Patronsuz Medya

Sevemez kimse beni, benim sevdiğim kadar

Necdet Şen - 27 Aralık 2015  


Ah EGO! Nedir şu insanların senden çektiği?

Bademcik gibi safra kesesi gibi bir uzuv değil, bıçağa gelmiyor. Azı elzem, fazlası baş belâsı. Öldürmeyip süründüren cinsten dertleri var.

Ego fazlasını bünyeden atabilene bütün kilit bahirler açık.

Ama soru şu: Nasıl becereceksin?

Diğer soru: Sahiden de becermek, en azından denemek ister misin?

Öyle alengirli bir şey ki bu ego denen illet, hani benzetmek gerekirse, diyelim ki bizler birer elektronik dalgametreyiz, bu ego da bizi sisteme bağlayan kablonun ucundaki fiş. Sistemden besleniyor ve dönüp gene sistemi besliyor. Her birimizi doymak bilmez ilgi tüketicisine çeviren zehir oradan zerk ediliyor işletim sistemimize.

Ben diyeyim virüs, sen de trojan. Ana makine onun sayesinde habis niyetli bir arka kapı yazılımını bünyeye entegre ediyor. Bir de bakıyorsun ki, zombiye dönüştürüldüğünden habersiz çok sayıda terminalden oluşmuş dev bir gölge sunucuya dönüşmüş toplum.

Gel gör ki, gözünü karartıp o fişi prizden çekebilenlerin sayısı, parmak hesabına vurulabilecek kadar az.

Efendim? Bir şey anlamadın mı? İtiraf ediyorum, ben de anlayamadım. Ne kadar yetkin bir yazı ustası olduğuma kendimi ve herkesi inandırmak hülyasıyla belki biraz kasmış olabilirim. Ego işte.

Yeterince ilgi uyandırmayı başardıysam hece vezniyle devam edebiliriz.

Kamuoyunun az buçuk bildiği üç beş magazinel tip hakkında "ne ayak bunlar" diye kafa yorup durduğumu fark ettim son günlerde. Bir yazayım şunları dedim, bir boş ver, ne halleri varsa görsünler. Sonunda baktım, oturmuş yazıyorum.

Hadi adlarını da söyleyeyim, sırayla sahneye çıksınlar: Leman Sam, Ara Güler, Yılmaz Odabaşı, Emine Ülker Tarhan (bu ikisinin adlarını hatırlamakta zorlanınca göz ucuyla internete baktım) ve bir de anılardan bir portre; Ali Rıza Binboğa. Final bölümünde bir kişi daha var, adı bende saklı.

(Not: Bu satırları yazan muhteremin altından kalkmakta en çok zorlandığı yazılar, isimlerini de vererek kişilere dil uzattıklarıdır. Ama üstü kapalısı da lâfı ağzında gevelemek gibi geldi nedense. O nedenle, kaş yaparken göz çıkarmayı göze alarak, herkesten adlı adınca söz edeyim dedim. Allah taksiratımı affetsin.)

* * *

Leman Sam

Hayvansever olmakla insan sevmez olmayı aynı cümlenin içinde zırvalamadan nasıl birlikte kullanabiliriz diye merak edenler için eşi bulunmaz bir örnek teşkil ediyor. Her nasılsa, kedi köpek beslemenin kişiyi bunu yapmayanlardan daha üst manevî basamağa oturtan asil bir pozisyon olduğu sanrısına kapılmış. Memleketin birinde doğal afet nedeniyle kitleler halinde ölen insanlara, acımak şöyle dursun, bir de "oh olsun" diyebiliyor meselâ. Neymiş, o ülkenin başka bir yerinde bir festivalde inekler topluca kurban edilmiş, o yüzden onlar halk olarak bu cezayı hak ediyorlarmış.

