlaca önemsiyorsunuz, yüceltiyorsunuz. Fakat yücelttiğiniz kişi hiç kimseyi yüceltmemeyi özellikle şiar edinmişse ne olacak? Bu paradoksun altından nasıl kalkacaksınız? Kimseyi yüceltmeyen biri, başkalarının kendisini yüceltmesinden memnun mu olur sanıyorsunuz?

Bir insanın fikirlerini, hayata yaklaşımını kendine yakın bulmak başka şey, elinde o kişinin fermanlarıyla dolaşmak başka şey bana göre.

Yaşadığımız hayatın özünü damıtmak marifetse, o marifet olgulardan kendimize özgün anlamlar çıkarmaktır bana göre. Yani bir şeyleri okuyunca "yav sahiden bende böyle bir arıza var galiba, şu arızayı bir takibe alayım bakalım" diyebilmektir. Sizin için de böyledir bu, yücelttiğiniz kişi için de. Her koyun kendi bacağından asılır demişler. Yoksa "odun kesicinin hınk deyicisi" olmaktan öteye gidemezsiniz. Oduncu gider, siz ortada kalırsınız.

Yani benim naçizane tavsiyem, kendinizi büdütöre fazla odaklamayın. O şöyle mi düşünmüştür, buna mı kızmıştır diye yersiz ve faydasız kuruntulara, evhamlara kapılmayın. Hani bebeklikten çıkıp annesinin boyuna eren ve hâlâ annesinin yanından ayrılmayan yavru kediler vardır. Anneleri kendi boyuna ermiş koca yavrunun kendisine sırnaşıp durmasından sinir olur, patisiyle şaplağı indirip yanından kovar. Yavrunun kendi hayatını yaşamasına yol açar. İşte biraz o hesap belki de.

Seyit Balkuv - 25 Mayıs 2009 (11:55)

Beklentili sevgide, iş ve hatta arkadaşlık ilişkilerinde bu övme durumlarına ben de cok denk geldim. Meselâ eğitim dönemi içinde kemikleri, kasları çalışır, öğretirken, kan revan ve koku içinde ders verirken öğrencilerin en övgü dolu lâflarına kandığınızda değil de, dönem sonunda fark ediyorsunuz söylenenlerin abartılı şişirmeler olduğunu.

Galiba cok övenden ve çok sövenden çekinmek lâzım. Tıpkı kimseye hemen çok kötü ve çok iyi dememek gerektiği gibi bir durumdur bu diye düşünüyorum.

Alper Uzun - 29 Mayıs 2009 (06:31)

İyi ki 'duvardan da olsa' bu dünyaya gelmişiniz. Jacques Verges (kopuş savunmaları ile ünlü ceza avukatı, Google'da aramaya değmez) halt etmiş, esas 'kopuş' budur.

Mina - 1 Haziran 2009 (12:37)

Konuyla pek ilgisi olmasa da, faide mülâhaza addettiğim için izah etmek istiyorum. Jacques Verges, kanaatimce Google'da aramaya değecek kıymette bir şahsîyettir. Bizim matbuat bu ilginç entellektüeli her ne kadar "teröristlerin avukatı" diye tanıtıyorsa da sebebi ziyadesiyle cehalet olsa gerek. Büyük bir olasılıkla bizim gazete editörleri onun "Savunma Saldırıyor" adlı kitabını ve bu kitapta sözünü ettiği "Kopuş Savunması"nı henüz okumamış; zannediyor ki Jacques Verges parayı bastıran herkesin avukatlığını yapar.

Üstadın "Kopuş Savunması" diye tabir ettiği savunma yöntemi, aslında sapına kadar devrimci bir savunma yöntemidir. Örneğin, Kübalı diktatör Batista'ya karşı Fidel Castro ve arkadaşları tarafından ya da Fransız sömürgecilerine karşı Cezayirli devrimciler tarafından uygulanmıştır. Özü, emir kulu bir mahkemeyi (ve arkasındaki paradigmayı) reddetme, yargılama sürecini bu kukla mahkemeden adalet dilenmek yerine devrimci fikirlerini tüm topluma haykırma fırsatı olarak kullanma esası üzerine kuruludur.

Bizde çıkmamıştır öyle bir savunma yapan birileri bildiğim kadarıyla. Belki bir nebze Celal Bayar… Onun mahkemelerdeki dik tavrı da muhtemelen ittihatçı olmanın getirdiği küstahça özgüven ve "nasılsa beni son anda ipten alırlar" rahatlığıdır.

Kopuş savunmasının en çarpıcı örneği, ünlü "Dreyfus Davası" esnasında onu savunan yazar Emile Zola tarafından yapılmıştır. Daha da muhteşem olanı, Sokrates'in yaptığı savunmadır.

