Patronsuz Medya

Harcanmış çocukluk öyküleri

Necdet Şen - 22 Mayıs 2002  


"Sana bi sır veriim mi?" dedi ve ekledi: "Babam beni geçen gün sandalyeyle dövdü" .

Daha 6 yaşındaydı, üstelik minicik cüssesiyle yaşıtlarından ufak görünüyordu. Nasıl el kaldırılırdı nohut kadar çocuğa aklıma sığdıramadım. Ama yüzünde gözünde taşıdığı çürükler az önce verdiği bu sırrın kanıtlarıydı işte.

Sevgisiz evliliklerin ortaya saldığı sayısız mağdurdan biriydi minik Seda. Annesiyle babası yıllar önce ne halt yediklerine pek fazla kafa yormadan, muhtemelen bol bol seks yapabilmek için evlenmiş, bir ihtimal bunun adına kısa bir süre "aşk" falan diyerek kendilerini kandırmayı başarmış ve sonra yanılsama bitince ayırmışlardı yollarını.

Şiddetli geçimsizlikten boşanmak için mahkemeye başvurduklarında, yargıç, babaya değil anneye vermişti minik Seda'yı.

İşsizdi baba. Hiç çalışmamıştı. Otuzlu yaşların ortalarına gelmiş, ama ekmeğini kazanmak için hiç bir çaba harcamamıştı o güne kadar. Annenin emekli ve dul maaşından birazını tırtıklayarak sigara ve kahvehane parasını çıkarıyor, kendisi gibi aylak tayfasıyla gezip tozarak vakit öldürüyordu.

Oysa anne "bok paklamak değil, kendi hayatını yaşamak" istiyordu; o nedenle boşandığı eşine "sattı" kızını. İşsiz güçsüz genç adam kendi evlâdını öz annesinden satın alabilmek için otomobilini elden çıkardı. Eline geçen paranın yarısından fazlasını kadına verdi, kalan parayı da cep harçlığı yaptı kahvehane köşelerinde.

İlk günlerde "çok seviyormuş" minik kızını baba; ama ne zaman bittiyse bu sevgi, duvarlara çarpa çarpa dayak günleri gelmiş ardından. Çalışmayan, çalışmak da istemeyen, öğlene kadar uyuyup, sabahlara kadar it-kopuk tayfasıyla sokaklarda sürten bir baba ve kendisi de dahil hiç kimseye sevgi duyamayan donuk bir babaanneyle birlikte, her kıpırtısı kınanarak, her sorduğu soru ağzına tıkılarak, azarlanarak, itilip kakılarak, sokaktan ve oyundan alıkonarak ve sevilmemenin acısını bol bol "yaramazlık" yapıp dikkat çekmeye çalışarak geçirmeye başladı çocukluk çağını minik Seda.

Sevilmemenin zehirini içine akıta akıta büyüyordu. Kırk yılda bir sokağa oyun oynamaya çıkarıldığında arkadaşlık ilişkilerini beceremiyor, yersiz kavgalar çıkarıyordu. Ona rastladığımda gözlerindeki acı ışıltıya bakmakta zorlanıyordum. Gülmeyi beceremiyordu minik kız çocuğu; gülünce ağzı tuhaf bir yırtığa dönüşüyor, nedense kararmış ve dökülmüş süt dişleri o acıklı gülümsemesini daha da iç acıtıcı bir hale dönüştürüyordu.

Sonra ilkokula başladı. Yaşıtlarından daha ufak boyuyla ve o minik cüssesiyle orantısız iri sırt çantasıyla okula gidip geliyordu. Daha da içine kapanmıştı, merhabalarımı bile karşılıksız bırakıyordu artık. Oysa mahalledeki en güvendiği kişilerden biriydim. İçini bana döküyor, azarlanmadan konuşabileceği tek kişi olarak beni görüyordu suskunlaşmadan önce.

* * *

Onu son kez güneşli bir Pazartesi sabahı gördüm.

İki haftada bir annesine konuk oluyordu yasa gereği. Çocuğunu özleyeceği varsayımıyla verilmişti bu hak anneye, ama o, arada bir "işim var" diyerek istemiyordu kızını yanına. Kabul ettiği zamanlarda dayısı arabasıyla gelip alıyor, gene o bırakıyordu eve sürenin sonunda.

Dediğim gibi, bebeğin yasal durumunu belirlerken, boşanan anneyle babanın yavrularını paylaşamayacağı genel varsayımından yola çıkarak bir çözüm bulmuştu yargıç; nereden gelebilirdi aklına, o minicik çocuğun istenmeyen bir paket gibi bir evden öbür eve postalanacağını ve yasal hakkın "kahır" gibi algılanacağını?

