"Bi dakka bekle burada" dedi ve cevap vermeme fırsat bırakmadan az ötedeki tekel bayiine doğru koşturdu.
Beklemeye başladım. Balıkçı lokantalarının sıra sıra dizildiği sahil şeridi boyunca gelip geçenlere daldım bir süre. Lokantaların önünde kendilerine yer kapmış uyuşuk çomarları, yoga benzeri hareketlerle maslahat temizliği yapan kedileri, masa altlarında zıp zıp zıplayarak kırıntı arayan serçeleri seyrettim.
Altına eskimiş bir balık ağı gerilmiş dut ağacına baktım, "iyi fikir" dedim. Dut, kıyak meyve ama yerlere dökülünce iyi olmuyor, üstüne basınca kayıyorsun.
Saçları sarıya boyalı iki orta yaşlı kadın, kürtleri, liboşları, vatan hainlerini kese doğraya konuşuyorlardı. Her bir cümleleri birer sıkıyönetim bildirisi. Sarkık gıdılı olanının elinde Sözcü, kara kuru olanının elinde Aydınlık.
Bu vatanın gerçek sahipleri onlar. Biz, sığıntı. Her şeyi biliyorlar. Bahtı kara maderimizi kurtarmaya azimliler. Hayranım bu insanlara.
* * *
- Tamam. Gidebiliriz.
Baktım, elinde siyah bir poşet. İçindeki kutu biraların soğuğundan naylon terlemiş. Bu sıcakta ne birası birader desem alınır, kırk yılın başı eski bir tanıdığa rastlamışız, ikram, içeceğiz artık.
İlk kutudan sonrakileri ılık ılık içeceğiz tabii ki. Ama ne yapalım, arkadaşlık demek biraz da alttan almak demek. Dilini tutmak, çelişen isteklerin ortasını bulmak demek. Yoksa zırzıppa yalnız kalırsın hayatta. Hem, bizim arkadaş biraz dominant gibi sanki. Bir kez "olacak" dedi mi, artık "hayır" falan dinlemiyor.
O kadar eski bir zamana dayanıyor ki tanışıklığımız, ilk ne zaman -ve nerede- arkadaş olmuştuk, hiç hatırlamıyorum. Yıllardır görmüyordum zaten. Adını bile unutmuşum. Ama az önce karşımda belirip de sanki daha dün birlikteymişizcesine dipdiri bir samimiyetle sarılınca, "ben seni nereden hatırlıyorum" diye sormaya utandım.
Böyle durumlarda "sahi, senin adın neydi" demek yerine, "hocam", "dostum" falan der, durumu idare edersin. Hayat hızla akıp gidiyor, bir daha ne zaman göreceksin ki zaten. Onun adını ezberle, bunun adını ezberle, telefon rehberi miyiz biz?
* * *
Sahil boyunca yürümeye başladık. İşimiz gücümüz yok. Vakit gani.
O anlatıyor, ben "hı hı" diyerek can kulağıyla dinliyormuş pozu kesiyor, yan gözle de yanımızdan yöremizden geçen dişe dokunur üftadeleri kesiyorum.
Yaz mevsimi mevsimlerin güzeli. İnsanın gözü gönlü açılıyor. Hele böyle tatil beldesindeysen. Hele bir de deniz kıyısındaysan.
Pembe beyaz ya da yanık tenler. Askılı bluzlardan çıkan diri omuzlar, köprücük kemiklerini mücevher gibi taşıyan paluze gerdanlar, dolgun meme çatalları, açık büfe önünde yaşadığımıza benzer, aç gözlü bir erkeklik öforisi yaşatıyor insana.
Fakat, yetkililerden ricam, tipi gözlerimizi okşayan mevzun dilberler dışındaki tüm hanımefendileri tesettüre sokacak bir kanun çıkarsınlar efendim. Lütfen, rica ediyorum. Şişmanlara tayt giymeyi zinhar yasaklasınlar. Kolları kıllı kadınlara da kısa kollu veya kolsuz bluz giymeyi, hakeza. Askılı bluzlarının altından sutyenlerinin bir kısmı görünen kadınları ise, güzel bile olsa hapse atsınlar. Devasa göbeklerini ve kazak kesafetindeki kıllarını sergileyen erkekleri de. Sinir oluyorum efendim. Lütfen! Böyle de olmaz ki. Görüntü kirliliği oluşuyor. Hem, turistlere de ayıp oluyor. Arz ederim.
* * *
Bizim arkadaş epey konuşkan. Can kulağıyla dinlediğimi sanıp coşkuyla anlatıyor. Sessizliğim yanıltır, bilirim.
Yürüye yürüye evlerin seyrekleşmeye başladığı bir yere geldik sonunda. Az ötede deniz kıyısındaki bir ılgın ağacının altına hasır sermiş oturan birilerine uzaktan el salladı arkadaş. Yeni yeni harlanmaya başlamış bir ızgaranın dumanı göğe yükseliyor. Kadın ve çocuk, birkaç kişilik bir grup, ağaç altında piknik hazırlığı yapıyor. Kadınlar dumanı yelpazeliyor. Kocalar markete şuraya buraya koşturulmuş belli ki.
- Bunlar bizim tayfa. Birazdan takılırız. Izgarayı daha yeni yakmışlar.
Ağaçların biraz uzağında, kıyıdaki taşların üzerine oturup, cırrk cırk sesleriyle kutu biralarımızı açtık. Bu teneke kutuda satılan biraların tadından da pek hoşlanmam açıkçası; sadece içerken değil, yokluğunda, düşününce bile, belli belirsiz bir metal kokusu hissederim ağzımda, dilim kamaşır.
Yüzümün ifadesinden mi bilmem, dostum kalbimden geçeni okudu.
- Sen cam şişede isterdin her halde.
Tabii ya. Boşalan şişeleri taşlara çarpıp kırmanın zevki de eklenince, tadına doyulmuyor açık havada biralamanın. Gelen geçenin ayaklarına kırık camlar batmadıktan sonra ne kıymeti var ki hırboluğun?
- Sahi, neden cam şişelerden değil de bunlardan aldın?
Muzipçe göz kırptı.
- Boşaldıktan sonra taşlara çarpıp kırmaman için.
- Yok yahu, hayatta yapmam ben öyle şey.
- Biliyorum. Yapmazsın.
Niye öyle sırıtıyor ki bu teres? Huyumu benden daha mı iyi biliyor ki? Peki bir sor bakalım, ben niye kırıyorum o şişeleri?
- Niye kırıyorsun?
