Patronsuz Medya

Kiloyla kesekâğıdı, okkayla boş lâf…

Necdet Şen - 6 Mart 2009  


Gazete ve dergilerin kâğıda basılan nüshalarını para verip almak bana fuzulî bir masraf gibi geliyor. Almıyorum da zaten. Selülöz kokusu, kâğıt hışırtısı, sayfa çevirme ve katlama tiki, sehpanın üzerinde dekoratif bir nesne, her neyse, bir tür madde bağımlılığı işte. İnternette bedavası olan o sade suya tirit şeylere neden durduk yere para ödeyeyim ki?

Zaten yarısı reklam, kalan yarısı da bayat havadis. Neden paramla reklam satın alayım? Onların üste para vermesi gerekmez mi o dolgu malzemesini elimize alıp göz atmamızı sağlamak için?

Fakat internet de dikensiz gül bahçesi sayılmaz tabii. Her biri birer tasarım faciası olan günlük gazete ve dergi sitelerinde okumayı eziyete dönüştüren karmakarışık sayfa düzenleri, yaldır yaldır yanıp sönen reklam bannerleri, her biri soru cümleciği haline getirilip çocuk kandırır gibi aklımızı çelmeye çalışan, açtırabildiği kadar sayfa açtırmaya yönelik haber spotları ve açılan o sayfalarda bulabildiğimiz hepi topu tek cümleden ibaret mükerrer spot ve yanında gene bir sürü yaldır yaldır reklam.

Bu terbiyesizce abanmayı marifet bellemiş, kendince "akıllılık" yaptığını zanneden, aslında budalalık nümunesi bir yayıncılık anlayışı.

Özetle, gazetelerimiz ve onların web siteleri… Sadece içeriğiyle değil, sunuluş tarzıyla da çağın çok gerisinde kalmış, "yok olmaya mahkûmum" diye bar bar bağıran asabı bozuk bir lenduha…

Neyse ki bütün bu arsızlığı, abanmayı, yol kesmeyi, çapulculuğu, içerik hortumculuğunu aşabilmemizi sağlayan Firefox ve onun dahiyane eklentileri var. Bir de bazı sitelerde her nasılsa yer alabilmiş ilâç kabilinden yalın ve kullanışlı RSS kopyaları. (Aslında onlar da bir başka facia ya, apayrı bir konu. Belli ki siteleri yapanlar ve yaptıranlar o RSS kopyalarına bir kez bile dönüp bakmamış. Bir baksalar, her tarafının nasıl döküldüğünü onlar da görecekler. Ne var ki hepsi çok meşgul; başka sitelerden içerik araklamak ve bu çalıntı içeriği reklamverene satmak gibi muazzez bir görevleri var. Henüz yasal müeyyidesi oluşmamış bir hırsızlık türünün eli çabuk kapkaççıları onlar.)

Kısacası, şu sürü sepet gazete ve dergi kalabalığı içinde sahiden de okumaya değecek bir şeyler bulmak için internette de epeyce link tıklamak ve bilgisayar karşısında epeyce bir zaman öldürmek gerekiyor.

Ne yapalım? Eğer interneti sınırsız ve duvarsız bir kütüphane gibi algılayanlardansak, o çerçöp yığınının arasından pösteki sayar gibi akıl fikir bilgi ayıklayacağız.

Sorun değil, Google var. Sana lâzım olanı arıyor, buluyorsun.

Zaman zaman Google'a kendi adımı yazdığım da oluyor. Son zamanlarda bir biçimde içinde adımın geçtiği yeni bir şeyler varsa atlamamak, okumak için. Gazete ve dergi almadığım ve de herkesten uzak münzevî bir hayat sürdüğüm, "falan gazetede/dergide filânca yazar senden söz etmiş" diye haberdar edecek hiç kimsem olmadığı için, bu konuda da kendi göbeğimi kendim kesiyorum.

Dün de yazdım adımı arama kutucuğuna ve daha evvelki aramalarımda gözümden kaçan yeni (aslında birazcık eski) bir köşe yazısına rastladım.

Beni ilgilendirmeyen başka konulardan bahsediyor aslında. Sadece ortalarında bir yerde geçiyor adım.

Hakkımdaki sayfalar süren yazılar yazılmış kitapları bile alıp kütüphaneme koymayan biri olarak, o tek cümlelik değinmeden değil söz etmek, okumaya bile üşenebilirim normal olarak. Neyse ki kolayı var: Ctrl+F tuşuna basıyorsun, açılan kutucuğa yazıyorsun aradığın kelimeyi, sayfanın neresindeyse, sana şıp diye buluyor.

