Patronsuz Medya

Marjinalleştiniz efendiler, gidicisiniz!

Necdet Şen - 8 Eylül 2003  


Yerel basının gelişmediği ülkemizde Iğdır'da da Lüleburgaz'da da aynı gazeteler okunur, aynı kanallar izlenir.

Zengin fakir ya da taşralı Bizanslı demeden ulusal rengimizi belirleyen bileşenlerin başında televizyon ve basın vardır dersek, isabetliye yakın bir tespit yapmış oluruz.

Peki, bu basın ve bu televizyon Bizans'ın uzağındaki taşralıya ne verir, onun iç dünyasında nasıl bir karşılık bulur?

Sosyolog pozlarına bürünüp "hımmm, kentin ve ülkenin çeperlerinde yaşayan yoksul ve dışlanmış halk, her gece Layla'da Reyna'da tozutan rospiklerde ve kara para zengini tereslerde kendi bastırılmış arzularının yansımasını buluyor" diyelim.

Diyelim, diyelim de, bu tespit ne kadar isabetli?

Bana kalırsa, ilk bakışta akla yatkın gelen, ama özünde boş lâftan ibaret kof bir yorum bu. Kökeninde de "televizyonların ya da gazetelerin kumanda noktalarını ele geçirmiş zevatın öyle bomboş tın tın insanlar olamayacağı, mutlaka bir bildiklerinin olduğu, bizim anlamadığımız" varsayımı yatıyor.

Yani, Giresun'da yemeğin altını kısar kısmaz gene televizyonun karşısına koşan Bülbül Hanım "vay beee, Seymen Ağa'nın dört çekerine, Bahar'ın hayatındaki ihtişama bak!" diyor ve kendini o masalın içinde hissediyor. Hımmm.

Ya da Ayşe Hanım kızımızın kim bilir hangi garsoniyerde kim bilir hangi işret gecesinin sabahında bahşedilmiş olan köşesini okuyan bir ev kadını, "keşke ben de onun gibi "özgür" olsaydım, benim de "köşem" olsaydı, yediğim önümde yemediğim arkamda olsaydı, lüplettiğim avantaları ve kırdığım cevizleri köşemde teşhir etseydim" diyor, sırf o yüzden o köşenin tiryakisi oluyor. Hımmm.

Ya da Gırgır türevi derginin kargacık burgacık çizgilerle dolu sayfalarındaki pek çoğu "-mına koyiim" diye başlayan konuşma balonlarını okuyan liseli genç "işte sanat budur, işte hayat budur, ben de koyayım dünyanın -mına!" diyor ve "derin hakikati" keşfettiği bu yayını elinden bırakamıyor. Hımmm.

Astronomik bütçelerle çekilen ama her birinden yapış yapış cehalet ve gerzeklik akan o reklâmları tasarlayanların ve çekenlerin de aslında halkın ne istediğini doğru saptamış uzman kişiler olduğunu varsayıyoruz o halde. Öhhöm! Öhhöm!

Hazır elimiz değmişken, Reha Muhtar'ın da, Can Ataklı'nın da, Sadettin Teksoy'un da kadri kıymeti yüz yıl sonra anlaşılacak uçuk dahiler olduğunu söyleyelim, muhabbet tatlıya bağlansın.

Yok deve!

Hayır, Lâma. Çeyrek yüzyılımı geçirdiğim basın camiasında istemesem de haddinden fazla insan tanıdım. Gerçekten değerli insanlar vardı aralarında, çok zekî ya da çok iyi yetişmiş insanlar da.

Ama artık onları ne ekranlarda, ne sütunlarda, ne de tartışma programlarında göremiyorum. Buharlaşıp görünmez mi oldular? Öldüler de ben mi duymadım? Yoksa başka ülkelere mi taşındılar? Meslek değiştirmeye mi karar verdiler ansızın? Ne oldu onlara? Niye çekip gittiler de meydanı sadece beş para etmez molozlara ve çapsız yellozlara bıraktılar?

Muhtemelen birçoğu işsiz kalmanın mahçubiyetiyle kabuğuna büzülmüş, saklandığı kuytu köşesinde düştüğü bu travmatik durumu içine sindirmeye çalışarak, ev kirasını ya da ödenemeyen telefon elektrik faturasını düşünerek sabahlıyordur.