Çünkü… Valla pek bilmiyorum.
Entel kuntel bir tip olsam, derdim ki:
- Birader, sen hiç, "hiç" olmak nedir, bilir misin? Yani, yanından görmeden geçilip gidilen… Fikri sorulmayan… Konuşulduğunda "canım" diye hitap edilen… Hayatta bir tane bile eser verememiş, adı helâ duvarına bile yazılmamış biri olmak, kimsenin umurunda olmamak nedir, bilir misin?
Entel tayfası bilir tabii ki her şeyin cevabını. İlla ki. Sorsam, şöyle bir şey derdi her halde:
- Tabii hocam. Artı olamıyorsan, sıfıra demir atmaktansa eksiye düşmeyi yeğliyorsun. Olumsuz da olsa, insanlardan bir tepki almak, sana yaşadığını hissettiriyor. Dünya senin varlığını yansıtan bir aynaya dönüşüyor. O kırık camlara basıp ayağını kanatan birilerinin anana avradına sinkaf edeceğini bilmek, seni zinde tutuyor.
He, öyle valla camına koyayım. Kırıyorum işte, var mı diyeceğin!
Bu teneke kutular kırılmıyor ama parmak kuvvetiyle ezmek de fena sayılmaz.
* * *
Ben daha birinci kutunun ortasındayım, bizimki ikinciyi hakladı.
- Birader, yavaş, arkandan atlı mı kovalıyor?
Bunu ben dedim. O da aradaki mesafe kaybolsun diye her halde, benim ağzımla konuşmayı denedi.
- Kız gibi içiyorsun be birader. Senin içtiğin kadarıyla ben ağzımı çalkalarım.
Ne kızı? Erkekliğin ölçüsü bu mu? Sıvı işte alt tarafı, terlersin, uçar gider. Ayrıca, hem severim hem sevmem bu zıkkımın tadını. Çok kısa süren bir zevk aslında benim birayla olan münasebetim. İlk yudumlar çok hoş gelir, fakat yarısından sonra içtiğim her yudum biraz daha acılaşır. Sırf dökmemek için, para verildi diye içerim geri kalanını.
Tabii yanında fındık fıstık falan olursa iş biraz değişir. İkinciyi bile götürebilirim rahatlıkla. Ama soğuk olacak, yoksa içmem.
- Hey! Yavaş! O fındıklar karnını doyur diye değil, ağzını tatlandır diye. Köfte yiyeceksin. Tavuk kanadı da var.
Biralıyoruz ya, ne dese "hı" deyip kafamı sallıyorum. Tarz meselesi, ben ağzımı fındıkla, o konuşarak meşgul ediyor.
* * *
Böyle konuşa biralaya bir süre sessizce denize baktık birlikte. Sonra güm diye bir lâf attı ortaya…
- Biliyor musun, dört tane leşim var benim.
- Ne?
- Dört tane leşim var, dedim.
Eyvah ki ne eyvah! İçiyoruz ya, şimdi konu askerlik anılarına gelecek. Demek ki pilot oldu hemşo daha ikinci birada.
Şuna "ben Kürdüm" desem acaba vaz geçer mi cinayet maceralarını anlatmaktan?
- Nerde yapmıştın askerliğini?
- Ne askerliği?
- Dört leşim var dedin ya şimdi?
- Askerlikten bahsetmiyorum. Benim vukuat; dört tane ölü bebek…
- Yapma yahu! Kaza mı yaptın?
Yüz ifadesi acılaştı. Teneke kutunun dilimde bıraktığından kat be kat daha fazla. Durdu kaldı öylece. Uzun uzun denize, bulutlara baktı. Bira kutusu avuçlarının içinde ısındı. Parmaklarının şiddeti teneke kutuda çukurlar oluşturdu.
Soru sormadım. Bakmadım bile. Yanında sessizce oturdum sadece. Hoş sohbet biri sayılmam zaten. Bu tür konuları konuşmaya hele, hiç hevesli değilim.
Belli ki acı hatıralar gelip geçiyor kafasından. Anlatıp anlatmamakta kararsız, cümleleri kafasında tartıyor.
İnceden gelip çöken bir iç sıkıntısı ve az biraz mahçubiyetle elimdeki kutuyu kafama dikip bitirdim. Meşgale olsun diye sonrakini açtım. Kendimi birazdan inecek sağanağa hazırlanmam lâzım.
* * *
- İlki yirmili yaşlarımın ortalarındaydı…
Sesi sakin ama üzgündü. Gözleri denizin içinde bir şeyler arar gibi dalgın.
- Öylesine bir ilişkiydi. Beğenmezdim kızı aslında. Ne bileyim… İşte… Kadın yokluğunda…
Bir süre kızı düşündü. Belki ondan sonrakileri. Daha sonrakileri…
- Özensizdi. Vasattı. Hem kılığı, hem tavırlarıyla… Güzel de sayılmazdı pek. Beğenmezdim beğenmesine, ama "madem veriyor" der, fazla sorgulamaz, binerdim her seferinde. Abazandık anlayacağın.
Benim dilimle konuşmaya çalışıyor, tamam, ama ne anlatıyor ki bu? Manitayı mı öldürmüş? Yoksa birlikte birilerini mi öldürmüşler?
Soramıyorum, tırsıyorum. Seyrettiğim filmlerdeki psikopat tipler gelip geçiyor aklımdan. İster misin, şimdi bu tutsun "eee, o kadar şeyi itiraf ettik, şimdi seni de öldürmek zorundayım" desin…
Yok artık, abartıyorum. Öldürecek adam daha tenha bir yer seçer. Hem niye öldürsün? Doğru dürüst bir geçmişimiz bile yok. Karısıyla tanışmamışız; hır gür, çiğlik, düşmanlık için bir neden gelmiyor aklıma.
- Biliyor musun, bizim Türk kızları çırılçıplak soyunmaktan, sevişmekten utanmaz ama bir jinekoloğa görünmekten utanır.
Bilmiyorum… Dersem, yalan olur.
* * *
- Biz bu kızla buluşup sevişiyoruz… Daha doğrusu, yatıp kalkıyoruz. Sevgi yok. Özlemek yok. Sadece seks. Yani bende yok, ona karşı. O, arada bir "seviyorum" falan diyor ama kulak asma. Seven insanı anlarsın. Söylenmesine bile gerek yoktur. Bu, bir an önce nikâhlı karım olmak istiyor, onun ağzını yapıyor.
- Demek seni seçmiş. Bu da bir tür sevmek sayılmaz mı?