Aradım ve buldum kendi adımı…

Aman yarabbi! "Kimlere kalmış köşeler" dedirtecek cinsten utanç vesikası cümleler var orada.

Necmiye Alpay isminde yaşlıca bir hanımefendi yazmış bunu. Kimdir, necidir, bu yaşa kadar nerelerde dolanmış da şimdi Radikal'de köşe sahibi olmuş, hiç bilemiyorum. Şöyle diyor yazısının ortalarında bir yerde:

"Bütün bunlar olurken, kadına karşı uygulanan şiddeti araştırmayı kendine görev bilen bir feminist, Hülya Tarman, her halde gerçekleri ortaya çıkarma yetisinden duyulan korkuyla, bir provokasyonla bertaraf edilmeye çalışılıyor. Komplo korkunç: Takvim gazetesi 2007 Haziran'ında Tarman'ın adını 'intihar bombacısı'na çıkaran bir haber yayımlıyor. Bu haber hâlâ gazetenin internet sitesinde.

Şiddet karşıtı bir gönül sahibine yapılabilecek en büyük kötülük ne olabilir diye epey düşünmüş olmalılar bunu bulmak için… Sonra Star'da Necdet Şen'in bir yazısında aynı yönde imalar yer alıyor ama, o yazı şu an Star'ın sitesinde yok.

Elbette dava açmış Tarman. Son dakika haberi, tam bir sürpriz:17 Eylül Çarşamba. Star gazetesine karşı açılan dava Hülya Tarman'ın lehine sonuçlanmış, tazminata hükmedilmiş. Takvim'e karşı açılan davanın duruşması 7 Ekim'de…"

Yazıyı okuyunca dondum kaldım. Nasıl olur? Benim bahse konu olan Hülya Tarman'ın ne adını duymuşluğum var ve ne de hakkında 2007'de çıkmış olan o haberi okumuşluğum. Star'da sadece 2 ay yazarlık yaptım ve o da 2008 yılının 30 Haziran'ı ile 12 Eylül'ü arasında başladı ve bitti.

Çok iyi biliyorum ki, ne yazıda adı zikredilen mağdureyle ne de başkasıyla ilgili o tarz bir imada bulunan tek satır kaleme almadım. Ne Derkenar'da ne Star'da. Tam tersine, gazetelerdeki mesnetsiz suçlamaları, yargısız infazları, insanların onurlarıyla oynayan sakil yayıncılık anlayışını, yazarlık kisvesi altında yapılan kelle avcılığını, husumet dolu ifadeleri, önyargıyı, yalapşaplığı ve benzerlerini her fırsatta eleştirdim. Gazeteleri daha titiz daha sorumlu davranmaya çağıran yazılar yazdım birçok kez. Belli ki köşe yazarı Necmiye Hanım hiç birini okumamış.

Gene de "acaba gözümden kaçmış olan ve başka bir kişilik buhranıyla okunduğunda kastetmediğim biçimlerde de yorumlanabilecek bir şeyler çıkmış mıdır kalemimden" diye, oturdum, Star'da yazdığım tüm yazıları bir daha okudum. Buluttan nem kapan alıngan bir okur gözüyle. Feminizmle erkek düşmanlığını birbirine karıştıran aptal bir kadın gözüyle. Dogmatik ve cahil bir gazete müptelâsı gözüyle. Takabileceğim tüm gözlükleri takarak, zaten muhtevasını ezbere bildiğim kendi yazılarımı bir daha hatmettim.

Hayır, yok öyle bir şey… Ne "ima"sı? Ne "kötülüğü"? Ne "komplo"su? Ne "mahkûmiyet"i? Neler saçmalıyor bu kadın, anlayamadım.

Gene de insanoğlunun acaipliğini ve Hrant Dink'i "Türklüğe hakaret" ten mahkûm edebilen "angaje" yargıç türünü de hesaba katarak Star'ın yayın danışmanı (o gazeteye 2 ay için de olsa "evet" dememi sağlayan zarif insan) İbrahim Kiras'a bir e posta gönderip "böyle bir dava ve mahkûmiyet var mı?" diye sordum.

Yanıtladı: Onun bildiği kadarıyla yokmuş.

