Patronsuz Medya

Gazete mazete okumuyorum

Necdet Şen - 16 Ocak 2001  


Zaman zaman gazete, dergi ya da elektronik medyada bendeniz 'gurbet' kuşundan ve Hızlı Gazeteci'den yahut şu anda göz atmakta olduğunuz internet dergisinden söz edildiği kulağıma çalınıyor.

Muhtemelen o yazı ve yorumları yazan bal dilli yüce gönüllü arkadaşlar, sonradan "ulan nobrana bak, adamı göklere çıkardık, dahası, yazdığımız yazıyı kitabımıza koyduk, arayıp bir teşekkür bile etmedi" diye aklından geçiriyor olabilir.

Eh, o halde itiraf zamanı geldi çattı: Valla ben uzun yıllardan beri ne gazete ne de dergi okuyorum. Bakkaldan ekmek alırken ya da berberde sıra beklerken gözüme ilişirse, şöyle yan gözle baktığım oluyor, o kadar. Ama öyle zamanlarda da zaten sadece üftade resimlerine bakıyorum. Haberler ve köşe yazıları hiç ama hiç ilgimi çekmiyor.

Aslında pek bir şey kaçırdığımı da zannetmiyorum. Belki ruhum yaşlanmıştır da ondandır, belki başka mucip sebepleri vardır.

Son yıllarda pek fazla kitap da almıyorum. Çünkü onlu ve yirmili yaşlardayken okuyucusu olduğum gazetenin köşe ağalarına kanıp, araba yükü para yatırdığım kitapları daha okuyup bitiremedim. Üstelik, kandırılmış olmanın öfkesini taşıyorum; meğer o kitapların yazarlarıyla o kitapları öven yazarlar, aynı yolun yolcusu ve aynı bokun soyu, iktidar hesapları içindeki içten pazarlıklı hempalarmış, bu körler ve sağırlar, "al gülüm ver gülüm" hesabıyla birbirlerini ağırlıyorlarmış biz saf gençlerin omuzlarına basa basa.

Keşke içinde tiridi çıkmış lâf salatasından başka hiç bir halt bulamadığım o "kitap" ve "gazete" görünümlü osuruklara harcadığım parayı kızlarla gezip tozmak için harcasaymışım. Aklım başıma anca geldi ama geçmiş olsun, yaş oldu mebzul bir miktar (ama kâfirin kızları gün geçtikçe güzelleşiyor ve yaşları hep yirmi). Saçlarımın simsiyah ve aslan yelesi gibi ve kasıklarımın daha iştahlı olduğu yıllarım, o ruhları ölmüş İttihatçı bozuntularını solcu zannederek ve onların art niyetli kalıp sözlerini papağan gibi tekrarlayarak ve böyle yaptığım için bir halt becerdiğimi sanıp avunarak ziyan ettiğim güzelim delikanlılık yıllarım, o tufeyli heriflerin gözüne dizine dursun. Kendimi Vanya Dayı gibi hissediyorum. Basbayağı aldatıldım.

Aslında hep birlikte aldatıldık.

O nedenle, her kim ki karşınıza dikilip "çağdaşlıktan, bilinçten, fransız ihtilâlinden" falan söz eder, bilin ki o hıyarağası size (ve halka) üstünlük taslıyordur. Neye binaen? Ezberlediği safsatalara binaen. Derim ki ben, bir toplum dışı zibidi olarak: size kitap, gazete, dergi ve dünya görüşü tavsiye edenleri "de get lan!" diye kovalayın. Size neyin doğru neyin yanlış, kimin "çağcıl" kimin "yoz" olduğunu öğretme cüretini kendinde bulan her fikir zorbasına asktiri çekin. Ben söylersem, bana da… Yazar, çizer, öğretmen, anababa, akraba, ahbap, vaiz, akıl danesi, dul karı beslemesi, kalemşör, araştırmacı gazeteci (nah araştırmacı, aslında MİT'in, Genelkurmay'ın borazanı), simitçi, kahveci, gazozcu… kısacası adına "düzen" denen birey öğütücü makinenin borazanları tarafından aklınızın uzaktan formatlanmasına asla, ama asla izin vermeyin.