- Yok yav. Düzenli geliri olan birini sevmek de sen ona. Ben olursam ben, olmazsa başkası. Bana "verdiği" o malûm şey de evliliğe mahsuben bir çeşit avans. Zaten arada bir başıma kakmalar, "sana iffetimi verdim, ne zaman evleneceğiz" gibisinden hesap sormalar…
Acaba kızın ailesini filân mı öldürdü bu? Tevekkeli değil, yıllardır görmüyorum. Belki de hapisteydi. Kim bilir?
Bu biralı ve deniz manzaralı mavranın altından yamuk bir hikâye çıkacağını sezdim ya bir kere, ağzımı bıçak açmıyor. Konuşmak zorunda kalmayayım diye ısınmış biraya yumuluyorum. O, anlatacağı şeylere iyice dalmış gitmiş, birayı kuruttuğumun fakında bile değil.
- Arada bir, doğum kontrol haplarından, spiralden, ovül tabletten falan söz ediyorum. Nasırına basılmış gibi hırçınlaşıyor, asla olmaz diyor. Bak, hamile kalırsın, başımıza iş alırız falan diyorum. Ama bu konuda tüm fedakârlığı benden bekliyor. Ulan, içine ettiğim! Bu konuda erkeğin yapacağı tek bir şey var, o da en heyecanlı yerinde fişi prizden çekmek! Sevişmek mi yani şimdi bu!
Çok açık sözlü. Hatta biraz "oha" yani! Ama bu muhabbet ılık birayla gayet iyi gidiyor, ki bu da bambaşka bir mevzu.
* * *
- O şeyden kullanmadın mı hiç? Lastik zamazingo, neydi adı?
- Prezervatif. Sevmem o boku! Gene de denedim mecburiyetten! Fakat ne zaman takmayı denesem cambaz ipten düştü! Balon yahu o! Bildiğin balon işte! Tozlu tozlu! Kupkuru! Lânet bir plastik! Takıyorsun, banka soyguncusuna benziyor babafingo!
Bak, hiç düşünmemiştim bunu. Zaten kullandım desem de yalan olur. Adını bile doğru düzgün söyleyemem.
- Kim ister ki sevişmenin ortasında el yordamıyla o lastik zırıltıyı aramak? Hadi buldun diyelim, dişinle mişinle ambalajını yırtmaya çalışmak? Dolma sarar gibi saçma sapan bir şeyler yapıp, sonra kaldığın yerden vira bismillâh! Kaldıysa tabii hâlâ içinde bir arzu…
- Şimdikiler daha iyiymiş diyorlar ama. Gerçi ben hiç kullanmadım. Galiba içinde ıslak bi şeyler varmış, krem mrem gibi. Bilemiyorum. Kullananlar öyle söylüyor.
- Ben de bilmiyorum. Zaten sana seksenli yıllardaki bir olaydan bahsediyorum. O zamankiler feciydi! Hem kötü kokar hem de daha takarken yırtılır. Zaten ne olduysa o yüzden oldu ya.
- Ne oldu?
- Yani, işte, takarken…
- Kime takarken?
- O lastik zırıltıyı babafingoya takarken…
Güldüm…
- Haaa…
- Hııı.
Daha da gülme tuttu. Biranın acılığını unuttum.
- Anlayacağın birader, sonunda haspanın korktuğu şey oldu. Doktora gidemezmiş, utanırmış. Eczaneye gidip hap da alamazmış, ondan da utanırmış. Bu konuda "bir erkek olarak" ben bir şeyler yapmalıymışım. Hem, evlenmeliymişiz artık. Annesi de "nerede kaldın" diye hesap soruyormuş.
Ne var bunda yadırgayacak? Klasik bir "ha bu diyar" hikâyesi. Best of Törkiş rileyşınşip. Başka türlü nasıl olur ki?
- O "evlenmemiz lâzım" dedikçe ben daha da soğuyorum. Resmen pazarlıkla sevişiyor. Mezata çıkarmış mücevherini. Hem de "namus" adına… Bir yandan acaip sinir oluyorum bu tavrına, fakat gel de zapt et hacıyatmazı. Serde toyluk da var… Ben diyeyim horhor çeşmesi, sen de niyagara şelâlesi…
Gülmem daha da arttı. Bira kaçtı nefes boruma, tıksırdım bir süre. Kimse kusura bakmasın ama seviyorum ben bu tarz erkek muhabbetini. Varsın maço desinler.
- Sonunda istemeye istemeye de olsa taktık o plastik şapkayı… Fakat, gel gör ki, takarken yırtılmış. Buyur, buradan yak.
- Yoksa o dört kişiyi bunun için mi öldürdün?
Ters ters baktı yüzüme.
- Salaklaşma yav, ne öldürmesi?
- Yani, ne bileyim… Dört tane leşim var dedin ya az önce…
Tekrar baktı. Sahiden saf mıyım yoksa makaraya mı sarıyorum, anlamaya çalışır gibi. Tam emin olamadı.
- Ben kürtajdan bahsediyorum arkadaşım. Sen ne zannettin?
- Hay, ebesinin temiz havlusunu! Yahu, ben sahiden de askerde öldürdüğün memleket evlâdından bahsediyorsun sanmıştım. Peki niye "leş" diyorsun ki kürtajda aldırdığın çocuklara?
- Lâfın gelişi o yahu! İroni. Duydun mu hiç ironi diye bir kelime?
Kafamı salladım. Bu da bizi adam akıllı kara cahil sanıyor. Pes! Televizyon seyrediyoruz en azından. Biraz sıksam, kendimi az biraz entel gösterecek kadar lûgat bile paralayabilirim. En azından, bardaki ağzı gözü kaymış kaşarı tava getirecek kadar.
Fakat çok pis bir ironi bu be! "Leş" feci ağır bir kelime.
Hoş, öldürmenin hafifi varmış gibi. Ben de bir hoşum yani.
* * *
- Bilemiyorum ki… Acaba hamile kalınca boynumu büküp deftere imzayı basacağımı mı zannetti? Yani şark kurnazlığı olur da, bu kadar olur eğer öyle zannettiyse. İnsanın niyeti varsa bile sırf o böyle yaptı diye vazgeçer. Bir ömürlük sözleşme bu yahu, kız kazara hamile kaldı diye evlenilir mi hiç?
- Bir sürü insan öyle yapıyor…
Gene ters ters baktı. Kafa mı buluyorum, ciddi ciddi mi soruyorum, anlayamıyor bir türlü. Ama anlatmaktan da kendini alıkoyamıyor.
