Patronsuz Medya

Kamera Demokrasisi

Necdet Şen - 23 Temmuz 2009  


Haspanın varlığından ilk kez gazetelere kapak olduğunda haberdar oldum. Ünlü -ve seksî- bir televizyon sunucusuymuş. Spor konusundaki malûmatı ve erkeklerle lezzoların kasıklarını kamaştıran seksapeliyle ünlüymüş.

Hakikaten de, boy pos endam gayet yerinde, kütür kütür bir üftade.

Kaldığı motel odasında gizlice çekilmiş anadan üryan görüntüleri Fox ve CBS kanallarında sansürsüz yayınlanınca Amerika'da -ve haliyle tüm dünyada- kızılca tantana kopmuş.

Münazara konusu şu: "Bu konu mahremiyet ihlâli mi, yoksa herkesin özel hayatını saygısızca çiğneyen medya için okkalı bir ders mi?"

Bizim memlekette her yaz olan şeyin Amerikanya versiyonu.

Gazete bağımlıları için bayat havadis olmalı. Ben yeni öğrendim.

Meşrebine göre, adı zaten "seksî sunucu" ya çıkmış ve Playboy tarafından birkaç kez "en" seçilmiş bir insanın çıplak hali neden mahrem olsun? Zaten bu üftade bu özelliğiyle star olmuş, da diyebilirsin, devir serbest rekabet devri, avradın sergilediği kadarına fit olacak, göstermediğini bedavadan istemeyeceksin, de… Düzen, "ucunu göster, bakiyesini parayla ver" düzeni. Cinsel uyaran olarak kendi vücut topografyasını (tercümesi, çükülebilitesini) hesaplı bir cömertlikle sergileyen kişi, zaten kamuya açık bir seks nesnesi olmaya bilerek isteyerek -ama tabii ki ücret mukabili- kendisi talip olmuş demek değil midir?

(Belâ arayan insanların soracağı türden sorular bunlar. Cıss sorular. Ucunda cadalozlara yem olmak var. Allah sonumuzu hayır etsin.)

Bu manitanın şimdilik mezata çıkarılmamış olan çıplak halini gizlice çekmek, gerçekten ahlâksızlık mıdır, yoksa kuralları sistem tarafından belirlenmiş bir seks hizmetine yönelik sınır ihlâli mi, açıkçası karar veremiyorum.

Ne yalan söyleyeyim, internette uzun uzun aradım bu Erin Andrews Hanım'ın çıplak görüntülerini. Bulamadım maalesef. Hevesim kursağımda kaldı.

Derken, memleket haberlerine göz atmak için açtığım bir Türk gazetesinin sitesinde çıktı karşıma. Doya doya seyrettim. Sanırım bir kısmıydı, tamamı değil. Ama o bile iliğimi kemiğimi ısıtmaya yetti.

"Ulan bunlar nasıl bir güzellikler! Bre kancık, hepsi senin mi?"

"Sus rezil, karıyı haberi olmadan gizlice çekmişler…"

"Allah'ın verdiği güzelliği kuldan ne diye saklamalı hoca efendi?"

"Sus zındık! Çarpılacaksın!"

"Allah'ın verdiği güzellikler" nedir, bilmem; kulun kendi seçimleriyle edinebileceği en büyük güzelliğinin sağduyu olduğu ayrıntısını da geçiyorum bir kalem. Bu benim şahsî takıntım. Konumuz, bireysel hak ve özgürlüğümüzün sınırları. Bireysellik diye bir şey kaldıysa tabii.

Biz buna, muvakkaten "Kamera Demokrasisi" diyelim. Hani şu artık her cep telefonunda standart olarak bulunan görüntü alabilme ve istediğin yere gönderebilme kolaylığından söz ediyorum. O faydalı özellik ceplerimize kadar süs olsun diye mi girdi? Tabii ki birbirimizin sınırlarını ihlâl edelim, sokakta markette yanından geçtiğimiz mini etekli hanımların alttan fotografını çekip internetteki bloglarımıza koyalım, boy boylayalım soy soylayalım diye.

Ne kızıyorsunuz kuzum? Bozkırkurdu'nu okumadınız mı? Otomatik Portakal'ı? Sineklerin Tanrısı'nı? Ayol, Natural Born Killers'ı da mı seyretmediniz yoksa? İnsanoğlunun karanlık bir tarafı vardır ya, ondan bahsediyorum.