Sık sık yapıyor bu densizliği. Eleştirilince vites yükseltip motoru daha da bağırtıyor. Ona şu ya da bu türün bağnaz taraftarlığına soyunup, diğerlerinin ölümüne sevinebilecek kadar "bizimkiler ve geberesiceler" zıtlığına savrulmanın, faşizmin dip noktası olduğunu anlatmak için dil dökmek anlamsızmış gibi görünüyor. Hazret meseleyi çözmüş, kulaklarını ve izan defterini kapatmış.

Dünyadaki ağzını her açışında çam ormanı deviren tek kişi o değil tabii ki. Ama hanımefendi MEŞHUR, sahneye çıkıp şarkılar söylüyor. Dolayısıyla SANATÇI. Dolayısıyla günün kim bilir hangi saatinde, belki ayık belki kayık kafayla attığı tvit, nereden ne bulsam da kopyala yapıştır yapsam diye sağa sola bakınan internet editörleri için malzeme değeri taşıyor.

Ve belli ki hanımefendi "yahu, şimdi böyle bir söz edersem insanların çoğu benden tiksinir, konserime gelmez, gelse de yuhalar, şu lâkırdıyı hiç değilse biraz yumuşatayım" neviinden filtrelere bile gerek duymayacak kadar, megaton ölçekli özgüven patlaması içinde.

Yukarıda da dediğim gibi, o SANATÇI. Biz onu öyle kabul etmişiz. Kendi varlığımızdan daha yüce, daha ayrıcalıklı bir konuma oturtmuşuz. Kendimize hak görmediğimizi ona helâl görmüşüz. O da almış yan cebine koymuş bu limitsiz krediyi şimdi gönlünce harcıyor. Buyursun harcasın. Bizim moral hazinemizden, bizim huzur ve kardeşliğimizden, bizim sağduyumuzdan saçıp savuruyor ya, ne gam? Vermişiz bir kez vekâleti, kendi malıdır, kullanacak.

* * *

Ara Güler

Abartmıyorum, çocukluğumdan beri bilirim bu ismi. Bir de artık gazetelerde göre göre belleğimizin derinlerine kazınmış olan her yaşta abus simasını.

Beğenirim aslında fotografçılığını. Sanat yaptığı için değil, sanat yapmaya uğraşmadığı için. Belki yetmiş yıldır, boynunda markaları devamlı değişen kamerasıyla dolaşır, ilgisini çeken bir şey görürse makineyi yüz hizasına kaldırır, vizörden bakar, şırak çeker, sonra yürür gider.

Film bitince makineden çıkarır, karanlık odada banyo eder, karta basar. Yöneticileriyle ahbaplık tesis ettiği gazete veya dergilerden birine götürür bırakır. Telifini ve bila ücret verilen boş film makaralarını alır çantasına koyar, gene çıkar sokağa. Bir şeyler görürse makineyi gene yüz hizasına kaldırır, gene şırak.

Çok zor değil mi? Ne demezsin? Dünyada bunu yapabilecek yetenekte kaç kişi vardır hiç bilmem. Ara Güler bu muhteşem zanaatı yetmiş yıldır kesintisiz yapar.

Bunun neresi sanat diye soracak olanlara da net bir cevap veremem. Kendisi de veremiyor zaten, "sanatçıyım" demiyor, konu açılırsa "gazeteciyim" deyip geçiştiriyor. Çektiği fotograflar gazetede basıldığı, kuru yemiş parasını oradan çıkardığı için belki.

Fotograf çekmek sanat mıdır değil midir sorusu da halen cevaplanamamış bir tavuk yumurta ikilemi olarak boşlukta asılı vaziyette bekliyor. Meraklısı varsa kendince cevaplayabilir, beni ilgilendirmiyor.