Belki sokakta yanımızdan geçiyorlardır da onları göremiyoruzdur. Hatta bazıları kasten görmezlikten geldiğimizi düşünüp kahroluyor bile olabilir.

Bilirim, ben de öyle şeyler hissetmiştim çünkü bir zamanlar.

Nice değerli insanlar tanıdım, medyadaki yükselme yarışında elendiler. Ve nice molozlar tanıdım, onların ayak altında dolanmasını bile ayıp bir şeymiş gibi algılarken, şimdi her birinin bir yayın kuruluşunda bölüm şefi, koordinatör, ekskavatör, yayın yönetmeni, hatta patron olduklarını görüyor ve "ya ben külliyen yanılgı içindeyim ya da bizim alemde en iyileri eleyen, en berbatları zirveye çıkaran yapısal bir hastalık var" diyorum.

Nasıl olsa birkaç yüz (ya da birkaç bin) tekil ziyaretçili efendisiz patronsuz bir web sitesinde yazdığıma göre, yarım milyon tirajlı ulusal gazetenin sütunundan ya da milyonlarca insanın baktığı ekrandan zırvalayan medya starlarından daha fazla zarar veremem; o nedenle "acaba yanlış yorumlanır mı?" diye endişelenmeden, meramımı küt diye ifade edeyim.

Mediokrasi olsa öpüp başına koy; bu sistem Rezilokrasi!

Bizim medyamızda kaliteyi eleyen ve en berbatları en tepeye çıkaran bu yapının en temel nedenlerinden birisi medyada uygulanan keyfî ücretlendirme politikası, bir diğeri de bu keyfîliğe olanak sağlayan sendikasızlaşmadır.

"Haa, bunları biliyoruz canım, her yerde yazıyor" derseniz, dahası var.

Medyamızı bozanlardan birisi de Cumhuriyet gazetesidir.

Nasıl mı? Anlatacağız. Bizden ayrılmayın. Sırayla gidelim.

Önce şu baştan çıkarılma unsurunu bir ele alalım. Yani her nasılsa satılık durumuna düşmüş bir sürü kalem erbabını bu hale getiren süreci.

Toplum için değil, kendisi için gazeteci

Gazeteleri ve ardından televizyonları bu kadar bozan en önemli neden, bir zamanlar dava adamlarının ilk tercihi olan gazeteciliğin, son yirmi yılda köşeyi dönme, mühim birisi olma, protokole girme sevdalılarının ağzını sulandıran bir mesleğe dönüşmesidir. Öyle ki, bu sevdaya kapılmış insanlar ilkeyi milkeyi boş verip "her yola gelirim abi" düsturunu baştacı etmiş, zamanın ruhu da buna cevaz vermiştir.

1981 yılında Güneri Cıvaoğlu yönetiminde yayın hayatına atılan Güneş gazetesi, bana göre bu çarpılmanın milâdı olmuştur. Tabii ki her şeyin günahı tek başına bir gazeteye yüklenemez. Ama ulusal basında zaten alttan alta var olan bir hastalık Güneş gazetesinin tantanalı transfer politikası ile su yüzüne çıktı. Gazetenin patronlarının -nereden bulduklarını bilemediğim- eşek yüküyle paraları vardı. Hırsları büyüktü. Kesenin ağzını açmıştılar. Bu adamların mostralık kişilere biçtikleri değer ve ödedikleri had safhada abartılı ücretler gazetecileri yoldan çıkaran sürecin başlangıcı oldu. Omurgaya kurt girmişti bir kere ve bu tarihten sonra birçok gazeteci rüyalarında yüksek transfer ücretleri, avantalar, seyahatler, yatlar katlar görür oldu.

O günleri hatırlıyorum. Niyeyse, "ne olur bizimle çalışın" diye ısrarla peşinden koşulanlardan biri de bendim. Aynı günlerde Cumhuriyet gazetesinden Hızlı Gazeteci'yi günlük bant olarak çizme teklifi almış, hatta el sıkışmıştım. Ama Güneş spor servisi yöneticileri tarafından oraya gelmem için o kadar ısrar edilmiş, öyle vaadler yapılmış, araya o kadar hatırlı kişiler sokulmuştu ki, sonunda kanmıştım o tatlı sözlere. Cumhuriyet'i boş verip oraya gitmiştim.