Biz "insan" denen iki ayaklı orman kaçkınları, olmamamız gerektiği kadar zekî ve kör nefisle dopdolu yaratılmış ve dahi evrim merdiveninin henüz orta basamaklarını ikmal etmekte olan sosyal bir varlık olup, her türlü rezilliği yapmaya eğilimli değil miyiz? Aklıselim kadar kara vicdan da bizden sorulmaz mı?

Avrupa'da doğup dünyaya damgasını vuran Kapitalizm diye bir düzen vardır efendi. Çin'de, Maçin'de, Hindustan'da ve de Amazon ormanlarının derinliklerinde bile karşımıza çıkı çıkıverir. Bu Kapitalizm denen namussuz, para edeceğini düşündüğü her bir nesneyi, kendi ırzımızı namusumuzu bile ambalajlayıp satar. Bakkallara kadar düştü harim-i ismetimiz. Jiklet fiyatına.

Teknolojiyi bilir misin kardeş, teknolojiyi? Sözüm ona, insanlığın hizmetinde. Aslına bakarsan, öncelikle kâr değirmeninin emrinde, her bir kuytuya eli uzanır bir acaip marifetler silsilesi. Bu teknoloji, kamera denen icadı ufaltıp ufaltıp -afedersin- oramıza girecek boyuta kadar indirdiyse, biz onu anahtar deliğinden içeri tıkıştırıp çıplak üftade görüntüsü de mi almayalım?

Alıyoruz da nitekim. Sebil. Et pazarı. İstemediğin kadar. Avrat tatlısına doydu gözümüz gönlümüz bu sayede.

Mahremiyet mi? Saldırı altında. Dağlara çekildi. Kameralarımızın ulaşamadığı yerlerde saklanıyor şimdilik. Yakındır oraların da bol cepli pantolonları ve pahalı kameraları ile ulaşan sponsorlu gezginler tarafından görüntülenip arşivlenmesi. Kalın duvarların arkasında, sığınaklarda, mağaralarda gizleniyor şimdilik bir kısım mahremiyet. Elbet oralara da erişecek teknolojinin eli. Valdemizin örekesini de görüntüleyecek Allah'ın izniyle. Yeter ki pazarda mübadele değeri taşısın, cenin pornosu bile emrinize amade.

Kim yapacak bunu? Tabii ki biz. Birey milleti. Kendimiz. Baltalar elimizde kameralar cebimizde. Artık her birimiz birer amatör paparazzi, çekecek frikik görüntü bakınıyoruz. Etkileşimli bir takas ekonomisinde, al gülüm ver gülüm, ele geçirdiğimiz pornografik görüntüleri bazen para bazen incik boncuk karşılığı trampa ediyoruz.

Echelon'lar, Mobese'ler, şirket kapılarında, site ve apartman girişlerinde, koridorlarda, odalarda, keneflerde, kümeslerde… 24 saat göz hapsindeyiz. Hatta ciğer röntgenimiz bile bu kameralarla görüntülenebiliyor diyeyim, sen anla.

Gizlice mi? Hayır, alenen. Günden güne artan "güvenlik" ihtiyacı bunları kendi isteğimizle hayatımıza musallat etmemiz için ikna ediyor bizi.

İstediğin kadar "ben korkmuyorum" de sevgili vatandaşım, her yaş ve her beden için münhal korkularımız mevcuttur, iste, sokuşturalım.

Kamera Demokrasisi bizi tasada ve kıvançta değilse de kepaze edilme noktasında sınıfsız ve imtiyazsız kılıyor.

O zaman bi durup düşünelim bakalım. Bütün bu olup bitenler neyin habercisi?

* * *

Cep telefonlarına kadar girebilmiş kameralar aynı zamanda demokrasinin yayılmasına hizmet etmez mi? Yok mudur böyle olumlu bir yanı bunun?

Var. Olmaz mı? Örneğin, az ötendeki bir insan hakları ihlâlini, darp, tecavüz, katliam ve daha birçok şeyi minicik kameranla görüntüleyip derdine derman olabilecek mercilere ulaştırabilir, hatta istersen dünyaya yayabilirsin. Artık zorbanın da çekinmesi gereken bir şey var demektir: "Bireyin Gücü" diyor sistem buna (sen istersen "bireyin satın alma gücü" de diyebilirsin). Şık bir sıfat olduğunu kabul etmek gerekir. Tüm insanların vicdanlarına pranga vuramadığın müddetçe, yediği herzenin yanına kâr kalacağından emin olamaz kimse. Gerçi tedbir alınana kadar atı alan Üsküdar'ı geçmiş, Çengelköy'e dayanmıştır ya, gene de olan biteni belgelemek bile az şey değil.