Ben aslında uzun ve şirazesi kaymış konuşmalar karşısında, zaman içinde el yordamıyla keşfettiğim bir araziye uyma yöntemine başvururum. İşe yarıyor. Baktım karşımdaki coşmuş anlatıyor ama anlattıkları beni ilgilendirecek şeyler değil, ıvır zıvır, hem de karman çorman; anlamak için kafa patlatmayı bir yana bırakıyor ve saksıyı uyku moduna alıyorum. Böylece yok yere zihnimi yormam da gerekmiyor.
Ben memnun, anlatan memnun. Çünkü -görüntüde- kuzu kuzu dinliyorum. Ne yorum var ne eleştiri.
Boş konuşuyor da olsa, bir arkadaş çoğu zaman yalnızlıktan iyidir. Bira şirketten. İnsanları kazanmanın kolay yolunu bulmuşum. "Dinleyen Adam" taklidi yapmanın maliyeti de yok. Taş atıp kolun yorulmuyor.
Ama arada sırada bir iki kelime etmek de lâzım ki uyukladığın çakılmasın.
* * *
- Haa tamam, anladım şimdi. Kız hamile kaldı, sen de kürtaj yaptırdın.
Anlamış olmam mı hoşuna gitti, yoksa daha anlatası mı var, bilemiyorum, halimi tavrımı biraz tarttıktan sonra, bakiyesini de anlatmaya karar verdi, aynı tonda devam etti.
- Gençlik yılları. Bir işimiz var ama kazandığımız para cep harçlığımıza yetmiyor. Üstelik o vakitler kürtaj da yasak. Gerçi şimdi serbest mi, onu da bilmiyorum pek…
- Galiba serbest; ama evliysen…
- Bekarlar ne yapsın peki?
- Bu günlerde, televizyon söyledi, evlilere de yasaklayacaklarmış.
- Geç bunları. Sırf tantana. Roboski'nin pisliğini temizlemeye çalışıyorlar.
- Neyin?
Bu kez de onun nefes borusuna kaçtı bira. Cahilliğime güldü her halde. Aksıra tıksıra anlatmaya çalıştı.
- Roboski, Roboski… Uludere yani… Köh! Yoksul insanların üzerine havadan bombardıman yaptılar ya hani… Köh köh! Bir de tutup "bunlar teröristti" falan deyip çirkefliğin üstüne tüy diktiler… Rezil oldular yani… Özür dilenecek yerde bir de tutup… Köh köh! Sapla samanı ayırmaktan aciz bir devlet… Hem de beceriksiz… Hem de yüzsüzlüğün daniskası… Hani bir de bu şeşi beş gören orduya teşekkür etti ya adam… Rezaleti saklamaya, inkâr etmeye, lâfı dolandırmaya, edepsizlik edip gargaraya getirmeye uğraştıkça, daha da battılar… İşte şimdi başka bir tantana mevzuu yaratıp, o toz duman içerisinde Roboski meselesini gündemden düşürme derdindeler.
Aksi gibi, hiç de kafam basmaz memleket meselelerine. Ben sadece izdivaç programına bakarım biraz. Bir de Kurtlar Vadisi'ne. Ne güzel de öldürüyor köftehorlar! Hah haa! Valla aşk olsun! Yiğitlik diye ben buna derim.
- Hükûmetin kürtajı yasaklama isteğinin hiç bir ahlâkî vicdanî zemini yok. En sefilinden günü birlik politika. Ayak oyunu ki, hem de nasıl. Bu işler yasakla falan çözülecek türden işler olsa amenna. Sadece el altından kesip biçenlere yarar. Kürtaj zengini doktor mengeleler yaratır, o kadar. Başı sıkışan insan ne yapsın? Etik tartışması kurtarır mı onu içinde bulunduğu berbat durumdan? Gerekirse süpürge çöpüyle. Gerekirse yün şişiyle. Ya da varsa bir tanıdığı, parası, imkânı, kaçak kürtajcı doktorun muayenehanesinde, fahiş ücretlerle…
* * *
Ben susup dinledikçe arifliğime veriyor her halde, daha da derinlere inip damardan anlatıyor.
- Sen hiç kürtajla alınmış bir bebek gördün mü? Eğer lime lime edilmemişse tabii. Ben gördüm. Aradan şunca yıl geçti, hâlâ gözümün önünden gitmedi. Ne alkol ne uyku çare değil, rüyalarımda bile görüyorum.
Poşetin içindeki son birayı çıkarıp cırk diye açtı. Bir dikişte kutuyu yarıladı. Sonra uzun uzun karşıdaki denize daldı yine.
Sesimi çıkarmadan oturdum. Bira bitmişti. Fındık da. Ağzımın içinde metalik, acı bir tat. Biradan mı hikâyeden mi, emin değilim.
Yan gözle ilerideki ağaçlık alanda mangal yelpazeleyen kadınlara baktım. İçlerinden biri onun karısı ya da sevgilisi olmalı. Ama hangisi? Belki de onlardan birini anlatıyor şu an.
Eğer oradakilerden biriyse anlattığı, kesin karısıdır. İnsan sevgilisini o kadar uzun süre bir kenarda bırakıp, tatsız tuzsuz mevzusuz bir eski tanıdıkla sohbete dalmaz. Zaten o bıraksa sevgili bırakmaz insanı yek başına. Mutlaka yanına gelir. Vücut çeker sevgiliyi. Çekmiyorsa, zaten ortada sevgili falan yoktur.
Filozof değil, ben söylüyorum birader. Bakma kaba saba görünüşüme, bizden de çıkar ara sıra böyle lûgatli lâflar.
* * *
Birayı bitirdi eski dostum. Boş kutuyu siyah poşetin içine attı. Duyulur duyulmaz bir sesle anlatmaya devam etti.
- Berbat bir durum. Bir kadın, aslında bir kız, karnında senin evlâdını taşıyor. Daha doğrusu, ortak evlâdınızı. Fakat gel gör ki, sen kendini o insanla müşterek bir geleceğin içinde tahayyül edemiyorsun. Dediğim gibi, öylesine, ihtiyaca binaen takıldığın biri. Kasıklarını zorlayan hormonlarının yüzü suyu hürmetine. Arıza taraflarını görmemeye çalışarak fit olduğun, anca öyle vakit geçirebildiğin birisi.