Size "gazete" okumanızı önerenlere kanmayın. Gazete, düzenin sizi yontmak, beyninizi dallarda budaklardan ve tabii çiçekten yapraktan arındırmak, düzleştirmek için, haa bir de diğer papağanlar ve niyet tavşanları arasında kendinizi ezik hissetmemeniz, iki üç boş lâf da sizin edebilmeniz, onlarla ortak mevzular (saplantılar) edinebilmeniz için var. Okul da bunun için var, kışla da, ana baba nasihatı da. Onun için "askere git adam olursun" derler; çünkü adam olmak demek, aslında adamlıktan çıkmak, boyun eğmeyi öğrenmek, yalana ve aşağılanmaya bağışıklık kazanmak anlamına gelir, adına toplum ya da cemaat ya da elâlem denen ikiyüzlülük denizinin dilinde.

O "adam" lardan bazılarının "bak işte, toplum düşmanı, niyetini ağzıyla itiraf etti" dediklerini işitir gibi oluyorum. Bugüne kadar çoooook kitap dergi gazete okumuş olan ve bundan sonra da gözlerinin beyninin elverdiğince daha çooook kitap okumayı düşleyen, kâğıtlarda ne yazdığını merak etmekten kendini alıkoyamayan bir insan olarak, yine de kitaba gazeteye dergiye ve -kendiminkiler de dahil- hiç bir fikre kefil olamam.

Ama her birimizin içinde ayrı ayrı ve hepimizin içinde topluca bulunan ele avuca sığmaz, tanımlanamaz, yalnızca (eğer içimizdeki masumiyeti tamamen öldürmediysek) sesini hayal meyal işitmemizin imkân dahilinde olduğu fısıltıya kefil olabilirim. Akıl yanılabilir, ama sezgi ve onun arkasında duran milyonlarca yıllık birikim kolay kolay yaş tahtaya basmaz. Yeter ki sen hurafeyle hakikati ayırabilmeye heveslen. Unutma, el kaşınan yeri gözden daha iyi bilir. Bırak bedenin yapsın ne yapılacaksa. Bak o zaman ayakların nasıl da her seferinde doğru tarafa uzanacak, parmakların gitarın üstünde mucizevi bir biçimde doğru notalara basacaktır ense kökündeki toplumu susturabildiğin zaman…

* * *

Haa, ne diyorduk? Ben uzun zamandır gazete mazete okumuyorum, televizyon da seyretmiyorum. Sevmeyen sevmesin, ben Cem Karaca'yı, Ahmet Kaya'yı, Banu Alkan'ı, Ciguli'yi seviyorum. Ama kendi halkıyla kavgalı, kişiliksiz, ezberci, despot müstemleke münevverinden ve onun ali kıran baş kesen tavrından hiç hazzetmiyorum.

Gazete okumazsam dünyadan haberim olmazmış. Yani ecir tayfasının, içinde yaşadığını sandığı ve işsiz kaldığı anda dışına kusulacağı yapay dünyadan, pazar yerinden… Zavallı insancıkların, yani Tüketim Toplumu robotlarının, yani Bonusgiller'in, yani "daha fazlasını iste" diye keklenen ve ellerinden hayatları alınanların, yani aslında işyerinin veznesiyle, süpermarketin kasası arasında plastik bankamatik kartı taşımayı para kazanmak ve para harcamak sananların, yani aslında hiç yaşamadan kadavraya dönüşmüş olan ama bunun farkına varamayanların, insanları özündeki cevhere bakarak değil, ayakkabısının markasına bakarak değerlendirenlerin, kolundaki Rolex saatle övünen ama çocuğuna onurlu olmayı öğretebilecek çapta olamayanların sahte, yıkılası dünyasından…

Ama ben o dünyanın zaten dışında ve dallarda cıvıldaşan serçeleri işitebildiğim hakiki dünyanın içindeyim. Gazete okumazsam, siyasi çekişmelerden, polis copundan, sivillere hart zort eden generallerden, trafik meydan muharebesinden, hangi medya starının kaç milyon dolar kazandığından ve kumarda kaç para kaybettiğinden ve de "Aydınlanma'nın Darbecisi"nin yarım yüzyıldır tekrar tekrar indirmekten bıkmadığı aynı standart, sümerbank basması kılıklı ayetlerden haberim olmazmış.