Ama ben meselâ Ara Güler'in doksanına merdiven dayamış bir insan olarak daha süzülmüş, daha özenli konuşan ve konuştuğunda ferasetiyle hayatımıza mana katan, ufkumuzu açan bir insan olmasını arzu ederdim. Bu kadar dangıl dungul, bu kadar kendine dönük ve bu kadar "ben var ya ben, öyle meşhurum ki ne söylesem yutulur, sinkaflarım bile haiku değerindedir, insanlar gücenmiş incinmiş oramda bile olmaz" kıvamında demeçlerini okumak zorunda bırakılınca, ne yalan söylemeli, utanıyorum. Sanki bir yakınımmış da ondaki o karta kaçmış hamlık ve halıya sıçmışlık halinin özürünü mahalle halkı benden talep edecekmiş gibi.

Yüz sene evvel onun soydaşlarına benim soydaşlarımın yaptığı namussuzluk yüzünden zaten başım eğik. Sanatçıysa da değilse de sırf mağdur bir halktan diye ve sırf çok yaşlı diye hatırını saymaya, onca zamanda birikmiş karizmasını tartışmaya açmamaya, hatta arada sırada yaptığı kereste meşrep açıklamaları görmemezlikten gelmeye hazırım. Ama kaba sabalığın bu kadar da çivisi çıkartılmaz ki.

Çağrılır çağrılmaz zorbanın ayağına koşuşunu ya da Sezen Aksu gibi alnından öpülesi, pamuklara sarılası bir değeri hakir gören sözlerine değinmiyorum bile.

Son günlerdeki saray fotografçısı duruşunu eleştiren gazeteyi de onu eleştirdiği için değil, konformizme sapıp sözünden çark ettiği için ayıplıyorum. Oysa o adam daha ağırını da bal gibi hak ediyordu epeydir.

Ama ne yapalım ki biz, kendi yonttuğu putlara tapınan ve bu pagan tavrı modernlik zanneden bir ırkın ahvadıyız. Yaparız öyle zigzaglar. Eşelemeyelim, altından gene bizim defolarımız çıkar.

* * *

Yılmaz Odabaşı

Yemin kassem olsun ki bu muhteremin adını "şu an avrupadayım, küstüm siye, dönmeyecem" mealindeki viral tvitine kadar hiç duymamıştım.

Haberden öğrendim, şairmiş. Hangi kabilenin şairi olduğu yazmıyordu.

Benim bu cehaletim kısmen anlaşılabilir, Nazım Hikmet ve Ahmed Arif dışındaki şairleri pek okumuşluğum yok. Onları da kırk küsur sene önce. Bakiyesini bundan sonra da okumaya pek hevesim yok. Eski kafalıyım, şiir bana cümle kuramayan ve yazdığı anlamsız kelime öbeklerini, anlamayana "sanat" diye yutturmaya soyunan pırıltısız insanların çokça gezindiği gürültülü bir cadde gibi gelir, o yüzden hep yan sokaklardan dolanır, şiire rastlamamaya çalışırım.

Buna rağmen, şiirlerini okumasam da bir sürü şairin en azından ismini duymuşluğum var. Bu arkadaş hangi bağın gülüyse artık, her halde kendi habitatında "abi sen allâmesin" türü pohpohlamalarla epeyce şişirilmiş olmalı. İnsan bu tarz palavralara epeyce acıkmış halde sofraya çökünce zihin gaz yapıyor. Böyle durumlarda dönüp dolaşıp kendi uzun farlarınla gene kendi gözün kamaşabilir, uyanık olmak lâzım.

Ama o, demek buralardan sıkılıp daha rahat bulduğu yere postu serme kurnazlığının bile bu ülkede, en azından bazı muhitlerde müşteri bulacağına güvenmiş olmalı ki böyle teatral bir protesto tviti yazabilimiş.

Buna "durum komiği" diyeceğim ama daha çok acıklı geliyor. Büyük insanlığın kamera önlerinde infaz edildiği, suçluların suçsuzları yakaladığı, devasa fedakârlıkları sırtlayıp tek bir böbürlenme cümlesi bile kurmayan sahici kahramanların gündeme hiç gelemediği bir ülkede, üç yaşındaki çocuğa yakışmayacak histerik ataklarla ilgi yelpazesinde manzaralı yer kapma yarışına girmekte, daha çok kekremsi bir tat var.