En azından benim adımın geçtiği bir dava yok. Olsa ben de bilirdim her halde.

O an içimde bir öfke kabardı. İtiraf edeyim ki çok kızdım. Aslına bakarsan eleştiriye -hatta sövgüye- karşı tahammüllüyüm ama bu hanımefendiye kızdım. Üstünkörü yargılarına, satır aralarından sırıtan tarafgirliğine, uluorta sarf ettiği "komplo, kötülük, yargısız infaz" gibi sözleri beni de kapsayacak biçimde genişletmesine, belli ki okumadığı, hatta var olup olmadığını bile tam olarak bilemediği bir yazıdan dolayı ceza almış olmam ihtimalini peşinen kâr hanesine yazışına, nedenini bilemediğim düşmanlığına ve bunu ifade edişindeki pervasızlığına…

Memleketimin basınında bolca bulunan bir yazar türü var. Kendi yaşam alanındaki muktedirlere ve aynı hoşafa kaşık salladıklarına gözünün üstünde kaşın var demeyen, ama uzaktakilere ve cemaat töresine göre "ısırılabilir" sayılanlara karşı kaplan kesilen… Bendeniz hakir de bu ikinci kategorinin ısırılma listesindeki gözde isimlerinden biri olduğumu sayısız kez deneyimlemiş ve öğrenmiş bulunuyorum.

Kişileri hedef alan yazılar kaleme almadığımı yazılarımı okuyan herkes bilir, ama bu "sonradan çıkma" köşe sahibine iki çift lâf söylemezsem içimdeki bu öfke daha da çoğalır. Düşündüklerimi dile getirmem ve iç dünyamı bu tacizden kurtarmam lâzım.

Gazeteler kamuya ait alanlardır diye bilirim. Parayla satılsa da, sayfalarının neredeyse yarısı reklamla ve pazarlama kokan çakma haberlerle dolu olsa da, en azından tanımı itibariyle, kamuya hizmet eden, haberdar olma ve kanaat edinme ihtiyacımıza cevap verme iddiasındaki kamusal nitelikli kurumlar bunlar.

Gazete yazarı, açık bir alanda yazı yazdığını ve doğru düzgün araştırıp soruşturmadan işkembeden haber ve yorum sallamaya hakkının olmadığını bilerek işe başlamak zorunda.

Orası üç beş feministin ya da sekiz on Beyaz Türk'ün kendi aralarında kikirdeştikleri bir mail grubu değil; sokaktan geçen herkesin 40-50 kuruş verip alabileceği ve okuyabileceği ulusal bir vitrin.

O köşede kafana estiği gibi asıp kesemezsin. Yakup'un meyhanesi değil orası.

Nasıl bir yazarlık anlayışı bu? Nasıl bir entellektüel duruş? Nasıl insanlık?

Altmışından sonra yazarlık yapmaya başlayan bir insandan eser miktarda da olsa dikkat ve itidal bekliyor insan. Gazetede bir köşe sahibi olmanın gerektirdiği asgarî vicdan ve sorumluluğu bekliyor. Oysa birilerini "yargısız infaz" yapmakla suçlarken, tam o an, kastettiği şeyi bizzat kendisinin yapıyor olduğunun farkında bile değil hanımefendi. Üstelik kulaktan dolma bilgilerle, sağır işitmez uydurur kolaycılığıyla, kabile ruhuyla, "bizdendir, bizden değildir" diye tasnif ederek…

Peşin hüküm, yargısız infaz, iftira, kolaycılık, ezbercilik, meraksızlık, cinsiyetçilik, cemaatçilik, ne ararsan bulabilirsin şu birkaç yalapşap paragrafta. Merak edip Google'a adımı yazsa, aradığı yazı hangisiyse, hem Star'ın web sitesinde hem de Derkenar'da bulacak. Tabii zannettiği gibi bir yazı varsa. Ama doğru dürüst aramamış belli ki. Kim olduğum ve ne yazdığım konusundaki malûmatı da büyük bir olasılıkla kendi fasit dairesindeki uluorta söylentilerle sınırlı.

Yazık ki bu hanımefendi üstüne üstlük, bir de akademisyen. Ve belli ki onu Radikal gazetesinde köşe sahibi yapabilecek sosyal bir çevreye de sahip.

Şimdi gel de Sakallı Celal'in "bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür" sözüne hak verme.

Öğrencilerini de bu disiplinle mi yetiştiriyor acaba Necmiye Hoca?