O Pazartesi sabahı da hafta sonu ziyaretini tamamlamış ve dayısı tarafından baba evine geri getirilmişti minik Seda sırt çantasındaki çıkınıyla.

Ama ısrarla çalınan zile yanıt veren, kapıyı açan olmadı. Evlerinin kapısı duvardı sanki. Uzun zaman yanıt alamadılar uzun uzadıya çaldıkları zile.

Balkonumda güneşleniyordum. Kalktım yerimden "isterseniz kapıyı ben açayım" dedim. Dayı "zahmet olmazsa" dedi. Gittim açtım, "evde yoklarsa bize bırakabilirsiniz, herhalde markete falan gitmişlerdir, biraz sonra dönerler" dedim. Genç adam cesaret edip bırakamadı. "Gel kızım, telefonla arayalım, belki zilleri bozuktur" dedi, taktı Seda'yı peşine, bakkala gitti.

Birazdan öfkeyle geri döndüler. Baba evdeydi, ama "şimdi istemem, öğleden sonra getirin" diyormuş. Babaanne ise oğluyla kavga etmiş, "senin çocuğuna ben bakamam" diyerek çekip kızına gitmiş. Ona telefon ettiler, "katiyen istemem!" diye yanıtladı.

Ortada kalmıştı minik Seda, ne annesi, ne babası, ne babaannesi, ne halası istemiyordu onu. Herkes kendi lânet olası "hayatını" yaşamak istiyordu. Bir kaza yapmış, kendileri çocukluktan çıkamadan çocuk yapmışlardı.

Çok meşakkatli işti "çocuk" toplumda çocuk olmak. Göğüslenmesi gereken ağır bir sınavdı.

"Bunlar da anne-baba olacak güya! Yazıklar olsun!"

Öfkeyle söylenen dayının peşine takılarak ağlaya ağlaya anne evine geri döndü minik kız. Onu dünyaya getirenler şimdi "yük" gibi görüyorlardı. Ne yazık ki anne ya da baba olmak için hiç bir kişilik testinden, ruhsal yeterlilik sınavından geçirilmiyorduk; rakı kokulu çiftleşmelerin ardından gelen pişmanlıkların diyetini ödüyordu minicik çocuklarımız.

* * *

Yıllar geçti bu olayın üstünden, o semtten taşındım, bir daha göremedim Seda'yı.

Zaman zaman düşüyor aklıma o minicik kız çocuğu. Kahroluyorum. Onun gözyaşları içinde ve sırt çantasından da ağır olan "istenmeme" yükünün altında ezile ezile gidişini unutamıyorum.

Sevgisizliği kuşaklardan kuşaklara aktarıyor insan kırıntıları. Mutsuz çocuklar büyüyor, anne-baba oluyor, kendilerinden daha da mutsuz yeni kuşaklar yetiştiriyorlar.

* * *

Seda da büyüyor olmalı bir yerlerde.

Seda'lar gözlerden ve gönüllerden ırak, kendi kendilerine büyüyorlar.

Muhtemelen Seda yarın öbür gün, çocukluk günlerinde içinde biriktirdiği zehirli atıklarla boğuşup duran mutsuz bir kadın olacak. Belki o da anne olacak, belki hiç cesaret edemeyecek.

Günün birinde geçmişinin tortularından arınmış, kendisiyle barışmış, mutlu bir insana dönüşebilme şansı var mı minik Seda'nın? İnsanların gözlerinin içine ışıl ışıl bakabilme, pırıl pırıl dişleriyle ferah kahkahalar atabilme şansı var mı?

Yoksa bir tane harcanmış çocukluk öyküsü daha mı?

Yorumlar

Hocam, çok güzel derlemişsiniz yine, kalbinize, ruhunuza ve elinize sağlık…

Sizlere söylenebilecek tek sözcük var gönlümde; iyi ki varsınız, hep varolursunuz inşallah…

Meryem - 22 Şubat 2008 (11:50)

Yazıyı içim titreyerek okudum. Malesef toplumumuzda o kadar çok mutsuz ebeveynden vücuda gelen o kadar çok mutsuz evlât var ki… Yazık çok yazık.

Bence okullarda öğrencilere hayatta bir daha asla işlerine yaramayacak bilgiler öğreteceklerine, nasıl pozitif olunur, güçlüklerle nasıl başedilir, nasıl mutlu olunabilir bunlar öğretilmeli.

Her şeye sahip olup da surat beş karış gezen insanlar görmek hepimizin içini karartıyor.

E. Kaya - 13 Ocak 2010 (11:13)

Güzel bir yazı olmuş yine yahu.

Hakan Şen - 18 Ocak 2014 (04:27)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

59
Derkenar'da     Google'da   ARA