Herhalde üstadı azam Bedri Baykam "ulan bu benim aklıma nasıl gelmedi, tüüü" diye dövünmüştür bir vakit.

Peki biz bu ibretlik olaydan öğrene öğrene ne öğrendik?

Bir: Bu arkadaşın şair olduğunu ve şairin dişi ağrısa toplumun suçlu olduğunu öğrendik.

İki: Sırtına "şair" libası giyinenin her birimizden limitsiz manevî kredi tahsil etme ayrıcalığı olduğunu veya kendisinin öyle zannedeceğini öğrendik.

Üç: Tafra yaparak çekip gittiğinde arkasından seğirtip "abi gitme kal, sensiz ne yaparız" diye yalvaracağımızı, bayrakları yarıya indireceğimizi umduğunu, ama kendini madara etmek dışında bir getirisi olmayacağını sezince de bu sefer "memleketimden vaz geçemedim" pişkinliğini piyasaya sürebilecek kadar zeki ve yaratıcı olduğunu öğrendik.

Ben tanımam etmem, ama olur da tanıyanlar arasında bu risaleyi okuyan biri varsa bir zahmet söyleyiversin, bu zaviyeden bakıldığında yaptığı şey o kadar soylu görünmüyor. O da herkes gibi sahici bir iş bulup çalışsa, bizi de azıcık kendi halimize bıraksa keşke. Şu aralar dardayız, şair gerisi okkalama lüksümüz yok, kusurumuza bakmasın.

* * *

Emine Ülker Tarhan

Bu ülke tez zamanda boyunun ölçüsünü alan ama defosunu asla itiraf edemeyen (belki de kendisiyle yüzleşmemeyi marifet sayan) hırslı kifayetsizler müzesidir. Sadece adlarını saymaya kalksak sayfalar yetmez.

Hanımefendi eski devlet partisinin en devlet muhibbi mebuslarından birisi olarak görüş zaviyemize girmişti vaktiyle. Pek fotojenikti. Her an çözülebilirmiş gibi duran gevşek topuzu, tonu ve röflesi yerli yerinde saç boyası, hirohito gözlükleri, maskülen ama yakışan giyim zevki, yaşını saklamasa da her yaşta çıtır havası veren minyon fiziğiyle, modern kentli orta sınıfın marka yüzü olma potansiyelini taşıyordu. Eh, meslekî geçmişi de hiç fena sayılmazdı. Fakat sağlam belâgatinin ve fiziksel avantajının cilasını kazıdığında, altından çıkan 1930 model devletçi söylemin sanırım pek fazla alıcısı yokmuş ki, etrafındakilerin ve muhtemelen en çok da gazetelerde ve televizyonlarda epeyce rağbet gören sahne parıltısının gazıyla gitti kendi şirketini kurdu, Cemal Aga'nın Devrim otomobili gibi ilk metrelerde benzini bitip piyasayı terk etti.

Beni bunları yazmak için asıl kışkırtan, giderken söyledikleriydi. Şimdi internette aramak, kopyala yapıştır yapmak istemiyorum, aklımda kaldığı kadarıyla şöyle dedi siyaseten hiç bir varlık gösterememesininin açıklaması mahiyetinde:

- "Öğrendik ki, bu işler için para gerekiyormuş, bizde de para yoktu…"

Gülelim mi ağlayalım mı? Hazret koskoca ülkenin kaderine hükmetmeye talip oluyor ama daha işin elifini bilmiyor. Propagandadan örgütlenmeye kadar, siyasetin her aşamasında yüksek meblağlarda sermaye gerektirdiğini dükkânı kapatırken fark ediyor. Koskoca Yarsav başkanının okuma yazma bilmeyen tarım işçilerinden bile sorsa öğreneceği bu basit ayrıntıyı sahiden bilmediğine ve anca şimdi fark ettiğine mi inanalım, yoksa yazımıza da ana fikir oluşturan ".ego" uzantılı virüs tarafından kıskıvrak ele geçirildiğine ve kabahati mikiye yüklemenin, hatasını kabullenip öz eleştiri yapmaktan daha rahat geldiğine mi?