Yo, hayır, ben öyle abartılı ücretler almamıştım. Bilmiyordum ki kaç paraya "çok para" dendiğini. (Hâlâ bilmem.) Cumhuriyet'in önerdiği rakamdan daha azına "peki" demiştim.

Ama çoğunluk benim kadar saf olmadığı için, "kim ne kadar ücret alıyor?" dedikoduları kulaktan kulağa hızla yayılıyor, teklif alanlar göbek atıp oynarken teklif alamayanlar alanlara hınçla bakıyordu.

İşte o gün bu gündür Babıalî'de bir transfer ve yüksek ücret geleneği başladı. Bu gelenek de gazetecinin önüne hedef olarak şöhret ve kudret adlı yapışık ikizleri koydu.

Güneş gazetesinin Babıalî'de esip gürlediği aylarda gazeteciler haberi, memleket gündemini falan unutmuş, tam tersine, memleket gündemi gazetecilerin aldıkları akıl almaz ücretlerle çalkalanır olmuştu. Yolda sokakta rastladığım komşulardan öğreniyordum aynı yerde çalıştığım insanlara ödenen rakamları ve ağzım açık kalıyordu.

Binlerce (sonra milyonlarca) dolar bazında ödenen o ücretler dünün nefesi kokan proletarya devrimcilerini tek tek sonradan görme burjuvaya dönüştürdü. Hepsini yakînen tanıyoruz. Onların artık füme camlı limuzinleri, yakın koruma timleri, araba ve ev koleksiyonları, denize konan uçakları, lüks yatları, Boğaz'da yalıları var.

O kadar kalantor olamayanın da en azından otomobili var. Şöyle birkaç tur atın bakalım, şehir hatları vapurunda kaç tane ünlü gazeteci görebileceksiniz? Ben söyleyeyim, hemen hemen hiç. Ama lüks otellerin barlarında, boğazdaki pahalı meyhanelerde, mason localarında falan bir dolanın, çoğuna rastlarsınız.

Sabah metresinin -ya da zamparasının- koynunda uyanıp şoförlü ve zırhlı makam otosuyla ve arkadaki zırhlı arabadan yakın takibe alan koruma ordusuyla gazeteye avdet eden, akşamın geç saatinde yine aynı minik orduyla aynı güzergâhtan geçerek benim bilmediğim lüks yerlere takılan "gazeteci"nin çıkardığı gazetenin sayfalarında İngilizce kelimelerden, tropik adalardaki "ikram edilmiş" tatillerden, pahalı markaların ve devlet ricalinin özel yemeklerde verdikleri özel demeçlerden başka bir şey göremediğiniz zaman, "demek ki yazılması gerekenler bunlarmış" mı dersiniz, yoksa bu adamlar kendi dar koridorlarında gide gele adam akıllı marjinalleşmişler mi demek daha doğru olur?

Cumhuriyet ne alâka peki?

Yine ilk bakışta uçuk -hatta bazılarına takıntılı- gelebilecek bir tezim var. Bu bozulmada en büyük paylardan birisi de Cumhuriyet gazetesine ait.

Neden derseniz, diğer gazetelerin daha "halk işi" yayın yaptıkları dönemlerde Cumhuriyet gazetesi Türkiye'yi yöneten seçkin azınlığın bakış açısıyla ve diliyle yayın yapardı. Bir anlamda -kendince- "düzeyli" takılırdı. Belâgati kuvvetli bir gazeteydi doğrusu. Öyle ki, solculukla ilgisi ciddi ciddi tartışılabilecek birçok şeyi bize "solculuk budur" diye yuttururdu bu belâgat sayesinde. Karizmatikti. Onu okumaya başlayan artık başka bir gazete almayı düşünmezdi.

Tabii ki bu ciddi ve "düzeyli" yayın çizgisi gazeteyi düşük tirajlı bir gazete olmaya mahkûm etmişti. Ama dikkat edin, bu düşük tiraj, mahalle kahvesinde okey oynayan, memleketin gidişatında bir oydan daha fazla dahli bulunmayan kuru kalabalığın değil, karar noktalarındaki okumuş elitin oluşturduğu bir okur kitlesiydi.