Bilmez miyim? Bana da olmuştu gençlikte öyle şeyler. Heyecanlıydık. Tazeydik. Ruhumuz ekşimemişti. İhtiyaçlarımız vardı giderilmesi gereken. Ama ihtiyaca binaen de olsa, tüm hayatımızı ipotek altına aldırtmayacak kadar çalışıyormuş demek ki saksı. Belki o yüzden, tufaya gelip evlenmemek için, sahiden hoşlandığımız kadınları pas geçip, kendiliğinden gelen, nobranlığımıza, bencilliğimize göğüs geren, istediğini (nikâh) alabilmek için, istediğimizi (adını söylemeyeyim) veren, sıradan, zihin tembeli, sığ, ezberci, konformist, bıkılınca atılmak üzere -bir süreliğine- aborda olunmuş kolay kadınlarla takılıyorduk. Acı ama işin gerçeği bu.
"Ben senin yatak arkadaşın mıyım? Beni evlenecek kadar sevmiyor musun?" gibi sorular soran, ne cevap verirsek verelim, cümle içinde sadece "nikâh" kelimesini arayan, garantili hayata koşullanmış kızlar. Daha iyisini bulduğumuzda kendilerini anında şutlayacağımızı bilseler de, gene de bir umutla peşimizden ayrılmayan. Aslında kendilerine reva gördüğümüz kötü muameleyi hak etmeyen. Yetersizliklerinin bilincinde olan. Çoğu zaman bunu itiraf da eden. Ama kendini geliştirmeyi, daha incelikli, daha içten olmayı da ne yapsa başaramayan orta karar kızlar…
Bizim "zahmetsiz" ve "ücretsiz" seks arayışımızın gönüllü kurbanları.
Hayatın nimetlerinden geri kalmama merakımızın bir eseri olarak, bekâr evlerinde, başka başka kadınların da kokuları sinmiş kirli çarşaflarımızın üzerinde hamile kalan ve izbe doktor muayenelerinde kasıklarının içi kazınan, hatta bazen bikri kürtaj esnasında izale edilen, incitilen, örselenen kızlar…
* * *
- Hı?
- Bekaret diyorum. Bekaret… Bahsettiğim haspa var ya hani, kürtajdan çıkınca söyledi. Ona da doktor söylemiş. Hamileymiş ama gene de bakireymiş.
- Yok yahu, nasıl olur?
- Oluyormuş. Bizim buradaki kızların üçte ikisinin kızlık zarı esnekmiş. Gazetede öyle bir haber okumuştum.
- Yani?
- Yani… Kibarca anlatayım. O malûm yerdeki conta gibi şey esnek ya, genişliyor, daralıyor, ama yırtılmıyor. Buyur geç, ben gene eski halime dönerim diyor. Sen de gelmiş geçmişsin onca zaman, trafik açık zannediyorsun. Ama aslında "kıymetli hazine" hâlâ orijinal ambalajında.
- Diğer yandan, desene, bir sürü zavallı kız aslında el değmemiş olduğu halde, sırf gerdek gecesi kan akmadı diye yok yere gümbürtüye gidiyor.
- Maalesef. Odun kafalılığımızın bir sonucu olarak. Eşekliğin daniskası, ne diyeyim. Sanki beyaz eşya. Hıyar ağası, ille de mühürü kendi açacak. Daha önce başkası kullanmış mı, bilmek istiyor.
- Kullandıysa ne olur?
- Hiiiç. Onların deyimiyle "müstamel" olur. Belki de şundan korkuyor: Ya gerdek gecesi kız onun orasına bakıp da "yuuh, bu ne lan, bülbül pipisi gibi, abdurrahmanınki nah kolum kadardı" derse? Belki de bunu duymaktan korkuyor. Belki de o güne kadar herifçioğlu kadın denen nesneyi sadece kerhanede gördüğü için, bütün kadınları oralarda tanıdığı kadınlarla karıştırıyor.
- İlk cinsel travmasını da orda yaşıyordur muhtemelen.
- Gayet mümkün. O yüzden de belki bir sürü kız, korka korka da olsa, kırıyor kuytularda gizli kapaklı bir takım cevizler, ama "ambalaj" yırtılmadığı müddetçe kendini bakire sayıyor. Evlendiği öküz de buna bakıyor zaten. Yani, bence, bekârette aranan, kadın daha önce -ve sonra- başka hiç bir erkeğin maslahatını görmüş olmasın. Olmasın ki, kıyaslama yapamasın. Erkekliği kerhanede öğrenmiş erkeğin dünyasında böyle yürüyor işler. Müstehak öyle heriflere öyle karılar.
- Vay! Karı dedin.
- Küfür değil. Zevce anlamında…
- Haa!
"El bombasının pimini şöyle çektim, böyle taradım, öyle kestim" hikâyesi çıkmadı ya, rahatladım, şaklabanlık yapıyorum kendimce. Meğer kürtajmış sorun. Yahu, cinayet değil ya bu, tıbbî operasyon.
- Ne demek lan? Bal gibi cinayet.
- Hı?
Ben düşünüyorum sanmıştım, ama konuşmuşum demek.
- Cinayet sayılması için ille de öldürdüğün kişinin nüfusta kaydının, maliyede vergi numarasının mı olması lâzım? Ya damarlarda akan kan? Ya o pıt pıt atan kalp? Ya o daha açılmadan ebedîyen kapanan gözler?
- Ohooo, o kadar ince bakarsan…
- Hangi kalınlıkta bakmalıyım?
- Yani, tabii sen de haklısın bir bakıma, ama…
- Ne münasebet, haklı falan değilim. Katilim. Dedim ya işte, dört tane leşim var diye.
- Yahu, estağfurullah.
- Estağfurullahı var mı? Mücrimim işte. Kanun yakama yapışmıyor olabilir. Ama gene de cinayet suçlusuyum. Şimdi yaşları 20 ilâ 30 arasında olacak olan dört tane insanın hayatını daha başlarken bitirdim ben. Dört farklı kadından dört ceset. Buna hakkım var mıydı?
- E ama öte yandan…
- Anladım. Evlenmek istemiyordun diyeceksin. Evet öyle. Ama gene de suladım o kızları, değil mi?
- İyi ama zorla yapmadın ya sen de kardeşim! Kendin söyledin ya işte, onlar da istemiş.
- Tamam. Onlar da benim kadar kusurlu diyelim. Bu cürmü birlikte işledik. Peki bu durumda benim günahım affa mı giriyor?