Bu tip insanlardan matbuatta da diğer "kültürlü" topluluklarda da sürüyle var, biliyorum. Normalde dikkate bile almıyorum. Kendi küçük dünyalarında tutsak, hayatın hakikatiyle cemaat dogmalarını birbirine karıştıran bir tür mutaassıp azınlık olarak görüyor ve ilgi alanımın dışında tutuyorum. Her şeyden önce sinirlerim ayağa kalkmasın diye. İnsanlardan yana umutsuzluğa kapılmayayım diye.

Bana bu yazıyı yazdırtan Necmiye Hanım'ı daha önce hiç duymamıştım, kimdir, necidir bilmiyordum. Bu yazısını okuyunca internette biraz araştırdım, hakkında eser miktarda da olsa malûmat sahibi oldum. Kendisine hayatta başarılar diliyorum. Kıymetli şahsı ile hiç bir kişisel meselem yok. Bundan sonra da olmaz. Çiçeği burnunda bir köşe yazarı galiba. Kutlarım. Miadını doldurmuş titrek ve tıknefes basın katarına en arka vagondan zıplamış olan bu yeni konuğa ununu elemiş eski bir basın çalışanı olarak "hoş geldiniz" demiş olayım bu vesileyle. Hayırlı kesip doğramalar. Köşenizin -ve gücünüzün- hayrını görünüz. İlminiz irfanınız bol olsun.

Bana gelince, hanımefendinin bu ofsayt tavrını, her ne kadar yaşı kemale ermiş olsa da, gazete yazarlığındaki acemiliğine bağlıyorum.

Bu tarz kara çalmalara şerbetliyim. Geçmişte de bahşedilmiş köşelerinden çalıştığım gazetenin sahibine "kov bu Atatürk düşmanını" diye jurnalleyenler, eleştiri yerine küfür ve hakaret sıvayanlar, çete düzüp dövmek için gazeteyi basanlar, yolumu kesenler, sataşanlar, köşelerinden lâf çakanlar, "öldürürüz ha" diye mektup döşenenler, onlarca vilâyette ayrı ayrı suç duyurusunda bulunup savcılıklardan havasını alanlar, "elimize düş de gör" diyenler ve burada zikredemeyeceğim daha neler neler çıktı. Küfüre, iftiraya, linç girişimlerine, damgalanmaya, dışlanmaya karşı bağışıklık kesbettim artık.

Öfkem kısa ömürlüdür zaten, sabun köpüğü gibi kabarır ve söner. Şimdiden affettim hanımefendinin bu toyluğunu.

Ama gene de kendi kendime sormadan edemiyorum: Her bir sayfasında ikişerli üçerli sıralar halinde üst üste alt alta yan yana dizilmiş, ordan burdan pıtırak gibi pırtlayan ve çoğu zaman dişe sürülecek neredeyse tek bir cümlesi bile olmayan bu yazar kalabalığını gazeteler nasıl taşıyor? Bu sayfaların her yanına okul yıllığı gibi serpiştirilmiş o vesikalık fotografların sahiplerini gerçekte kaç kişi umursuyor? Acaba kaç kişi okuyor o sütunları? Çok kıymetli köşelerinden kaybolduklarında acaba kaç kişi hatırlayacak bu zevatın adlarını? Arkalarında bir iz bırakacaklar mı?

Merak ediyorum, lâf salatasının porsiyonu kaça geliyor? Belirli bir ücret tarifesi var mı? Gazeteler nasıl para yetiştiriyor o kadar içi boş lâfa? Toptancıdan kiloyla mı alıyorlar acaba bu tür yazarları?

* * *

İlgili yazı → Feminist Eleştiri - Necmiye Alpay

Yorumlar

Yazının içeriğine söylenecek bir söz yok. Bize "bunu böyle biliyorduk da bir kez daha anladık, matbuat denen yer insan evlâtlarına göre değil" demek kalmış.

Yazının bende çağrıştırdıkları yine çocuklukla alâkalı. Okullarda elişi derslerinde kesekâğıdı yapmanın öğretildiği dönemden bahsediyorum. Tutkal olarak da un ve sudan müteşekkil cıvık hamurun kullanıldığı kadim zamanlardan.