O sayededir ki, Ebu Garib hapishanesinde yapılan akıl vicdan ötesi işkenceler varsa, bunu dünyaya duyuracak bir insan evlâdı da bulunur. Türkiye'de, Rusya'da, Çin'de, İran'da, Rwanda'da yaşanan bir insanlık dramı, taşınabilir kameralar ve internet sayesinde artık tüm dünyanın meselesi olabilme imkânına sahiptir.

Diğer yandan, hiç birimizin kendimizi muaf hissedemeyeceğimiz muğlâk bir baskı mekanizması, alttan alta hayatımızın en kuytu köşelerine kadar nüfuz ediyor. Dünya yüzeyine yayılmış milyonlarca kamera tarafından her an izlenmekte olduğumuzu bilerek yaşamak zorundayız artık. Esnerken, eğilip kalkarken, kaşınan bir yerlerine elini uzatırken, önce gözetlenip gözetlenmediğini kontrol edeceksin.

Buna, yaptığın harcamaları, satın aldığın biletleri, gittiğin yolculukları, hastalıklarını, hatta genetik eğilimlerini kayda geçiren elektronik ortamı da ekle, ondan sonra konuşalım bunun ne demokrasisi olduğunu?

Gün, yellenirken bile "yakalandım mı?" diye pirelenme günü. Mimiklerimizin ve reflekslerimizin bile neyin nesi olduğunu tam bilemediğimiz bir yerlerden kontrol edildiği bir dünyadan söz ediyorum.

"İmlâ hatası yaptınız sayın Yorumcu" diye uyaran web sitesine alışamayan kardeşlerim, "başşaklarınızı kaşımayınız sayın Falanca" diye uyaran asansörlere alışacak bir gün.

Bunun uçuk bir faraziye olduğunu söyleyebilecek kimse var mı?

* * *

Asansör dedim de, bugün okuduğum bir haberle koptum. Olay Bursa'da geçiyor. Sucunun çırağı teslim aldığı boş damacanalarla istimna yapıyormuş asansörde inip çıkarken. Bir başka vesileyle apartmanın kamera kayıtları incelenirken tesadüfen ortaya çıkarılmış.

Çok güldüm. Sen misin günahsız damacanaların ağzına veren, işte böyle alemin maskarası olursun denyo! Kah kah kaah! Sen de gülsene kanka! Neden gülmüyorsun?

Hadi buyur, iyi mi kötü mü bu? Tartışalım. Yani, satın aldığın damacana sularını da içinde "eşşeğin dölü" var mıdır diyerek içeceksin artık. Afiyet olsun. Proteindir, gayetle yarayışlıdır, yüreğini bozma şekerim.

Ne var ki, bunu popüler medyada yayınladığın andan itibaren dünyanın tüm damacana taşıyan abazanlarına ilham vermiş olmaz mısın be hey saksı kafalı editör efendi? Bugün Bursa'da olan bu su-i istimalin yarın senin de oturduğun sokakta olmayacağının garantisi var mı?

O insanı baştan çıkarıp günaha sokan fettan damacananın deliğini de tam o genişlikte yapmak hangi salozun fikriydi acaba? Hakkaten de yahu, bugüne kadar nasıl aklıma gelmedi bu benim? Onca zaman sap sap dolandıktı. Hani, kavunu hıyarı patlıcanı duymuştum ama damacana hiç aklıma gelmemişti. Gerçi Bukowski bile hayal edemezdi ya bu kadarını… Pes!

Kehanetimdir, yakında girişi ırz namus düşmanlarına elverişsiz damacanalarda satılan içme suyu reklamlarını bekleyiniz. En iyisi, damacananın ağzını nacigillerin maslahatını acıtacak türden dikenli, ya da süzgeçli, ya da üç köşe dört köşe falan yapmak. Damacanalar için bekâret kemeri bile düşünülebilir. Gerçi azimli abazan onun da bulur çaresini ya, önlem önlemdir işte.