* * *

Ali Rıza Binboğa

Türkiye onu 1974 yılında yapılan ilk Eurovizyon elemelerinde söylediği "Daha da mutluyuz yarınlarda" şarkısıyla tanıdı. Doğal sevimliliği, ortalamanın üstünde ses kalitesi, ama en önemlisi popülist-sol çağrışımlar içeren şarkı sözleri ve marş temposu taşıyan melodisiyle sevdi. Halk jürisinin birincisi o oldu, ama devlet televizyonu avrupadaki yarışmaya profesyonel jürinin seçtiği çelimsiz kızı (Semiha Yankı'yı) gönderdi.

Bir bakıma gadre uğratılmıştı ama Türkiye onu sevmişti. O rüzgârla birkaç şarkı daha söyledi bize.

Sonra kasetçalar dönemi geldi çattı. Bedavadan kopyalanıp elden ele dolaştırılan kasetler yüzünden vinil plaklar satılamaz oldu, müzik sektörü çöktü. O da diğer tüm müzisyenler gibi içkili gazinolarda saçı permalı kadınlara ve göğüs kılları altın madalyonla süslenmiş heriflere şarkı söylemektense, başka işlerden ekmeğini kazanma yolunu seçti, gitti tavukçuluk-yumurtacılık işleri yaptı.

Seksenli yıllarda ayak üstü bir tanışıklığımız oldu kendisiyle. Ergenlik yıllarının pop starıyla tanışan herkes gibi ben de abartıdan kim ölmüş deyip verdim yağlama yıkamanın gözüne.

Doksanların ortasında bir daha karşılaştık. Ben basın dünyasının Big-Mac porsiyonu sayılan plaza gazetesinde çalışıyordum, o da evini arabasını satıp o parayla yeni bir albüm kaydetmiş, onu tanıtmaya çalışıyordu.

Kendime faydam yoktu ki ona da olsun, pek bir şey gelmedi elimden destek bağlamında.

Ama o gene de yılmadı, daha sonra o gazetede kendisiyle tam sayfa röportaj yaptırtmayı başardı.

Şöyle şeyler diyordu o röportajda:

- "Benim bu dönüşüm, Beatles'ın dönüşünden bu yana gerçekleşen en muhteşem dönüş olacak. Yer yerinden oynayacak."

Sonuç ne mi oldu? Tısssss…

Toplumun ilgisizliği tabii ki onun suçu değildi. Bu tür işler aç tavuğun gördüğü rüyayla olmuyor ne yazık ki. Ülker hanım bile anlamış artık, başarıya giden yol havaya paralar saçmaktan geçiyor. Ali Rıza Binboğa'nın hatası, sağda solda rastladığı benim gibi yalakaların ayak üstü yaktığı yağları fazla ciddiye alıp, onun üzerine gerçekleşme şansı pek zayıf bir hayal inşa etmek ve bunu gerçeğin kendisi sanmaktı.

Tıpkı kendinden "sevgi dilencisi" diye söz etmekten mazoşistçe zevk duyan sıradaki salağın ikibinli yılların başında yaşadığı hüsran gibi…

* * *

Necdet Şen

Big-Mac gazeteden anlık bir kararla ayrılışımdan ve tüm ikna çabalarına "kurutucam ama vermiicem" inadıyla rest çekişimden sonra epey çalkantılı bir duygusal dönem geçirmiştim.