(Dağdaki çobanla kampüsteki profesörün oyunun bir olamayacağını biliyoruz zaten, değil mi? Siz hiç köşe yazarlığı yapan, darbe planlayan, şirket yöneten, servetini repoda değerlendiren çoban duydunuz mu? Hayır efendim, Sülü'nün çobanlığı tamamen bir pazarlama stratejisi, ciddiye almayın. Ayrıntılı bilgiyi seksen sekiz baskı yapan Kakışlama Stratejileri adlı kitabımın "hedef kitle ve ürün" babında bulabilirsiniz.)

Yani Cumhuriyet en kritik karar noktalarına nüfuz edebilen bir gazeteydi. O nedenle, boyutuna değil işlevine bakmak gerekiyor onu değerlendirirken. Şimdi bile, onbir yıldır ölü bir gazete olarak ortalıkta hortlak misali dolanmasına rağmen, okuduğu gazete gibi antikalaşmış ama hâlâ makamını koruyabilmiş (yani henüz yaş haddinden emekliye sevkedilmemiş) eliti etkileyebildiği için, boyutuyla asla kıyaslanamayacak bir "koyma" gücüne sahip. (Lâf aramızda, bence Cumhuriyet'in romanı yazılacaksa, bunu Stephen King yazmalı.)

Bilen bilir, takım gazetesi diye bir şey vardır. Yani, resmî dairelere, şirketlere, bakanlıklara, garnizonlara, kısacası, çalışanları ve amirleri olan hemen her yere personel servisi (ya da muadili) tarafından topluca satın alınan ve hademeler tarafından tomar halinde servislere dağıtılan üç-beş ya da sekiz-on gazetelik takımlar vardır. Müdür Bey sabah makamına geldiğinde o gazeteleri masasında bulur. Okur ya da okumaz, ama o gazeteler hep alınır. Müdür Bey çıkınca sekreter gelir kuponunu falan keser, posası çöpe atılır. İşte o takımlarda Hürriyet, Milliyet, Sabah ve diğerleri gibi çok satan gazetelerin yanı sıra mutlaka Cumhuriyet de vardır. Ciddiyet kontenjanından.

(Örneğin, Hıncal Uluç asla Zaman okumaz, ama Altemur Kılıç mutlaka Cumhuriyet okur, bundan şüpheniz olmasın.)

Daha yüksek tirajlı gazeteler "ciddiyet" ya da "kalite" eksiğinden ötürü resmî kurumlara, belediye encümenlerine falan alınan "takım" lara giremezken, Cumhuriyet "düzeyli" duruşuna binaen tüm seçkin kuruluşların takım gazeteleri arasında yerini alırdı -ki hâlâ daha öyledir sanırım. Alışkanlıklar kolay değişmez.

Cumhuriyet'in bu (seçkin azınlığa hitap eden) yayın çizgisi, benim de çalıştığım yıllardaki yazıişleri ve reklâm bölümü kurmayları tarafından ustalıkla kullanıldı. Gazetenin maliyetiyle kıyaslandığında parmak ısırtacak bir reklâm girdisi sağlandı. Gerçi her toplu sözleşme zamanı gazetenin ağır topu İlhan Ağabey servisleri tek tek dolanıp "basında kriz var, zam istemeyin (tercümesi, batarsak siz de işsiz kalırsınız)" diye telkinlerde bulunuyordu, ama aynı anda gazete takır takır teknoloji yeniliyordu. Bedavaya alıyordu her halde o makine parklarını. Çalışanlara "zam istemeyin, gazetemiz batar" diye sünnetçi korkusu veren ermiş "bilge" ağabey daha sonra en üst kattaki inziva odasına çekilip işçi hakları üzerine atıp tutan yazılar döşeniyordu.

Allah uzun ömür versin, büyük adamdı. Yani iş-adamı. Onbir yıl önce yaptığı şirket ele geçirme operasyonu bence İktisat fakültelerinde Ham Hum Şaralop başlığı altında ders olarak okutulmalı.