Çok da mühim değil… Bunlardan haberim olmasa da (bal gibi) olur. Yağmur yağdığında, lodos estiğinde, bulutlar çekilip güneş açtığında ve zelzele olduğunda haberim oluyor. Sokaklarda ve çöp bidonlarının yamacında dolanan bütün kuyruklu evliyaları tek tek tanıyorum. Gerisi de havagazı zaten. Ankara'da ya da Borsa'da neler dönüyor? Hangi çıkar çevresi hangi çıkar çevresini belliyor? Benim çizemediğim kestaneleri hangi kara para babası çiziyor? Bunları merak bile etmiyorum. Gazeteye vererek ziyan edeceğim parayla dondurma ya da zıpzıp almayı yeğlerim.

Buna binaen, değerli muhabir ve yazar arkadaşlardan ricam, beni onurlandırdıkları zaman, kendiliğimden fark etmemi beklemeyip, bir zahmet haberdar etmeleri. Şu ana kadar yazı, çizi ve övgüleriyle kulaklarımı çınlatan herkese bu vesileyle toptan teşekkür ediyor, acemice sövgüleriyle güldürenlere ise iç huzuru ve fikir ahlâkı temenni ediyorum.

Yorumlar

Kendime bir kötülük yaptım ve kitabını aldım. Bu sabah yine uğradım malum adrese ama dünkü, önceki günkü keyfi alamadım. Oysa ne güzel her sabah derkenar.com'a girip tuhaf bir iştahla okuyordum. Hatta bu ilk iş olsun diye açılış sayfam yapmıştım sayfayı. Benim için "bir işyeri kaçamağıydı". Offf artık her şeyi biliyorum…

Bana bir iyilik yap, hatta bu iyiliği sadece bana değil kitabı okuyan ama siteye uğramak için bir neden arayan herkese yap yeni bir şeyler yazmaya başla lütfen. Çok ilginç şeyleri bizimle paylaşacağından eminim.

Ne haddini bilmez okur diye mi düşünüyorsun? İnternet böyle bir şey galiba insanı cüretkar yapıyor. Şimdi bana çizdiklerinden, yazdıklarından daha yakındasın.

Haa bir de kitabı aldığımda kafamdaki çizerin nasıl bir yazar olacağını düşünüyordum. İçtenlikli, sıcak, doğal bir anlatım ama sanki yine de sende kalmış bir şeyler var. Merak bu ya insan galiba bilmediğini bilmek istiyor. Oysa çok kısa süre önce nerede olduğunu bile bilmiyordum.

Tekrar birlikte olmak çok keyifli…

Sevgiyle

Banu - 1 Mayıs 2001

İsteklerinde çok haklısın Banu. Madem istedin, yeni bir şeyler yazmak boynumun borcu olsun.

Son derece zekice ve şeker mi şeker gözlemler. Yahu ne şanslı bir yazar-çizerim ben, böyle birinci kalite extra extra okurlarım var!

Necdet - 1 Mayıs 2001

"Birinci kalite extra extra" ha…

Sağol. Zeytinyağı ya da zeytin gibi hissettim ve her ikisine de biterim. Hoş bugüne kadar kendimi "sızma salak" gibi hissettiren onca olaydan sonra kulağa hoş geldiğini itiraf etmeliyim. Yanaklarım pembeleşti hafifçe…

Bugün bir kez daha "netice tetkiki" yaptım. Aman Allah, yaşasınnnn! "tık" tık" sayısı her saat artıyor farkında mısın? En içten halimle söylüyorum. Kendim yazsam ancak bu kadar sevinirdim.