Ayrıntısı başka cüzlerde var, tekrar etmek istemem, fakat konuyla ilgisine binaen eklemezsem olmaz: Acı çeken her insan gibi ben de o ego'zotik yollardan geçtim. Geçmedim desem yalan olur. Önce yoğun bir kendine vahlanma "ulan beni niye pamuklara sarmadı bu gavatlar" diye melodramlanma dönemleri falan… Sonra alayına küsmeler…

Bu kadar melodram, sonunda kendimi bile bayınca "lan oğlum, daha nasıl şımartsınlar seni, kendin çektin gittin ya" diyen şeytanımı taşlayıp hindistan nepal yollarına revan oldum. Hani yemeğini yemeyen zengin çocuklarına kadidi çıkmış yoksul çocuklarını gösterip "sen de böyle olursun haa" diye korkutan sonradan görme anneler vardır ya, ben de içimdeki minik neco'ya oralardaki sefaleti gösterip "haline şükret köftehor" mu diyecektim, şimdi tam hatırlayamıyorum.

Gittim gezdim, sıkıldım, bunaldım, ofpuf ettim, param bitince döndüm. Annemin evindeki duşakabin büyüklüğündeki bir odaya önceki evimin eşyalarıyla birlikte sığışıp, eski bir tanıdığın bir süreliğine verdiği demode bir bilgisayarda seyahatimi (aslında mızıldanmalarımı) anlatan bir kitap yazdım.

Nasıl basıldığının hikâyesi daha önce yazıldı, geçiyorum. Ama basıldıktan sonraki durum, biraz Binboğa'nın hikâyesine benzedi.

Özetle: İlgi görmedi.

Halbuki benim kitabı da televizyonlar gazeteler, ünlü yazarlar falan tanıtmışlardı az çok. (Gene de "sensiz saadet neymiş" makamından gazlar verip egoma balon yaptıran bir sürü medya köşecisinden hiç ses çıkmamıştı ya, o ayrı mesele.)

Velhasıl dostum, o yılın ve tüm zamanların en fırtınalı edebi çıkışı olacağını umduğum kitabım, tozlu raflarda kayboldu gitti. Çoğu da bir zaman sonra kâğıt hamuru olsun için kilo hesabıyla satıldı. Ben bile aldım birkaç okka, dağıttım eşe dosta. Hiç biri okumadı.

(Yok, bir tanesi okudu, onunla da evlendim.)

Peki o zaman "sen ayrıldıktan sonra basında bir boşluk oluştu, senin gibi birinin eksikliği çok yoğun hissediliyor" türünden gazlarla egomu zeplin yapan o eski tanıdıklar, karikatüristler, köşe yazarları, akademisyenler, remayözcüler, tinerciler yalan mı söylemişlerdi?

Kompliman diyelim. Basit bir iletişim tekniği. Getirisi çoktur.

Bu işler böyle dostum; sen beni öv ben seni. Kendimizi iyi hissetmek için gayet yarayışlı, üstelik bedava bir içecektir. Lâkin dozunu iyi ayarlamak lâzım, serhoşluğu fena çarpar.

* * *

Allegro finale

Gökten dört ayva düştü, ikisi sana ikisi bana artıkları da şuradaki çulsuz zibidilere.

Peki biz bu didaktik mesellerden ne öğrendik?

Eğer ilgi oburuysan, vasat bir sesle büyük şantöz, bön bön bakan bir çift gözle kadraj gurusu, bakkal çehresine oturtulmuş romantik jön bakışıyla kafiye ustası, fotojeniyi dehayla karıştırıp başbayan vs vs olmaya hevesleniyorsan, marifetlerini en abartılı mimik ve jestlerle sergileyecek, televizyon stüdyolarında sabahlayacaksın.