Ameliyat sonrasında Cumhuriyet metastaz yaptı!

Sizce bu ticarî başarı diğer gazeteler tarafından fark edilmedi mi? Tabii ki fark edildi. O nedenle, gazetenin o günkü yöneticileri ve reklâm müdürü ilk fırsatta tiraj yarışını en önde götüren diğer gazeteler tarafından kapışıldı. (Sonra esas oğlan hasanla esas kız ayşe evlendiler, biz çıkalım kerevetine.)

Farkında olarak ya da olmayarak bir formül yaratmıştı Cumhuriyet'in 1992 depreminde ölü bir gazeteye dönüşmesinden hemen önceki yöneticileri. Çok tiraj ve çok sayfa yüksek bir baskı maliyeti demekti, ama gazeteye giren reklâm geliri sunta kalınlığındaki dört renkli gazetelerin maliyetiyle kıyaslandığında büyük gazeteler zararda, sadece az sayfalı, az satışlı, ama fiyatı pahalı, üstelik çok ilân alan Cumhuriyet kârdaydı.

Daha da önemlisi, Cumhuriyet'in yayını demin de dediğim gibi, iktidar bloku tarafıdan büyük gazetelerden daha fazla ciddiye alınıyordu. Ve dikkat edilirse, o yıllar gazete patronlarının her sektöre el attığı ya da her sektörde yatırımı olan işadamlarının gazete sahibi olma yarışına girdikleri yıllardı.

Nadir Nadi'nin cenaze törenini hatırlıyor musunuz? Solcu diye bilinen gazete patronunun cenaze töreninde en sağcısından en ortacısına kadar bütün devlet ricalinin kalkıp İstanbul'a akın etmesini nasıl yorumlamalı? (Bir Führer Hazretleri eksikti.) Sizce Allah gecinden versin, Aydın Doğan vefat etse böyle bir şey olur mu?

Ya Uğur Mumcu'nun cenaze törenini hatırlayan var mı? Abdi İpekçi ve Çetin Emeç de benzer cinayetlere kurban gitmişti. Peki aradaki itibar farkı neydi?

Kısacası, İlhan Selçuk ve şürekası 1992 yılında Cumhuriyet'i İttihatçılık geleneğine uygun bir şekilde çökerterek zaptederken, önceden tahmin edilemeyen bir şey oldu ve Cumhuriyet metastaz yaptı. Gazeteden ayırılan ya da kapı dışarı edilen tüm ünlü-ünsüz Cumhuriyet çalışanlarını batan geminin malları gibi kapışan yüksek tirajlı gazeteler bir anlamda Cumhuriyetleşti.

Çünkü -tekrar ediyorum- mühim mevkilerde rağbet gören gazetecilik türü Cumhuriyet'inkiydi. O tarz gazete ihale peşindeki patronların elinde vurdu mu göçürten birer kartvizite dönüştü.

Nasıl mı?

Diyelim ki rütbe bekleyen bir generalsiniz… Ya da bakansınız… Ya da diplomatsınız… Ya da valisiniz… Yüksek bürokratsınız… Sizi en çok ne korkutur?

Ya günün birinde Emin Çölaşan sizi de kalemine dolarsa? Ya Uğur Dündar bir diskotekte sevgilisiyle öpüşen kızınızı gizli kamerayla çekerse? Ya Fatih Altaylı ne dediği anlaşılamayan "yuki" artikülasyonuyla yedi ceddinize küfürü basarsa? Ya Side'deki yazlığınızın fotografını günün birinde Hürriyet'in ya da Star'ın manşetinde görürseniz?

Diyelim ki orta ya da büyük ölçekte iş adamısınız ve falanca gazetenin istediği ilânı vermekten sarfınazar ettiniz…

Ya o günlerde "vergi yüzsüzü" diye o gazeteye manşet olursanız.

Tekzip mi verirsiniz? Hah haaay! Yayınlanır mı acaba?

Kısacası, beğenseniz de beğenmeseniz de, siyasî içerikli gazeteleri dikkatle takip edersiniz. Onlarla iyi geçinmeye, "haber" olmamaya bakarsınız.