* * *
Durakladım. Hiç böyle düşünmemiştim açıkçası. Yani, ne bileyim… Hani, cinayet denince…
- Kanun suç saymıyorsa oh ne iyi deyip vicdanımı rahatlatabilecek miyim sence? Bu mudur? Ne demek şimdi "bedenim benimdir, dokundurtmam" falan? Peki, o zaman bıçaklarla kazıyarak ya da vakumla höpürdeterek canına kıydığın o günahsızların bedeni kimin? Onların canı bu kadar mı değersiz? Tamam, bu işe devlet burnunu sokmasın. Böyle işler kanunla yasakla yönetilemez. Ama kardeşim, doğmamış bebeğin yaşama ya da ölme hükmünü vermeye yetkili olan merci, gerçekte kimdir, neresidir o zaman? Bunu da çemkirmeden, lâf kalabalığına boğmadan tartışabilir miyiz?
- Yahu arkadaşım… Eyvallah, haklı olabilirsin de… Bu adamlar da çaktırmadan… "3 çocuk yap, bira içme, rakı içme" falan diye bizi taklaya getirmeye çalışırken… Yani bu kürtaj meselesi… Bunlara mı bırakılsın?
Tüüüh! Kaç tane bira içtik haa deminden beri. Vay! Halbuki bunun parasıyla en az 3 tane kitap alınırdı. Ayşe Kulin, Ayşe Özgün, Ayşe Sevim, Ayşe Yamaç, Ayşe Kudat, efendime söyleyeyim, Ayşe Özyılmazel (var mıdır kitabı bilmiyorum, kesin vardır), Ayşe Arman (kitap kitaptır, birayla kıyaslanmaz), Ayşe Çavuş, Ayşe Kadın, Ayşecik, Fatmacık, Hoppacık, Canan Tan, Nermin Bezmen, Hande Altaylı… Seç beğen hangisini istersen; hepsinin kitabı var.
Serdar Turgut'un karısının da kitabı var mıdır acaba? Eğer yoksa neden yoktur?
Ertuğrul Özkök ve Zafer Mutlu'nun haremi ne zaman kitap yazacak?
Bunlar mühim meseleler. Bir kitap bin ayıp örter.
Biralar da bitti gitti, iyi mi? Bitince anladım değerini. Acı macı, teneke tadında, ama gene de bira. Bakkal da uzakta aksi gibi.
- Sen ne anlatıyordun, ben hepten karıştırdım.
- Eşekliğimi anlatıyorum tabii ki. Hep kabahati başkalarında arama, hep ötekini suçlama, hep kendini temize çıkarma illetinin bizi bir salgın hastalık gibi sardığını.
"Masum değiliz hiç birimiz…" Şarkı mıydı bu? Yok, atasözü galiba.
* * *
- İkinci, üçüncü ve dördüncü cinayetlerim de üç aşağı dört yukarı bunun gibi şeylerdi işte. Ben, bencilin, azgının teki, onlarsa yedikleri halt konusunda hiç bir şey bilmemeyi ve olacaklara dair hiç bir önlem almamayı namus zanneden salozlar…
Durakladı. Sıradaki sözcükleri dikkatle seçiyordu besbelli.
- Birlikte cinayetler işledik. Üstelik, onların bir de canı yandı. Yaşadıkları duygusal taravma da cabası.
- Kim bu işlerin suçlusu?
- Herkes. Tabii ki en başta ben.
- Anlamadım. Neden herkes? Neden en başta sen?
- Herkes. Çünkü bu mesele sadece falancayla filâncanın canının istediğince seks yapması, istenmeyen gebeliklerin cerrahî yöntemlerle sonlandırılması ya da günah mı değil mi meselesi değil. "Beden benim bedenim, kimse karışamaz" polemiğine de indirgenemeyecek, sadece bunlardan ibaret olamayacak kadar derin bir mesele. Bir tek okkanın altında kalanın değil, tüm toplumun etraflıca ve aklı selim içinde düşünmesi, müzakere etmesi, üzerinde -kimseyi incitmeyecek demeyeyim ama en azından hayatları trajediye dönüştürmeyecek- bir uzlaşma alanı yaratılması gereken, çok hassas bir mesele.
Kitap gibi konuşuyor valla, bravo! Ben hayatta kuramam böyle fırfırlı cümleler.
- Herkes kabahatli. Çünkü elimizin altında hazır bulduğumuz bir ezberi hiç bir akıl ve sağduyu süzgecinden geçirmeden, tokmak gibi birbirimizin kafasına vura vura tartışıyoruz. Dalaşıyoruz. Bundan daha iyisi de mümkün pekalâ. Ama biz çoğunlukla, ısırmayı ve her hassas meseleyi kangrene dönüştürmeyi seçiyor ve böyle yaparak bir halt becerdiğimizi sanıyoruz.
- Afedersin, ipin ucunu sahiden kaçırdım, biz neden bahsediyoruz?
- Her bir bireyin elinden alınamaz, devredilemez yaşama hakkından bahsediyoruz. Doğmamış bebeğinki de dahil. Zoraki annelikten ve babalıktan. Kimin kime ne kadar hayat hakkı tanıyacağından. Bu hakkın tanınmasının veya esirgenmesinin kimin tekelinde olacağından. En hassas konuları bile birer güç oyunu olarak algılayan ve "yaparım-yaptırmam" ilkelliğine indirgeyen bir zihniyetin değişmesinden ya da devamından…
* * *
Biz konuşurken, üç beş yaşlarında tatlı mı tatlı bir kız çocuğu ağaçların oradan kopup koşa hoplaya yanımıza geldi, "babacığım" diyerek arkadaşımın bacaklarına sarıldı.
İçinde debelenip durduğu o karamsar ruh halinden sıyrılıp gözlerinin içinin güldüğünü gördüm o an.
- Köfteler hazırmış baba. Annem diyo ki, artık gelsin diyo.
- Tamam bi tanem, geliyorum.
Bana döndü.
- Sen de gel, birlikte atıştıralım.
Çekindim.
- Ben kaçayım, size afiyet şeker olsun.
Bir uzaktan el sallayan karısına bir bana baktı.
- Olmaz. Gel. Eşimle de tanış. Çok iyi biridir.
Aman haa! Ben dost ahbap haremiyle tanışmaktan çok korkarım. İyi bir insana açılmış hazır bir krediyi "eş" kontenjanından kullanan, bazen de alabildiğine hoyrat ve çiğ tavırlarla kırıp dökenlerini tanıdım. Yaptıkları tahribat öyle derindir ki, bir daha kolay kolay onarılamaz.
Bunu ona nasıl anlatmalı?
Küçük kız neşe içinde mangal yapanların yanına seğirtti. Arkadaş sevgiyle şefkatle arkasından baktı çocuğunun.