İnan bana, bir pırıltın olsa da olmasa da sırf ekranlarda çok göründün diye etrafında seni bile şaşırtan kalabalık bir şakşakçı kitlesi oluşur. Bu kitlenin sırt sıvazlamalarına, aslansın kaplansın önden buyur gazlarına kanıp kanmamak tamamen kendi öz basiretinle aşılabilecek sinsi bir tuzaktır. Ya aşarsın ya düşersin. Baktın olmaz vaz geçersin. Ben geçtim. Bugün olduğu gibi yarın da öteki günlerde de sonraki yüzyıllarda da egosundan sisteme sımsıkı sabitlenmiş milyonlarca ve milyarlarca insan, kendilerine azize diye, sanatçı diye, kahraman diye, falan fişmekan diye tanıtılan her yeni markaya bol keseden yağ çekecek, yoldan çıkaracaktır, bunu bil.

Hem, alan razı satan razı, ben ne vıd vıdı edip duruyorum ki şimdi burda?

Yorumlar

Yazıyı okuduğumdan beri, 53 yılı biraz aşkın hayatımın ne çok zamanını kendimi sevmekle, kendimi kendime övmekle ve kendi kendimi her zaman haklı olduğumu iknaya çalışmakla harcadığımın hesabını yapmakla meşgulüm. Sanırım daha epey bir zaman da meşgul olacağım.

Akşam akşam yüzüme soğuk su çarpılmış, enseme şaplak atılıp kendime getirilmiş gibi oldum.

İnsanın iç dünyasına ayna tutmaya çalışması zor zanaat. Dur biraz daha bakayım, dayanabilirsem…

Melih Özel - 27 Aralık 2015 (18:33)

Benzer şeyleri düşünür dururdum usta lâkin yazdıklarınız kaymaklı ekmek kadayıfı tadında. Elinize sağlık

Sadi Akgül - 30 Aralık 2015 (12:45)

Ego ve Toplum tasviriniz nefis olmuş. Ego, gündelik hayatımızın tam ortasına oturdu. Sitede yaşayan insanların egosu, işte çalışan insanların egosu, memur egosu say say bitmez ülkemizde. Çetin Altan insanımızın önemli olma hastalığının ne menem bir şey olduğunu yaza yaza öldü.

Hamburger gazeteyi artık ben de okuyamıyorum gazeteden başka bir şeye dönüştü. Lâkin sizin her şeyi bırakıp post modern bir evliya gibi uzaklaşmanız işte o çok kolay değil. Hiç kolay değil.

İlker Tortop - 31 Aralık 2015 (02:06)

Sevgili Tortop, hakkımdaki tüm hüsnü tabirlerinizi alıp kabul etsem de "evliya" yakıştırmasını ayıklayıp kenara koymak zorundayım. Ne ben ne de başka bir insan bu tür mübalağalı sıfatları hak edecek kadar maneviyata boğulmuş değildir.

Basını ve çizerliği kendi açımdan maziye gömmemin sadece bir tane ve gayet dünyevî bir sebebi vardı: Oralarda yitirdiğim huzuru tekrar bulmak arzusu. Buldum sanıyorum. Sırtını güneşe verip manituya hamdü sena eden mütekait bir amca olmaktan daha fazlasında gözüm yok.

Acizane mutluluk reçetem budur. Soğuk birayla iyi gider.

Necdettin Efendi - 31 Aralık 2015 (09:23)

90'ların başında Ankara Urart Galeri'de açıĺan fotograf sergisini arkadaşımĺa geziyorduk. Kendisi de oradaydı. Çıkarken büyük sanatçıya teşekkür ettik safiyane, bu güzel eserleri için. Aramızda en az 40 yaş kadar vardı. Elindeki kadehi kaldırıp "koka kolaaa" diye bağırdı cevaben. Bakakaldık. Ne demek istemişti?

Salonda güzel, uzun bir ahşap masa vardı. Üstünde de bir tek kırmızı kadeh… Ramazan ayıydı. Güzel bir kompozisyon diye baktığımı hatırlıyorum. O kınadığımı sanmış olmalı… Lüzumsuzdu teşekkür etmek.

Şule - 24 Ekim 2020 (20:16)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

61
Derkenar'da     Google'da   ARA