İşte bu gerçek, 1992 yılında medya patronlarının -ve bir an önce ünlü olmak isteyen çömez muhabirlerin- kafasına dank etti. Sonrasını biliyorsunuz. Ortalık Uğur Mumcu'nun onuncu sınıf taklitleriyle doldu. Onun deyimiyle, "pek fazla bilgi sahibi değiller" ama maaşallah vurdukları yerden ses getiriyorlar.

Peki, popüler medya Cumhuriyetleşti de ne oldu?

Ne olacak, tirajlar yarıya indi. Ama ne gam? Etkileri arttı. Tabii artması arzulanan yerlerde.

Devlet (CHP diye de okunabilir) bürokrasisinin yarattığı halktan kopuk, tepeden inmeci, tekçi, otoriter aydın kafası medyadaki hemen her yerde egemen oldu. Burhan Felek ya da Mete Akyol tarzı ağzından bal damlayan süzülmüş yazı türü tarihe karıştı. Uğur Mumcu'nun sağlığındaki "kodu mu oturtan" yazı biçemi ve "destansı" ölümünün kazandırdığı efsane, arkadan gelen hemen her köşe sahibinin dişlerini kamaştırdı. O güne kadar halim selim yazılar yazan bir sürü kıytırık yazar bir anda ali kıran baş kesen oldular. Eh, gelen şöhretin de haddi hesabı yok malûm olunduğu üzre.

Önce yazılı basın, ardından da televizyon ekranı bir sürü somun kafalı bağırgan dümbelekle doldu. En çok bağıranın en haklı sayıldığı bir geçiş dönemi başladı rahmetli Mumcu'nun cenaze namazını müteakiben.

Çünkü geçer akçe buydu artık. Topa sert giren, "diğer" taraftan biriyle kıran kırana kapışan her yazar bir anda Hektor ve Akilleus kadar popüler oluyordu.

Hani zengin barları vardır ya, ayak takımını sokmamak için kapıya sert bakışlı iri kıyım muhafızlar dikilir, ama o muhafızlar bir süre sonra barı tamamen ele geçirir, istediğini döver, istediğini kapı dışarı eder, sonunda barın sahibi kendi başına sardırdığı bu belâyı zaptetme şansını elden kaçırdığını anlayıp çuvalla para döktüğü işletmeyi onlara -ya da enayinin tekine- devreder, "Bir daha mı? Tövbe!" diyerek sektörden çekilir. İşte bu yazarlar da onlar gibi oldu. Patronların artık onları bırak kovmayı, sansürlemeye bile ne cesareti ne de gücü var. "Düşmanımı ısırsın" diye beslenip palazlandırılan bekçi köpekleri artık en başta sahiplerini korkutur hale geldi.

Köşe yazarlarının patrona yalakalık ettiği noktadan, patronun köşe yazarına yalakalık ettiği noktaya gelmiş bulunuyoruz. Bu gelişmeye bakıp da şaşmamak elde mi?

Bi de mizah dergileri var…

Türkiye aydını başından itibaren (ne başı, kâlûbelâdan beri) hep devletten yana oldu, kendisini devletin yanlışlıkla mağdur edilmiş bir uzantısı olarak gördü ve merkezî otorite tarafından kıymetinin bilineceği, vatanseverliğinin takdir edileceği günü bekledi durdu. Türk aydınının nezdinde aşağılanması en kolay kurum her zaman parlamento çatısı altındaki rütbesiz zevat oldu.

Türk aydınının devletten kısmen de olsa koptuğu, sahiden de muhalefete geçtiği kısa bir zaman dilimi varsa, o da 1960'lı yılların sonlarına doğru başlar ve 1980'de bıçakla kesilmiş gibi -ve bir daha başlamamacasına- biter.

Gırgır dergisi Türk aydınının devletten -görece olarak- koptuğu o on küsur yıllık parlak dönemde altın çağını yaşayan, hatta bunu 1980 darbesinden sonra da sürdürmeyi başaran ender yayınlardan biriydi. Akbaba dergisinin 67 yıllık ömrünün sonlarında gözünün toprağa baktığı sıralarda yayın hayatına atılmıştı.