Herkesin 7-8 gazete getirmesi söylenirdi. Biraz un ve tutkalımızı içinde yapacağımız kap. İki katlı gazete sahifemizi boru haline getirecek şekilde katlayarak yapıştırır, beklerdik. Sonra sıra altını kapatmaya gelirdi. İki el marifeti ile içeri kıvrılan alt ucun ortasında zarf gibi üst üste gelecek kısımlar da birbirine yapıştırılır ve yarım katlanırdı. Kesekâğıtlarımız kuruduktan sonra kullanılacak hale gelirdi.

Yeni yapılmış kesekâğıdı kokusu unutmadığım kokulardandır. Üçüncü hamur kâğıt, mürekkep ve hamur kokar. Üstüste konursa birbirine yapışır ziyan olurlar.

Şimdiki nesile çok uzak gibi gelecek ama bizler evimize alınmayan gazetelerden yapılmış kesekâğıdı ile gelen meyve ve sebzeye sevinirdik. Kenarlarını düzgünce açar ve oturup okurduk. En son cümlesine kadar.

Şimdilerde gazeteler kapkalın. Kesekâğıdı kullanan da yapan da kalmadı. Evinize bir amiral gemisi bir de yandaş medya şeysi alıyorsanız haftasına evdeki kâğıt kalabalığından bunalırsınız. Kağıt toplama yerlerinden birine götürüp atın. Vicdanınız rahatlar. Sonra risaykıl olup tekraren gelirler. Kabus gibi.

Ahmet Faruk Yağcı - 6 Mart 2009 (23:24)

Vatan gazetesinin bilge yazarı Reha Muhtar'ın bugünkü yazısı şöyle başlıyor:

"Her kadın biraz Budisttir, çünkü mutlaka bir Öküze tapmıştır…"

"Her kadın hayatının bir bölümünü Budist olarak yaşar… Çünkü mutlaka bir öküze tapmışlığı vardır…"

Son günlerin en çok forwardlanan kadın mailinde bunlar yazıyor, herkes birbirine söylüyor, kahkahalar atıyor, "oh olsun" diyor, "hepsi öküzdü bunların" diye buyuruyor, "Yaşasın Budizm" diye haykırıyor…

Kadında Budizme neden olan "öküz takımı" erkekler de, kendilerinin "öküz" familyasından geldiğini bilir…

Ama bir farkla ki, onlar öküzün iğdiş edilmemiş sığın olanını "Boğa" adını kendilerine verirler… "Çift sürmek, kağnı çekmekte kullanılan, etinden de yararlanılan, iğdiş edilmiş erkek sığırdır…" öküz…

Erkek, öküz olduğunu kabul etmez… Boğa olduğunu düşünür… Oysa boğa da tıpkı öküz gibi bir sığır türüdür… Tek farkı damızlık olmasıdır…

Bilge yazar boğa ile öküz arasındaki farkı (her nasılsa) biliyor, ama Budizm inancında Buda da dahil hiç bir şeye tapınılmadığından habersiz. Galiba insanları sütüyle besleyen ineği "kutsal" olarak gören ve saygı gösteren Hinduzim'le Budizm'i birbirine karıştırıyor.

İyi ki varsın Reha Abi. Sayende hayatın sırlarına vakıf oluyoruz. Işığınla aydınlat bizi.

Dumur Abi - 7 Mart 2009 (12:14)

Bir Fransız atasözü "düğümü çözmek istiyorsan olaydaki kadın parmağını araştır" gibi bir şeyler der. Biz de gazetelerde bazı kadın köşe yazarlarına yakından bakarak önemli ipuçları yakalayabilir miyiz acaba?

Örneğin, içinizde Vatan gazetesinde beliriveren ve internet nüshasında en tepede (Güngör Mengi'nin bile üstünde) yer alan ama yazdıkları itibarıyla ortaokul 1. Sınıf düzeyinde bile olamayan hanımefendi yazarın neyin nesi olduğunu merak eden oldu mu? Ya da dünyada böyle bir köşe yazarı olduğundan haber olan var mıydı aranızda?

Peki. Şöyle bir soru daha soralım: Onu oraya getiren bonserviste acaba ne yazıyor?

Bir soru daha: Bir tek lâfıyla bir kişiyi başyazarın üstüne konuşlandırabilecek kaç "muktedir" şahıs vardır şu matbuatta?

İpucu: Vatan gazetesinin perde arkasındaki gizli sponsoru olduğu söylenen medya grubu hangisi ve o grubun en kudretli kişisi kim?