Değerli okurumuz tarafından yazar-kurcalar Necdet Efendi'ye atfedilen "kopuş" ise, zannımca bir kopuştan çok "sızma" ya da "süzme" kelimeleriyle açıklanabilir. Tıbbi bir başarısızlığın sonucudur yani. Ya da Nietszche'den mülhem "beni öldürmeyen şey güçlendirir" pop felsefesiyle kastedilen vaziyet. Artık her ne ise "asmayıp da besleyen" ilâcın adı.

Müdahil Abukat - 1 Haziran 2009 (21:38)

Sevgili Necdet, yazılarınıza başladıktan sonra bırakamıyorum, mutlaka bitiriyorum. Piyasada koca koca gazetelere kısacık köşeler yazan yazarlarımızın yazılarını başlayıp da bitirmek nasip olmuyor. Yazılarınıza yansıyan samimi duygularınız bir yönüyle de benden bir şeyler anlatıyor. Üstelik benim duygularımı benden daha iyi cümlelerle ifade ediyorsunuz. Buna ister yağcılık deyin, ister kuyruğun sonuna gönderin. Siz bir insan ile on günde muhabet kuruyorsanız, ben bir ayda zor muhabet kuruyorum. Yanlış yapanı silip atıyorum, kimseyi silmemek için de zor muhabet kuruyorum. Yine de bizi yazılarınızdan mahrum etmeyin. Sağlıcakla kalın.

Hüseyin Polat - 4 Haziran 2009 (14:13)

DİSK Eğitim dairesi başkanı zat ile aranızda geçen trajik olayın akabinde bir arkadaşımın (Osman Canik) yazmış olduğu ihanet üzerine şiiri geldi aklıma paylaşmak istedim.

"Hinoğlu hin karışık zor bir iştir ihanet
Brütüsle başlayıp yahudayla bitmedi
Hayata dairdir
Gökten zembillede inmedi
Tarih binlercesine tanıktır
Fakat şüphesiz
Hiç şüphelenmediğinden gördüğün
Muhteşem bir yakınlıktır."

Eyüp Umur - 9 Haziran 2009 (23:46)

Yaşlanmak böyle bir şey her halde; gazetelerde her gün başka bir eski tanıdık simayı -yıllar sonraki haliyle- görüyorum.

Uzun zaman önce malûm bir beyefendiyi, ödememek için çamura yattığı borcundan dolayı dava edeceğim zaman (bu benim, sanırım, birine açtığım ilk dava idi) bir tanıdığın dürüstlüğüne kefil olarak tavsiye ettiği bir avukata (Osman Ergin) ve o sırada onun yanında avukatlık stajını yapmakta olan çiçeği burnunda bir başka avukata -ikisini de vekilim tayin eden- bir vekâletname vermiştim.

Bu genç avukat hanım ile, aynı semtlerde oturduğumuz için, zaman zaman karşılaşıyor, selâmlaşıyorduk. Feministti ama diğer bazı feministlerin aksine, tavırlarından saldırganlık akmayan zarif biri idi.

Yıllar ne çabuk geçmiş. Şimdi o genç avukat (Filiz Kerestecioğlu), meslekte 27 yılını tamamlamış. Medyada İstanbul Barosu başkanlığının en güçlü adayı olarak ismi geçiyor.

Bu vesileyle fark ettim ki, tarih öncesi devirlerin işçi hakları savunucusu o beyefendiyi, emekçinin alın terini cebellezi etmek saikiyle dava etmemin üzerinden de 27 yıl geçmiş.

Genç avukat Filiz Hanım saygınlığını daha da artıran orta yaşlı bir kadın olmuş. Bu yazıya konu olan eski sendikacı -bilâhare patron- efendi de her halde geçen bu zaman zarfında -zihnen ve bedenen- kocamış, çaptan düşmüş olmalı.

Hayat bir uçtan öbür uca ne çabuk kat ediliyor, değil mi? Farklı yönlerden gelip farklı yönlere giderken, yollar bir anlığına kesişebiliyor. Yediklerimiz içtiklerimiz hep aynı yere gidiyor. Uğrunda olmadık taklalar perendeler atılan mal mülk, sonunda çoluk çocuğa, damada, geline, toruna kalıyor. Kefenin cebi yok. Öteki tarafa götüreceğimiz tek dünya malı, bir paket pamuk. O da en son yediğimiz öğün içeride kalsın, ortalığı kokutmasın, cemaati kaçırtmasın diye.

Sadece "walt disney olamayanlar" değil, hacıyatmazlar da aynı yolun yolcusu. İmam'ın kayığına biniliyor, gidiliyor, bitti. Sadece -SAYGIN ya da iki paralık olmuş- isimlerimiz kalıyor geride… Bir süreliğine…

Aaah, ibretlik hayatlarımız!

Necdettin Efendi - 2 Ekim 2012 (13:18)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

98
Derkenar'da     Google'da   ARA