Ya da tam tersi, şişme bebek gibi kullanılabilecek ten rengi jumbo damacanalar sürer mi açıkgözün biri piyasaya. Bir dizi vardı ya hani TRT'de "Yol Arkadaşım" diye, orada hani hanım kızımız kadın vücudu biçiminde zeytinyağı şişesi yapıyordu da pazarlamaya çalışıyordu ya, onun gibi yani… Bütçen müsaitse, damacanalardan harem kurarsın. Kızını dövemiyorsan damacananı döversin.

Allah arabalarımızın egzostlarını korusun bu sapıkların şerrinden. Amin.

* * *

Teknik bir ayrıntı: En "ciddi" gazete ve televizyon kanallarının bile sayfalarını, yayın kuşaklarını bu çeşit haberlerle doldurduğunu ve artık malzemenin çoğunun internetten tokatlandığını farkediyoruz, değil mi?

Bu ne demek peki?

Şu demek: Sen, ben, o, öteki, yani biz ayak takımı, azmedersek -ya da denk düşerse- gündemi belirleyebiliriz. Yeter ki kalbimiz bozuk, ciğerimiz çürük olsun.

Hepimiz artık potansiyel kepazelik avcısıyız. Artık kenef bekçisinden bile çekinilmesi gereken zamandayız. Dem bu dem.

Al sana devrim işte. Dipten gelen dalga. Avadanlıkların hegemonyası. Görüntü Diktatöryası. Ne dersen de.

Herkes 15 dakikalığına medyada kepaze ediliyor. Başbakanlar, krallar, medya lordları, hatta mezardaki ölüler.

Ta ki bize şah damarımızdan ve kıçımızdaki çakıldaktan daha yakın olan bu müzevir kameralar bir başka kepazeliği faş edene kadar. O an sen unutuluyorsun, kepaze olma sırası bir sonrakine geliyor.

Herkes birbirinin rezilliğine bakıp gülüyor. Kavat takımı, karısının üryan resmîni gizlice çekip internete koyuyor. (Ulan, kocana da emanet edemeyeceksen, kime emanet edeceksin namusunu? Bu ne boktan iş? Söylesene kız Demi? Bu kocayı çok aradın mı?)

Bütün bu olup biten kakofoniyle arandaki mesafeyi yeterince kuşbakışı tutarsan, şunu görüyorsun: Bir ucuyla daha fazla demokrasi anlamına gelebilen bu kamera teknolojisi, diğer ucuyla da tüm dünyanın tek bir Hayvan Çiftliği'ne dönüşmekte olduğunun habercisi.

Çünkü o kameralar, onu nasıl ve ne için kullanacağımızı da öğreten gizli bir buyrukla giriyor cebimize. Medya bize -köpek eğitir gibi- kameralarımızla neler yapabileceğimizi öğretiyor.

Tüm insanlığı tek bir merkezden belirlenen tek bir standarda göre biçimlendiren görünmez bir diktatörlük rejimi sinsi sinsi yerleşiyor. Bunun pezevengi, işte bu Medya.

Şirketler, sadece ekonomik kuruluşlar değil, reklam bütçeleriyle "kültür" üreten birer toplum mühendisliği odakları da aynı zamanda. Algılarımız, medya üzerinden formatlanıyor. Gazete aldığımızı zannederken, arasına üç beş frapan haber ve köşe ahkâmı yerleştirilmiş tıka basa reklam dolu kâğıt tomarları alıyoruz paramızla. Televizyonda tartışma mı izliyoruz? Hayır. Reklam arası lâf salatası izliyoruz. İnternet de çok farklı değil. Gözümüzü çevirdiğimiz her yerde (sokaklarda, bina cephelerinde, metro duvarlarında, toplu ulaşım araçlarının içlerinde ve dışlarında) reklam (maksatlı telkin) var.

Demokrasiyi eğer geleneksel (dar) anlamıyla algılarsak, evet, demokrasi yayılıyor. Artık askerî ve bürokratik hegemonyanın eski saltanatını yitireceği, her türlü etnik, kültürel, dinsel farklılığın kendisine yaşama alanı bulabileceği, daha renkli, daha parçalı, daha çok seçenekli bir dünya mümkün olabilecekmiş gibi görünüyor. Ama diğer yandan, eski tiranların hiç birisiyle kıyaslanamayacak, daha sinsi ve daha başedilmez bir tiran başımıza çörekleniyor. Hepimizi gözetleyebilme, kesintisiz telkinleriyle davranışlarımızı yönlendirebilme imkânına sahip, her birimizi hem mağdur, hem muhbir, hem satıcı, hem müşteri haline getiren bir Kamera Demokrasisi çağına giriyoruz. Ya da belki çoktan girdik de şimdilik haberimiz yok.