Peki artık kırkını geçmiş ve bir "yazar" olarak pek ışıltısı kalmamış birisi başka hangi özellikleri nedeniyle böyle ödüllendirilir? Karşılığını nasıl öder?

Ketumluk olabilir mi bu meselâ? Monica gibi geveze olmamak yani…

Hafiyesi Mahmud - 10 Mart 2009 (08:59)

Sevgili Necdet Şen, yazılarınızı uzun bir zamandan beri takip etmekteyim. Aldığım hazzı anlatamam. Tamamı ironik ve zekâ yüklü. Fakat Star gazetesinden ayrıldığınızdan beri çok az yazınız çıktı Derkenar'da. Lütfen daha fazla yazmanızı rica ediyorum, her gün olmasa da, haftada üç veya dört yazı bekliyoruz. Bizleri merakta bekletmeyin lütfen, sizlere kucak dolusu sevgi ve saygılarımı sunar, başarılar dilerim.

Kadir Yalçın - 19 Mart 2009 (18:19)

Canım Kardeşim, "Feminist Eleştiri" yazısına tıklayıp okudum. Senin alıntıladığın gibi ismin geçmiyor! Bu ne iş? Sen mi işkillisin fazlaca, onlar mı düzeltmişler yazıyı?

Akın Evren - 27 Nisan 2009 (16:19)

Balım Kardeşim, ben de tıkladım şimdi ve bir kez daha baktım. Aynen alıntıladığım gibi, ismim yerinde duruyor. Ben işkilli falan değilim, onlar da kaldırmamış. Merak ettim, sen o yazıyı nerenle okudun?

Necdet Şen - 27 Nisan 2009 (16:49)

Bu yazıyı fark ettiğimde Star'a sormuştum. Yazıda bahsedilen dava ben Star'da başlamadan bir yıl önce falan sonuçlanmış bir davaymış. Yani benimle uzak yakın ilişkisi yok. Ama Necmiye Hanım yine de eline geçirdiği bir lâf sokuşturma, fırsatını ziyan etmek istememiş olmalı.

Biraz yukarıda adı geçen "canım ciğerim" niye şunca zaman sonra buluttan nem kapıp mevzuya müdahil oldu, işte onu hiç anlayamadım tabii ki…

Necdet Şen - 27 Nisan 2009 (21:24)

Yine biraz gecikerek fark ettim, Necmiye Alpay Radikal'deki köşesinde bu yazıya konu olan dikkatsizliğiyle ilgili bir açıklama yapmış, diyor ki:

"18. 9.2008 tarihli yazımda, feminist araştırmacı Hülya Tarman'ın uğradığı haksızlıklarla ilgili iki paragraflık bir bölüm vardı. Necdet Şen'le ilgili bir cümle de vardı paragrafların ilkinde. Kaynağım ise Tarman'ın altmış küsur üyesi bulunan bir internet grubuna yazdıklarıydı.

Necdet Şen, "Derkenar" adlı internet sitesinde yayımladığı 6 Mart 2009 tarihli yazıda, büyük bir nezaketle, Hülya Tarman'ın başına gelenler için çok üzüldüğünü, ancak benim yazımda kendisiyle ilgili olarak söylediklerimin hiç bir biçimde doğru olmadığını yazmış:

Şen'in yazısını görünce, Tarman'a yazarak durumu bildirdim ve ayrıntı istedim. Tarman, olayla ilgili diğer bilgilere ilişkin ayrıntıları yazdı bana, ama Necdet Şen'le ilgili bir şey yazmadı. Yeniden sordum, bu kez hiç yanıt alamadım. Şimdi aradan yeterince zaman geçtiğinden, bu açıklamayı yazmak gereğini duyuyorum.

Necdet Şen'in adı olaya haksız yere ya da yanlışlıkla karıştıysa ve bunda benim bir payım olduysa, bunun için kendisinden özür diliyorum. Bu adı üçüncü bir yazıda daha anmak zorunda kalmamak dileğiyle…"

Eh, kabul etmek lâzım ki, hatasını kabullenmek ve özür dilemek bizim matbuatta nadiren rastlanan bir yazar davranışıdır. Ben de Necmiye Hanım'ı bu hasletinden dolayı bir köşeye kaydediyor, bu özürünü -haddim olmayarak- kabul ediyorum. Umarım sivri dilimle fazla incitmemişimdir.

Necdet Şen - 3 Eylül 2009 (21:41)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

70
Derkenar'da     Google'da   ARA