(Yalan, belki bir parmak daha fazla ama o kadarcık. O da egonun payı. Açgözlü ben ne yapayım? Bir yandan da gizli gizli "yine giderse" diye kaygı bastırıyor ama başa çıkacağım onunla da. O da egonun işi canımmm. Seviyor ya seni, bağlayacak yanıbaşına hele bir de bir yazarla lâflama ayrıcalığını edinmiş ki nasıl yitirsin? Dayanamaz!)

"Netice tetkiki" nden çıkıp mektuplara tıkladım. Ali'ye cevabında diyorsun ki, "Olur şey değil, şaşılacak bir şekilde benzer cümlelerle konuşuyoruz. Ya da ben, kendi hayatımı tek ve benzersiz zannederken, feci şekilde yanılıyorum." Feci midir değil midir bilmiyorum ama bir parça yanıldığını kendi hayatımdan biliyorum.

Ankara'da yaşıyorum ben, gazeteci(ydim) kısa bir süre öncesine dek. Burada senin havasını soluduğun kadar büyük plazalar yoktur. Büro atmosferinde, holding havası teneffüs edersin. Kapıda kartları okutmazsın ama sigara molasının yeri yine de ya merdiven altı ya sokak kapısıdır. Dinç Bilgin'in herhangi bir bilgisayarından değerli olmadığını bilirsin ya da bir başka patron için haberden dönerken kırdığın boyun kemiğinin, köprücük kemiğinin önemi yoktur. "Bugüne kadarki çalışmaların için teşekkür eden" yapay nezaket cümleleri dudağında, buruşmuş kâğıt tadında sokaktasındır burada da.

Haberini yazınca faxla - modem arasında bağını kaybedersin. Mürekkep kokusunu da bilirim. Taze gazete kokusunu da. Ama sanırım etrafımdaki kesif "insan müsveddesi" kokusundan haberin kokusunu hiç alamadım.

Yavuz Gökmen'i tanımıştım ilk gazeteciliğe başladığım günlerde, bana sarılıp sonra da eline bir büyüteç alıp çapkın çapkın bakmasını öyle özlüyorum ki… Staj için göndermişti bir hocam da, kapısından girerken, "cin gibiymişsin gel bakalım" demişti. Ben, "hiç adam çarpmadım" diyince de o kocaman kahkahasıyla gülmüştü.

İyi bir gazeteci olacağımı düşünüyordu. Haklıydı. Burnuma çarpan o kesif koku olmasa ve ben inatla her gün her gün aynaya bakıp, "Değişiyor muyum. Benziyor muyum?" demeseydim iyi bir gazeteci olacaktım. Alamadığım ücretler, kesilip kırpılan haberim, kadrosu gelmeyen arkadaşlarım için kavga etmeyi seçtim. Üstelik o kadar güleryüzlü ve sevimliydim ki, "BUNU BENDEN HİÇ BEKLEMİYORLARDI" .

O kadar kötü bir gazeteciydim ki, haber kaynaklarımı "çok az" yanılttım. Çok araştırdım. Az yazdım. Çok büyük bombalar patlatmadım. MİT'le ilişkiye girmedim. MİT benimle irtibatı deneyince de "anlamamayı" seçtim. Sendikacılarla iyi ilişkilerim oldu. Politikacılarla da. Beni (gazeteci olduğum için) seviyorlardı. Onlardan ne kendim ne de bir başkası için hiç bir şey istemedim. Onların benden bir şey isteme ihtimalinden korktum! Çok işsiz kaldım. Çok fazla da işim, işyerim oldu. İşsizlik günlerimde çalmayan telefonlarımın da adresini bildim. Başbakan sofrasında, beş yıldızlı şaşalı salonlarda da…

"Başarısız" mıyım diye sordum kendime. Herkesinki gibi benim de egom vardı. Cevabını bilsem de incitici bir soruydu bu. Ne baltayla işim vardı ne sapıyla, ama otuzlu yaşlarında ailesinden harçlık alan "kız çocuğu" büyüyemiyordu!