Bol zannettiğimiz seçeneklerin tamamının, giyim mağazasındaki giysiler gibi, hep belli modellere göre üretilmiş konfeksiyon seçenekler olduğunu göremiyoruz. Etrafımızı çevreleyen kakofoni, bize çok seslilik gibi geliyor.

George Orwell'in 1984 ve Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 romanlarında çizilen distopyalarda olduğu gibi, duvarlarımızdaki ekranlar tarafından esir alınan, güya eğlendirilirken aslında güdülen organik cihazlara dönüştürülüyoruz. Ya da Matrix filminde zikredildiği gibi, sisteme enerji sağlayan organik pillere.

Yazık ki bu süreçten pek de şikâyetimiz varmış gibi görünmüyor.

Diyeceksin ki, farkında mıyız da şikâyetçi olalım?

* * *

Tamamdır, bilgisayarın ya da televizyonun "power" düğmesine basan biziz. Eğer bu özgürlükse. Peki ya ondan sonrası? Hayatlarımıza egemen olan Güç Oyunu'nda ipler kimin elinde? Kim kimi yönetiyor? Kim veriyor komutları? Bilgisayar mı biz mi? Seçeneklerimiz önümüzdeki klavyede bulunan tuş sayısı kadar. Günün kaç saatini o ekranlara bakarak, "tıkla" diyen butonları ve "oku" diyen linkleri tıklayarak, Google'da seksî videolar ve oyun siteleri arayarak, yığıntı benzeri forum portallarına ad+adres vererek üye olup, önceden ezberletilmiş klişe cümleler yazarak geçiriyoruz?

Bu sahiden özgürlük müdür?

Canımızın istediği her şeyi satın alabilmeyi özgürlük sanıyoruz ya, peki o şeyleri hangi telkin edilmiş süreçlerin akabinde canımızın ister hale geldiğini düşünüyor muyuz acaba? Ve o şeyleri "istiyor" olmamızın bile aslında bir tür esaret olduğunu göremeden yaşadığımızı?

İnterneti "özgürce" kullanıyoruz da ne oluyor? Zamanımızı Facebook'ta, You Tube'da, Ekşi Sözlük'te harcayarak yapılan şey, gerçekten nitelikli bir özgürlüğün kullanılması mı? Böyle pür iştah, her an her yana bakınarak, kimi ya da neyi arıyoruz?

Aile fertlerinin en mahrem meselelerini televizyondaki kadın programlarında ortaya döküp saç saça baş başa tepişmesi, siyasetin bir tür kelle avcılığına dönüşmesi, dinsel diye bildiğimiz cemaatlerin kamuoyuna skandal haber servisi yapması sahiden demokratikleşme mi?

* * *

Sorulacak soruların ucu bucağı yok. Ama her şeyin paketlenip ambalajlanmış üniform yanıtlara indirgendiği ve elektronik ortamdan edinilebildiği bir atmosferde, soru sormanın pratik yararı var mı, varsa da ne, kestiremiyorum.

Komplo teorilerine pek iltifat etmem ya, ola ki esen her rüzgârdan komplo teorisi üreten biri olsaydım, şunu sorardım meraklısına:

You Tube ve Facebook gibi popüler internet ortamlarını ilk şikâyette kapatan yargıçlar acaba Orwell'in 1984'ünde anlatılan türden bir "ekran diktatoryası" nı adım adım hazırlayan derin bir komplonun askerleri olabilir mi? Öyle ya, aslında birer kârhaneden başka bir şey olmayan bu odaklar yasakladıkça, demokrasi gazisine dönüşüp tartışılmazlık ve dokunulmazlık kazanmıyor mu?

(Şaka yapıyorum tabii ki. Nerede bizde o kadar ne yaptığını bilen hukukçu? E posta göndermesini bile bilmeyen hakimler cart diye site kapatma kararı veriyor. Tek düşündükleri, kazasız belâsız emekli olmak.)