O zamanlar televizyon yoktu, TRT yayınlarının ve müfredat programının karşısında sokaktan bir ses olarak sadece Gırgır vardı. Topluma tepeden bakan, beğenmeyen, hakir gören ve yontulması gerektiğini düşünen "yarı resmî" aydın tipinin artık iyice bıktırmaya başladığı bir dönemde, tam da sol kökenli genç aydınların muhalefete çekildiği sıralarda, sokağın, kentin yoksul mahallelerinin sesini ve doğallığını yakalamayı başarabildiği için de genç kuşağın teveccühüne mazhar olmuştu.

O yıllarda Gırgır'ı en çok aşağılayan çevre, Cumhuriyet gazetesi okuyanların oluşturduğu sözüm ona solcu ama aslında son derece tutucu hatta yobaz katmandı. İsabet oldu. İyi ki aşağıladılar. Aynı safta yer alsalar Gırgır'a yazık olurdu.

Gerçek şu ki, Gırgır'ın entellektüel düzeyi düşüktü. Gırgır'ı yöneten kişi de sanmayın ki gerçek sınıfsal ayrışmanın farkındaydı. Zaten farkında olsa, durduğu yer -şu an olduğu gibi- Çölaşan ve tüm diğer resmî ağızların yanı olurdu. O dönemin ithal (tercüme) sol söylemi, Türkiye'deki asıl çelişkinin devlet bürokrasisi ile sivil halk arasında olduğunun görülebilmesini engelliyordu; o nedenle Gırgır farkında olmadan sivil halka daha yakın durdu. Ama yine de bu derginin diğerlerine kıyasla daha tutarlı ve dönemine damgasını vuran bir kimliği vardı.

Oysa Gırgır sonrası dergiler, onun yakaladığı damarı fark edememiş, sadece bu işlerin iyi para kazandırdığı pratik gerçeğine aymış genç çizerler tarafından yapılıp edildiği için, Gırgır'ın görece "sivil" yayın çizgisi -biraz da aralarından Oğuz Aral çapında bir editör çıkamayışı nedeniyle- sağa kaydı.

Gırgır sonrasının çok satan dergileri, o arada çıkıp kaybolan bir sürü başka dergi, özellikle Leman, solculukla sığ popülizmin ince yergiyle hakaretin birbirine karıştırıldığı kaba bir tutucu üslup tutturup sivilleşme yanlısı aydınlar üstünde manevî terör estirdi. Estirmeye de devam ediyor.

Bunda tabii ki kötü niyet aramamak gerek. Sorun -sanırım- yüzeysellik ve kolaycılık. Gazetelerin Cumhuriyetleştiği, köşe yazarlarının Uğur Mumculaştığı bir dönemde yayın hayatına atıldıkları için bu furyadan etkilenmiş olmaları kuvvetle muhtemel. Ama tabii mizahı neden sevgisizlikle eş tuttukları, neden insanları ruhen ve bedenen bu kadar gudubet gördükleri, neden ısrarla olumsuzluğa odaklandıkları, içinde yaşadığımız dünyaya karşı neden bu kadar düşmansı ve sinik bir duruş içinde oldukları, yaş ortalaması çok genç olan okur kitlesini ne kadar kötü etkilediklerini neden fark edemedikleri bence araştırılması gereken bir olgu.

Dahası, erken gelen şöhretin ve kolay kazanılan paranın yoldan çıkardığı, Beyoğlu / Cihangir / Tophane üçgenine hapsettiği, gece hayatı ve uyuşturucu müptelâsı bir karikatürist kuşağı çıktı ortaya. Aralarından bar meyhane işletmecileri bile çıktı. Eskiden tutukevlerinde ya da sanatoryumlarda aramak gerekirdi karikatüristleri, artık madde bağımlılarını tedavi merkezlerinde ya da batakhanelerde aramak gerekiyor.

E, hayatları Cihangir ve Beyoğlu'nda geçen, gün ışığında nadiren ortalarda dolanan bir karikatürcü kuşağının konularının da başlıklarına alel acele göz atılan Cumhuriyet ve Radikal gazetesi ve kıyak kafayla muhabbet edilen keşler, travestiler ve kulamparalardan oluşmasını anlamak gerekiyor.

Eeeee?