- Biliyor musun, baba olmak, dünyanın en güzel işi. Bu duyguyu kelimelerle anlatamazsın.
- Sen mi? Bence sen gayet güzel anlatabilirsin.
- Yok. Sahi söylüyorum. Bazı şeyler anlatılamaz. İnan bana.
- Evet yaa, anlatmaya çalışacaksın da ne olacak? Bırak bazıları da dağınık kalsın. Kelimelere döküldüğünde gazı kaçıyor.
Ben zaten anlatamam derdimi doğru dürüst. Dilim dönmez, gak guk ederim. Ağzı lâf yapan biri olmayı ben de isterdim ama ne yapalım, serde yok. Yav şimdi naapsak da yengeyle müşerref olma işinden yan çizsek?
- Gel hadi. Yenge olgun biridir.
Ulan, aklımı mı okuyor bu teres?
- Biliyor musun, onca yıldan sonra, ilk kez, ben söylemeden doğum kontrol hapı kullanan biri çıktı karşıma. Bu tür ayrıntıları hiç pazarlık konusu yapmadı. Çok şaşırdım. Hiç yoktur sanıyordum böyle bir kadın.
Ben hâlâ öyledir zannediyorum. Şanslı kerata!
* * *
- Sekiz on yıl aynı evde yaşadık, bir kez bile evlilik lâfı geçmedi sohbetlerimizde. Fakat ondan öncekilerden dilim o kadar yanmış ki, yine de sekiz on yıl bekledim "evlensek mi" diye sormak için. Sorduğumda güldü, "biz zaten evli değil miydik" dedi. Dilim bir yerime kaçtı. Öyleydik tabii ki. Kalben karı kocaydık. Belediyenin onayına ihtiyacımız mı vardı?
- Ama yine de evlenmişsiniz.
- Evet. On yılın sonunda gittik nikâh kıydırdık. Bizden ve iki şahitten başka kimseye haber bile vermedik. Annem duyunca çok hayıflandı oğlunun mürüvvetini göremediği için. Kayınvalde ise "siz zaten evliydiniz ki" demiş. Tabii, öyleydik.
- Hamile mi kalmıştı yenge? Ondan mı nikâh kıydınız?
- Yooo. Nikahtan beş yıl sonra oldu o iş. Birlikte karar verdik. Sadece ikimiz. İşlerimizi bu yeni duruma göre ayarladık. Ondan sonra kesti bizimki doğum kontrol hapını. Sorunsuzca oldu bitti her şey.
Ağaçların altında neşe içinde oynayan küçük kızı gösterdi.
- Ödülümüzü görüyorsun. Hayatımızın neşesi. Böyle bir mutluluk daha yoktur her halde dünyada.
Tahmin edebilirim. Evlât sevgisi standart bir şeydir, her annede ve babada eşit miktarda bulunur. Misal, benimkiler.
* * *
Ben de beş kardeşin en küçüğüyüm. Annem bana istemeden hamile kalmış. Bıkkınlığı mı ağır basmış, ne olmuşsa, çok uğraşmış düşürmek için. İğneler ilâçlar falan… Ölmemekte inat etmişim.
Sonunda doktor "siz bu çocuğu düşürmeye çalışmaktan vazgeçin hanımefendi" demiş. "Belli ki fayda etmiyor. Bundan sonra vuracağımız her iğne onu güçlendirir, sizin sıhhatinizi bozar."
Bunun üzerine istemeye istemeye doğurmuş canım anneciğim beni.
Çocukluğum boyunca da bana yapılan en boktan şaka hep bu konuda oldu:
- Ben seni aslında doğurmak istemedim ama sen arsızlık ettin, doğdun. Keşke boğazını sıkıp seni helânın deliğine atsaydım.
Çocukken, aile içindeki takma adım "fuzulî" idi.
Bunun bir çocuğu nasıl derinden yaralayacağını anlatmayı gereksiz buluyorum.
Hayatın boyunca boğuşmak zorunda kalacağın bir değersizlik duygusunun nasıl da aşılmaz bir duvar gibi yolunda dikilivereceğini hiç irdelemiyorum.
Kişinin bu dünyada var olabilme hakkının ne kadar kritik bir eşikten geçtiğini ve de buna karar verebilme konumunda olanların bu sorumluluğu ne kadar müdrik olabildiklerini de sorgulayabilmekten acizim.
Neticeten, ben sıradan bir insanım, aklım ermez öyle derin konulara. Okumuşlar düşünür, lutfedip söyler, ben de kafamın aldığı kadarını okur, ezber ederim.
* * *
- Hadi gel yahu. Nazlanma.
Hayır demeyi beceremedim. Dört başı mamur bir egom olamadı ki hiç.
Mangala doğru yaklaştıkça ızgaradaki et ve közlenmiş biber kokuları gitgide baştan çıkarıcı olmaya başladı. Arkadaş durakladı, mangal başındakilere duyurmamak için sesini biraz daha alçalttı.
- Bir düşün; biz dört buçuk yıl önce eşimle başka türlü bir karar vermiş olsaydık, dünya tatlısı canım kızım şimdi olmayacaktı. Onun yerine, naylon bir poşet içinde çöpe atılan kanlı bir et parçasının anısı kalacaktı belleğimizde. Gene gözleri, gene kalbi, gene elleri, burnu, belki korkuları, düşleri, duyguları olacaktı; ama biz bunu görmeyecektik. O da bu dünyayı göremeyecek, bu hayatı deneyimleyemeyecekti. Böyle bir idam kararının bizim irademize havale edilmiş olması çok ağır bir sorumluluk değil mi?
Elimde olmadan sırtımın ürperdiğini hissettim. Ben bu ürpertiyle uğraşırken, o can alıcı soruyu sordu:
- Sence kürtaj iyi midir, kötü müdür?
- Korkunç!
- Peki o halde sence kürtaj yasak mı olmalı?
Bu soru daha da can alıcı. Kala kaldım. Düşünerek içinden çıkabileceğim bir şey gibi görünmüyor.
- Bilemiyorum ki. Bir insanın hayat hakkını elinden almak, ne şekilde olursa olsun, kötü. Çok kötü. Canavarca.
- O zaman demek ki biz de o haltı yeseydik, bunun vicdan azabıyla yüzleşmek zorunda kalan da yine biz olacaktık. Vicdanımızın elverdiği kadarıyla tabii.