Başaramadığım, kıymeti kendinden menkul mühim gazeteci olmaktı. Hiç bir havaalanında "uçağı durdurun. Başbakan'ın bilmem ne gezisine yetişeceğim" diye kavga çıkartmayı başaramadım. Ben gazeteci tartaklayan polislerle, "bunu yazma" diyen siyasetçilerle kavgayı seçtim… tim tim tim, velhasıl kelam severek yaptığım işi değilse bile onu yapma koşullarını giderek daha çok, daha çok sevmemeye başladım.

Şimdi ne mi yapıyorum? Halkla İlişkiler… Niye suratını ekşittin?

Sevgiyle…

(Derdim bunca uzun yazmak ve zamanını almak değildi. Napiyim şımarttın beni. Yüz bulunca…)

Banu - 3 Mayıs 2001

Sevgili Banu.

Seni ne kadar şımartsam azdır (girişteki hitaptan anla; yanlış yorumlanmasın diye kimseye o kelimeyle hitap etmiyorum).

Demek gazeteciydin haa? Tanımadığım için kırılmadın umarım. Gazete okumayan biri olarak tanımamış olmamı doğal karşılamışsındır.

Mektubunu sitede yayınlamak istiyorum. Hem de çok istiyorum. Takma ad da olabilir, ya da soyadsız ilk ad. Özel adları çıkararak (Dinç Bilgin vs) falan bunu herkesle paylaşmam gerekiyor.

Yazdıklarını okurken rahmetli Yavuz gibi benim de içimden sana sarılmak geldi (ama büyüteç nerede unuttum, aramaya da üşendim, çok mu miniciksin?)

Halkla ilişkiler… Olsun… Ben reklamcılarda bile sevilecek yan bulabilenlerdenim.

Bana kalırsa sen "sızma salak değil, süzme bal" sın.

Bana bol bol mektup yaz. Sevgiler.

Necdet - 3 Mayıs 2001

"Sızma" dan;

Heyy lütfen, seçim otobüslerinin üzerinde dirseklerimiz birbirine değerek not aldığım arkadaşlar bile tanımıyorlar beni yeri gelince… hiç yüz yüze, göz göze gelmedik ki, nasıl tanıyacaksın?

Yıldızlı, parlak bir isim değilim ben. "Bu haber gazetelerde yok" dönemlerinde de zaten sıtkım sıyrılmıştı. Mikrofon da tuttum, teyp de ama Çiller'in "mikrofon tutan çocuklar", "kamera taşıyan çocuklar" dediği gün bir daha yüzleştim yaptığım işle.

Yine döner miyim? O gürültünün içinde kendi sesimi bulmak sevdasına bilmiyorum. İhtimal, artık bu sessizliğe alışmaya başladığımdan yapmam. Hem ne adına? Bize kalın bir zırh sunan "halkın haber alma özgürlüğü" adına mı? Aslına bakarsan bir kaç zamandır "halk" ım ve haber filan da almak istemiyorum. Susayan ben değilim, "haberşörler" .

Hissediyorum ki, gazetelerde televizyonlarda haber diye yayınlanmakta olan sızıntı bu toprakları sulamıyor. İzliyorum da ne oluyor? Aynı kesif koku çıkıyor satır aralarında karşıma, muhabirin en efendi haliyle, taş gibi bir iddianameyle suçlanan ve istifası beklenen bir bakana "Sayın Bakanım" yerine niye "Sayın Ersümer" demediğini soruyorum aniden ve yüksek sesle, öfkeleniyorum ister istemez.

Ve muhabir, sunucu, her kimse, niye ısrar ediyor bu yapış yapış uslubuyla "sayın bakanım aslında bunu sormak istemezdim" demeye. "Sorma o zaman defol git!" diye bağırırken yakalıyorum kendimi. Biliyorum ki ben sorardım: Hem de çatır çatır ve nasıl sormam gerekiyorsa öyle…

Aslında neşeli, sakin biriyim ben, böyle öfkelenmeyi de sevmiyorum. Bir başkasına dönüşüyorum aniden bu tip hallerde. Ve sağda solda böyle sorular soran "mikrofon tutan çocuklar" var artık. Öfkemi kabartacak potansiyel nar taneleri yani… Yani, kendime eski bir gazeteci diyemeyecek kadar "dün" içindeydim ve o kadar uzun süre kendimi eski hissetmişim ki şimdi herkes "yeni" ve "başkaları" gibi.