Peki, bütün bunlara bakıp "Türkiye'nin gerçeği de buymuş" mu demek lâzım? Yani Türkiye'nin gerçeği İkitelli'deki plaza binalarının ve Beyoğlu'ndaki dumanlı barların gerçeğiyle mi sınırlı?

Artık durumun adını doğru koymak gerekmiyor mu? Gazetesiyle, televizyonuyla, mizah ve haber dergileriyle, hatta (haaak tuuuu!) reklâm sektörüyle ülkemiz medyasının neredeyse topyekûn marjinalleştiği, kendi dar dünyalarında, sabaha karşı bir barda tanıştığı, işkembeci dükkânında gün doğumuna yakın kelle-paça yiyerek siyaset konuştuğu, öğlenden sonra aynı yatakta uyandığı, akşama doğru da birlikte gidip dergi çıkardığı, dizi film falan çektiği kişilerle "körler sağırlar" veçhile birbirini ağırladığı ve çemberin dışında kalanlardan pek hazzetmediği bir memlekette medyanın eşyanın tabiatına uygun bir süreç içinde tam da olması gereken yerde durduğu söylenebilir mi?

İsteyen söyleyebilir. Ama ben diyorum ki, bu mukavva imparatorluk yıkılmak üzeredir. Behemahal yıkılacaktır. Aranızda "yok, yıkılmaz" diyenleriniz varsa, onlara daha bir buçuk yıl öncesine kadar asla yerinden oynatılamazmış gibi görünen, yanlarına varılamayan, hikmetinden sual olunamayan siyaset lordlarımızı hatırlatırım. Onlar bir gecede ve bir batında tedavülden -hem de ilelebet- kalktılar.

Bizim medya oligarşisi belki böyle bir tek tokatla ortadan kalkmaz, ama azıcık beklerseniz şu an şımarıklığından yanına yöresine varılamayan o köşe soytarılarının nasıl da domino taşları gibi birbirlerinin ardı sıra devrildiklerini, buharlaştıklarını görecek, eğer bu yazıyı okudunuzsa "vay beee, herif vaktiyle bunu söylemişti" diyeceksiniz.

Demezseniz de dert değil. Ben zaten sizin takımdan değilim. İşretle ve şöhretle başım hoş değildir. Hep yaptığınızı yapın, görmezlikten gelin.

Yorumlar

Sıradan bir film ile başyapıt arasındaki fark, başyapıt olanını defalarca izleseniz de ilk kez izliyor hissine kapılırsınız demiş üstadın biri. Nerede ne zaman okumuştum hatırlamıyorum tabii ki. Günün olmadık bir zamanında yıllar önce yazdığınız, muhtemelen daha önce okuduğum bir yazınızı tekrar okuduktan sonra düşündüm bunları. Bir yığın gerzeğin iki satır karalayarak para kazandığı bir dünyada sizin gibi birinin emeğinin karşılığını alamaması ne acı.

Sağlıcakla kalın.

Sadi Akgül - 15 Ekim 2009 (22:46)

Benim çocukluğumda neredeyse herkes şiir yazmaya özenirdi. Biraz büyüdüm, bu sefer karikatür moda oldu. Birazıcık çizgiye yeteneği olan herkes kendi çapında karikatür çizmeyi denedi. Tabii ki beceremedik, bu işi daha yetenekli insanlara bırakıp biz sadece Gırgır-Fırt okumakla yetindik.

Şimdi benim küçük oğlanın karikatüre hevesli olduğunu görüyorum. Açık söylemek gerekirse buna sevinemiyorum. Leman, Penguen, Uykusuz türü dergilerin hepsini alıyor ve aynen onların çizdiği gibi korkunç tipli insanlar, hortlaklar, canavarlar çiziyor.

Zamanında Gırgır okumuş bir insan olarak bu dergilere bakmaya bile tahammül edemiyorum. Her yanından sadizm akıyor.

Biz gençken istikbalden dem vururduk, şimdi bakıyorum, benim oğlumun ve yaşıtlarının en çok konuştukları şey, ölüm.

Bir yerde bir yanlışlık var sanırım. Bir şey yapamıyorum ve bu beni çok rahatsız ediyor.

Murat Deniz Öztürk - 19 Ekim 2009 (13:41)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

94
Derkenar'da     Google'da   ARA