- Ne vicdansız insanlar var dünyada yahu, biliyorsun. Doğurduğu bebeği bir kutuya koyup çöpün önüne bırakan anneler…
- Gerçeğin tamamını bilemeyiz. Belki de dünyanın en ağır vicdan azabına katlanmayı göze alarak yapıyordur onlar da bu işi. Belki istenmeyen hamileliğinin sonucunun, örneğin, kendi kardeşleri tarafından infaz edilmek olduğunun bilinciyle, çok zor bir seçim yapmak durumunda kalıyordur. Belki tecavüz mağdurudur. Belki şu, belki bu. Bu konuda "belki"lerin sonu yok.
- Haklısın, sanırım.
- Oturduğumuz yerden başkalarını yargılamak çok kolay, değil mi?
- Hem de nasıl.
- Yaptığım yapacağım bir kötülüğün cezasını ben kendi ruhumu yaralayarak, vicdan azabıyla kıvranarak, rüyalarımda bile işlediğim cürümden kaçamayarak, her seferinde bir kez daha kendi kendime suçüstü yaparak, tam şuramda çekmeyeceksem, kanun koyucunun, devletin, beni işleyeceğim bu suçtan peşinen alıkoyması neye yarar?
- Kafam karıştı. Şimdi sen yasaklanmalı mı diyorsun, yasaklanmamalı mı?
- Bunun cevabını sen kendin bulacaksın.
- Deminden beri "vicdan, vicdan" deyip duruyoruz. Peki, sence vicdan nedir? Bunun basit bir tarifi var mı?
Güldü.
- Söylesene… Ne gülüyorsun?
Gene güldü.
- Sen söyle. Nedir?
Düşündüm biraz.
Off! Çok zor bir soru bu. Ben nereden bileyim? En iyisi önlemini ta en baştan, testi kırılmadan önce almak. Ama tabii bu da her zaman olamıyor ki. Hele gençken. Hele ateşin başına vurmuşsa. Teleskop her daim semaya dönükken.
- Hocam, sen bu anlattıklarını yazmalısın dedim…
Güldü.
Niye öyle güldü, neye güldü, anlayamadım.
* * *
Sempatik eşinin ekmek arasına sıkıştırdığı bol köfteli kayıntıyı aldım, izin istedim. Onları kendi mutluluklarıyla baş başa bırakıp sahil boyunca yürüdüm.
Şimdi denize bakan bir kayanın üstünde oturmuş, kendi yediğim haltları düşünüyorum. Kanalizasyonlara akıttığım hayatları.
Gölgeler uzuyor. Renkler daha derin, daha göz alıcı.
Hayat güzel.
Bize bir şekilde bağışlanan ya da bizim milyonlarca spermin arasından ve kim bilir daha kaç çeşit ölümcül tuzaktan sıyrılarak, yokluktan çekip çıkardığımız, pençelerimizle tırnaklarımızla sarıldığımız hayat.
Elimde bir şişe soğuk bira. Ekmek arası köfte.
Köfte ve bira bitince, ambalajı buruşturup denize sallayacak, şişeyi de kayalara çalıp parçalayacak, sonra bizim ekiple okey oynamak için kahvehanenin yolunu tutacağım.
Offf! Zihnim yoruldu düşünüp durmaktan. Biraz lagara lugara iyi gelir belki.
Gerçekten de karşısındakinin gözünü oymacasına tartışılacak bir mevzu değil bu. Aslında böyle bir şeyi tartışmaya gerçekten hacet var mı emin değilim. Bunu damdan düşercesine toplumun önüne atanların herhangi bir iyi niyet taşıdığından da şüpheliyim.
Neticede durum gayet ortada: Herkes inancına, ahlâkına ve toplumdaki statüsüne göre bir tavır alıyor ve vardığı sonucun toplumun genel kabulü olmasını bekliyor. Ola ki, bir kesimin istediği şekilde kürtaj tamamen yasaklandı, bu durumda korunacak yaşam ileride ne tür girdaplarla boğuşacak buna cevap verebiliyor muyuz?
Şu bir gerçek ki hiç bir kadın güle oynaya kürtaj masasına yatmaz. Yaptığı şeyin yükünü uzun zaman üzerinden atamaz. Derisi fazla kalın değilse erkek de bunun ne menem bir şey olduğunu bilir. Kürtaj bir hak hukuk işi değildir; ya akıl almaz bir zorbalığın ya da cehaletin, vurdumduymazlığın ve bir türlü dizginlenemeyen isteklerin ürünü bir eylemin, hiç akılda yokken bir canlının yaşam çizgisini belirlemesine en baştan engel olmak için başvurulan bir çaredir.
Bir de bazı şeyleri tartışırken sanki kanun ve hukuk yeterli düzenlemeye tabi olsa, insan toplumu karıncalar misali son derece uyumlu ve sorunsuz bir işleyişe kavuşurmuş gibi düşünülüyor. Kimse nedense dinin, kültürün ve geleneğin bitmek bilmeyen ve birbiriyle çelişen ve her defasında insanı çıkmaza sürükleyen değerlerini ve dayatmalarını tartışmaya yanaşmıyor.
Yalçın Şahin - 9 Haziran 2012 (21:20)
Yazdıklarınız din ile, din sayesinde algıladığımız bir biçim ve ilgili.
Oysa ki din çağlar boyunca en büyük sömürü aracı oldu, Emperyalist ve kapitalistler sürekli dini kullandılar. Ama aklı olan insan dine inanmaz. Sık sık "Tanrı ile insan arasına girilmez" derler ama, tam da ortasına oturup yerleşirler. Din; tanrı ve insan arasında yerleşmiş bir sapıklıktır. Ben Tanrıya inanıyorsam neden dine ihtiyacım olsun ki?
Dogan akDogan - 12 Haziran 2012 (22:27)
Adı üstünde zaten yoktular…
Yaşamın gereklilikleri içerisinde hukuki yaptırımların çözüm yaratmadığı çok durum söz konusuyken, bu konu ile ilgili olarak da hukuki yaptırımın çözüm yaratmak yerine kafa karıştıracağı fikrindeyim.
İki kişinin birlikteliği sonrası oluşan bu durumla beraber alınabilecek iki karardan birini uygulamak bu olayı yaşayan iki kişiye aittir diye düşünüyorum. Koyulacak kuralların, yasaların, kaldırım taşı söküp takmak kadar basite indirgenmemesi gerektiği düşüncesindeyim.
Hayatı yaşarken almak zorunda kaldığımız birçok kararın sonuçlarına da beraberinde katlanırız. Sokrates demiş ki; "kötü şeyler yapmaktan vicdanım sayesinde kendimi koruyorum".
Fulsen Demirbilek - 19 Haziran 2012 (14:00)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.