Sorgulamıyoruz bile kapatılan bu sitelerin hayatlarımıza sahiden de kattığı şey nedir diye. Che Guevara'dan Lenin'e, Nazım Hikmet'ten Deniz Gezmiş'e kadar her türlü muhalif portreyi reklam kuşaklarına malzeme yapan sistemin esnekliği, bizi çaktırmadan planlanmış bir yerlere doğru güdüyor olabilir mi? Klasikleşmiş "kahrolsun sansür" klişesi de artık Big Brother'ın kullanmakta olduğu bir reklam spotuna dönüşmüş olabilir mi meselâ?

* * *

Bugünkü diyeceklerim -kısaltılmış haliyle- budur. Programıma son verirken, Muteriz Necdettin Efendi'den muhayyer kürdî bir soru takdim ediyorum efendim:

Spor sunucusu Erin Andrews'un, manken Gamze Özçelik'in, seks bombası Ali Kırca'nın, damacana sapığı Naci'nin, emekli Fişmekân Paşa'nın ortalığa saçılan mahrem hayatları bir tür "new age" hegemonyanın habercisi olabilir mi? Yarın sıra kimde? Ya bu cesur yeni dünyada bizim yerimiz neresi? Bulduğumuz her sakil habere dört elle sarılırken aslında neyin kimlerin değirmenine su taşıyoruz?

Bu soruyu en çok da tüketim ekonomisinin insanlığa dünya cennetini vaad ettiğini savunan ateşli liberallere sormak isterdim.

* * *

"Şimdi bir reklam arası. Bizden ayrılmayın. Şok! Şok! Şok!"

"Şoktum efendim!"

Yorumlar

Oğlumla birlikte arabamızı Tekirdağ Belediye Otoparkı'na parkettik. Yanımıza 12-13 yaşlarında sevimli bir şopar yaklaşıp kibarca bir lira istedi. Verdim. Sonra bagajı açıp bisikletleri kurduk. Arabayı kilitlerken oğluma biz Marmara Adası'nda iken arabamıza hasar olabileceği şüphemi söyledim. Bilgiç eşlikçim bu meydanın en az 20 tane kamera tarafından görüldüğünü söyleyip beni rahatlattı ve teknedeki iki saatlik yolculuk boyunca gündelik hayatta nasıl takip edilebildiğimizden ve görüntülerimizin kayıt altında olduğundan bahsetti. İçimi kararttıkça kararttı.

Frederick Forsythe'in Ikon romanındaki ilk sahnede kendisini otel odasında tamamen yalnız hisseden adamın istimna etmesi görüntülerinin başkaları tarafından seyredilmesi vardır. İnsan durup kendi kendine "nasıl yani?" der okuyunca. Yıldızlı otel ve pay tv meraklılarına inceden hizmetimiz olsun.

Sevdiğim bir arkadaşım "oğlum bütün messenger konuşmaları kaydediliyor" dediğinde, lâf arasında cep telefonu sim kartlarından takip edilebildiğimiz geçtiğinde, kredi kartı alışkanlıklarımızın profil çıkarmada kullanıldığından söz edildiğinde ciddi ciddi paniklemiştim. Sonra paniğim dağıldı. Bunca çöp bilgi ve görüntüyü ne yaparlarsa yapsınlar. Ha bu pornografinin göbeğinde olmayı bilerek isteyerek tercih edenler de olacaklara razı olsunlar.

Kısacası bunca bilgi ve görüntü yığınından ne istiyorlarsa, nasıl istiyorlarsa öyle faydalansınlar. Gündelik hayatımıza girerlerse çok pis hırlarım bilsinler. Toplu hırlarsak da en canavarını tırstırırız.

Ahmet Faruk Yağcı - 26 Temmuz 2009 (12:24)

"Çöp ayıklama" konusunda kuşkularım var.

Onları işlemesini bilen kişiler için, bu yığıntı pek de çöp sayılmayabilir. Nasıl ki Google milyarlarca sayfa arasında gene de aranılan bilgileri saliselerle ölçülen bir zamanda bulabiliyorsa, Echelon gibi şeytanların da bu çöpleri eşeleyerek aradığı bilgilere nokta atışı yapabilecek gayet zeki yazılımlarının olacağını söyleyebiliriz.

Evet, otoparkta bekleyen bir arabanın ya da Marmara adasında bisiklet turu yapan baba oğulun izlenmesi, duruma göre çok önemli ya da tamamen önemsiz olabilir. Buna karar verecek ve kaderimizi belirlemeye kalkıştığında önünde hiç bir engelle karşılaşmayacak olansa, o teknik ağın kontrol noktasında bulunandır.