İstiyorsan yayınla o mektubu, Dinç Bilgin'in adının kalmasının benim açımdan sakıncası yok. Hoş bilmediği bir şey değildir ama söz hakkı doğurmasın vs dersen çıkartmak daha doğru elbette ki. Sadece "Banu" yu kullanırsan daha iyi olur sanki. Bilmeyen için öyle biri yazmış olur. Bilen zaten "yine boyundan büyük lâf etmiş" diye düşünür.

Ne kadar mı minnacıkım? Yavuz abi bana bakar ve şöyle derdi:

- "Sezen (Aksu) kadar var mısın? Gel bakiyim şöyle…" (Burada göğsüne bastırırdı beni ve derin bir "ahh!" çekerdi. Yüzünde gülüp gülmeme kararsızlığı, sonradan birindeki ışıltıyı kaybettiği gözleri harika). "Ben O'nun her halini bilirim. Gel gör ki karar veremedim. Galiba O'nun kadar varsın. Yok yaa, yoksun… Miniğim, kurtlar sofrası burası. Defol git diyorum sana!" (burada da itelerdi).

Gördüğüm en fokurtulu yüreklerden biriydi. Yattığı yer nur olsun. Haklıydı miniciktim ama düşünüyordum ki, "Orası da Liliput ülkesi değil" Ama galiba tanıdığım ilk "dev" o olduğu için şanssızdım ben.

Sahi sen de "kocaman" bir adam değil miydin? Niye kaçtın devlerin ülkesinden?

Sevgiyle…

* * *

NOT: "Netice tetkiki" sonuçları hoş… "tık" tık" sayısı giderek artıyor sanırım. Bir arkadaşımı "tık" lattım bugün, yazını okuyunca "şamar" gibi dedi. Sanırım bende de öyle etki yarattı ki, kaç gündür sigarayı bırakmıştım ama sabah sabah bir tane yaktım. İçinde katmer katmer olmuş korkularından sıyrılıp kendiyle yüzleşmeyi kolay mı sanıyorsun? Ben bir sigara içmişim çok mu?

Bir de bir ara 4. Kuvvet Medya sitesine öyle dalmışım ki NEREDE olduğumu unuttuğumu itiraf etmeliyim. İşte beni şımartmanın sonu, bak sonra "yaz" diyip diyeceğine pişman olmayasın. Ne de olsa serde gazetecilik var. Ya yüzsüzlük sirayet eden bir halse…

Banu - 4 Mayıs 2001

Biliyor musunuz ben okumayı çok seven biriyim. Ama son iki yıldır ben de gazete okumuyorum. Televizyon seyretmiyorum. Varsın dünyadan haberim olmasın, ben böyle daha mutluyum. Gazete ve Televizyon kötü haberden başka bir şey yazmıyor. İnsanın morali bozuluyor. Sonra toplum dediğiniz gibi çıkarcı, sömürücü, ya rabbena hep bana diyen iğrenç bir toplum. Ben kendi dünyamda mutluyum. Böyle iğrenç bir topluluğa ait haberler beni hiç ilgilendirmiyor.

Melâhat Erdoğan - 20 Nisan 2011 (10:05)

Off off, ört ki ölem Melâhat hanım. Toplum mu iğrenç, yoksa topluma iğrenç yerlerinden bakma nöbetindeki bakış açısı mı? Necdet Şen topluma bidon kafalı, göbeğini kaşıyan yarma falan dedi de, benim mi haberim yok? Nacizane tavsiyem, siz bu yazıyı bir daha okuyun. Ben de okuyayım. Hep beraber okumaya devam!

Nuri - 20 Nisan 2011 (14:40)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

303
Derkenar'da     Google'da   ARA