Daha önce yazdığım bir yazıda da şaka yollu zikrettiğim gibi, buyursunlar beni de izlesinler. İzleyen için vakit kaybı olur. Ama zurnanın zırt dediği nokta şu:

Mahremiyetimizi menhus bir hüner ve gayretle ihlâl eden ve tüm dünyayı 24 saat göz hapsinde bulunduran bu silikon organizma, haşa huzurdan, bir bakıma Allah'lığa soyunmuş olmuyor mu?

Bu tutsaklık bize "refah" ve "mutluluk" sloganlarıyla sunuluyor. Daha şimdiden giyotinin altına boynumuzu itirazsız uzatacak biçimde programlandık bile. Daha şimdiden bu yeni tip faşizmin gönüllü değnekçiliğine soyunmuş milyarlarca insan var.

Düşünüyorum da, aslında şu sorulara ısrarla yanıt aramamız gerekmez mi?

Türkiye'nin ana muhalefet partisi CHP mi YouTube mu? Bu tarz siteleri ustaca kullanarak bir ülkenin gündemini belirlemek mümkün mü değil mi?

Günümüzün kaç saati aile fertlerimizle sohbet ederek geçiyor, kaç saati televizyona bakarak, internette "chat" yaparak, mail "forward" ederek, da Ekşi Sözlüğe "entry" girerek?

Bizi fareli köyün kavalcısı gibi her istediği yere kitle halinde sürükleyebilecek bir güç, isterse daha neler yapabilir?

Bu gözetleme çağının tiranları bize bir gün "bütün esmer tenliler kendi karnını yarsın" buyruğunu fısıldayacak olsa, içimizde "hayır" demeyi akıl edebilecek kaç kişi çıkar?

* * *

Hay anasını! Yorum destan gibi uzamış. 1500 vuruşluk kısıtlamanın contası meme yapmış herhalde. Hemen düzelteyim. Yorumcu kısmını frenden yoksun bırakırsan yokuş aşağı yazarken çok hızlanır, duramaz. (Bkz: Ben)

Necdettin Efendi - 27 Temmuz 2009 (00:35)

Evet, akıllı yazılımlarla değil kelime ve resim olağandışı cadde ve havaalanı akış görüntülerini bile denetleyebiliyorlar. Anlatmak istediğim, kişisel alanlarımızın ne denli önemli ve dokunulamaz olduğu konusunda kendimizi bari ikna etmemiz gerektiği. Lüzumsuz girene hırlayalım ya da bize çizdikleri profilin dışına taşalım. Bize ait bir yer hep hep kalsın.

Foucault'nun "panopticon" kavramı bunu açıklayabilir. Dairesel bir hapishanede ortada bir kule vardır ve kulenin tepesinde de içerisi görülmeyen bir cam küre. Önleri açık olan hücrelerde kalan mahkûmlar pratik olarak 24 saat boyunca gözetlendiklerini varsayarak hareket ederler. Kürede belki de günlerce adam olmaz ama davranışlar var olduğu varsayımına göre şekillenir. Bizler şu anda bu hapishanenin fertleriyiz. İletişim teknolojileri de panopticon görevi yapıyor.

Bizler mahkûmlar olarak ne yapmalıyız?

A. En uslu mahkûm oluruz. Bütün kurallara uyarız. Kafamız rahat eder.

B. En yaramaz mahkûm oluruz. Devamlı takaza çıkartırız. Bari kürenin içindekiler sürekli rahatsız olsunlar.

C. Normalde suç olmayacak ama her daim düşünülmeyi sağlayacak küçük numaralar çekeriz. Çok iyiyizdir ama bir yandan da hakkımızdaki şüpheyi panopticon dakiler bir türlü gideremezler.

Benim seçimim her zaman "c" şıkkıdır. Eğlenceli de.

Ahmet Faruk Yağcı - 27 Temmuz 2009 (08:50)

Ufuk açıcı katkıları için Doktor'a teşekkür ederim. Uzun bir yazıyla anlatmaya çalıştığım şeyi gayet özlü bir biçimde özetleyivermiş. Herhalde bu yazıda ve yorumlarda yapılan uyarıları "teknoloji kötüdür, uzak duralım" gibi algılayalar olmamıştır. Bence de çözüm, "C" şıkkındaki gibi davranmaktan geçiyor. Yani ayaklarımızın altına serilen kırmızı halıda yürürken, zihnen uyanık olmak ve bizi bekleyen olası tuzaklara düşmemek; üzerimize düşen bence de budur. Bize yutturulmaya çalışan uyku haplarını yutmadığımız müddetçe olan biteni zinde bir kafayla algılama şansımız hep olacaktır.

Necdettin Efendi - 27 Temmuz 2009 (13:54)

Bir de modern zamanların değişmezi kubikil (cubicle), hani şu küçük odacıklara bölünen salonlar, hücrelerin içinde insanların çalıştıkları mekânlar. Oda yerine odacıklarıniz var. Kocaman bir salona yayılmış. Biraz daha üstleriniz ise gerçek odaya (yoksa ofis mi demeli, işte ona) sahipler.

Ama odacıkların da, odaların da ortak bir yönü var. Tamamen camdan olması. Her şey şeffaf olduğu için kaytaramıyor, olmadık şeylerle ve web siteleri ile zaman harcayamıyorsunuz. Sesleriniz de duyulduğundan kimse kimsenin kuyusunu en azından ofiste kazamıyor. Şeffaflık sürekli takip edildiğiniz hissini uyandırıyor ve kendi kendinize bir kontrol mekanizması uygulattırıyor size. Tıpkı yukarıdaki örnekte anlatılan hapishane sistemindeki kontrol mekanizmasi gibi.

Ama bu seferki, hep izlenildiğinizi sanarak calışmak.

Alper Uzun - 27 Temmuz 2009 (17:08)

"Masanızın altındaki çoklu priz sizi dinliyor olmasın? Ya şu anda çalmadan bir kenarda duran, eşinizin hediyesi telefon aslında ortamı dinliyor olabilir mi? Çalışanlarını dinlemek isteyen patrondan kıskanç eşlere kadar casus adaylarının işi çok kolay. Aletler sudan ucuz, satışları yasal."

Türk casusluk sektörü peşinizde (Radikal)

Dick Tracy - 11 Kasım 2009 (00:07)

Gündemin en yakıcı konusunda bir iki lâf edeyim de nasıl yapayım derken Necdet Şen'in bu yazısı hızır gibi imdadıma yetişti.

Memleketteki her türlü normalleşme çabasına dolu dizgin karşı çıkan sayın muhalefet liderinin, gayet insanî bir zaaf sonucu, yine insanî bir çaresizlik içine tepetaklak yuvarlanması ibret verici. Hırsın, gözü dönmüşlüğün, lâf anlamazlığın bir yerde gelip baltayı taşa vuracağı belliydi.

Siyasetin ne olduğunu hiç bilmem. Ama televizyonda önemli siyasî figürlerin peşi sıra kuyruk gibi ordan oraya koşturan daha az önemli siyasî figürleri her gördüğümde, hallerinin ve duruşlarının kolayca ele verdiği otoriteye boyun eğmişlik görüntüsünün arkasına gizlenmiş hırsları, kumpasları, ayak kaydırma, kuyu kazma, yükselme çabalarını, bu çabaların arkasındaki yalanı dolanı düşünür ve siyasetin herhalde bu olması gerektiğinde karar kılarım.

Sabahtan akşama parti muhabbetleriyle vaktini dolduran bu insanların büyük çoğunluğunun memleket meseleleriyle en ufak yakından ilişkisi olmadığını, yarattıkları kurtlar sofrasında tek aksiyonlarının yok ederek var olmak olduğunu söylesem sanırım abartmış olmam.

Yalçın Şahin - 11 Mayıs 2010 (14:07)

"Kılıçla yaşayan kılıçla ölür" ("live by the sword die by the sword" ) der eski bir ecnebî atasözü. Bunu "gizli kamerayla tuzak kuran gizli kamerayla tuzağa düşürülür" diye çeşitlendirmek de mümkün. Geçen sene gizli kamera marifetiyle Türkiye'yi vuran (hani şu yetimhane çekimleri) eski York Düşesi Sarah Ferguson, aynı yöntemle -rüşvet alırken- avlandı. Haçan bu da oğa ders olsun.

Haberi şurada: http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=987459&title=ferguson-rusvet-alirken-yakalandi

Battal Takoz - 24 Mayıs 2010 (10:56)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

102
Derkenar'da     Google'da   ARA