Patronsuz Medya

"Savrulup gidiyor insan dediğin"

Necdet Şen - 25 Şubat 2014  


Yaklaşık bir yıl önce yazdığım bir yazı vardı, eleştirilince cozutup canavarlaşan bir bilgisayar hakkında…

Onu hatırladım durup dururken.

(HAL 9000, Mistır Spak, minik neco)

Uzay boşluğunda yolculuk eden Discovery adlı keşif gemisinin merkezî bilgisayarı HAL 9000, yaptığı bir yanlıştan dolayı eleştirildiğinde, kusurunu dürüstçe kabullenmek ve çözüm aramak yerine bencillik ve paranoya sarmalına girip sağduyusunu yitiriyordu hani…

Yüksek sesle sordum kendime, "HAL 9000'in esas sorunu neydi?" diye.

Mürettebata karşı savaş başlatmak mı?

Kendisinin hükmetmediği tüm kontrol noktalarını devre dışı bırakmak mı?

İktidarı vermemek adına delice işlere kalkışmak mı?

Uzlaşma seçeneğini tümüyle dışlamak mı?

Düşmansılığı tırmandırmak, yıkıcı bir noktaya sürüklemek mi?

Felakete varacağı kesin olan bir süreci tek seçenek haline getirmek mi?

Yıllar içinde defalarca seyrettiğim bu eski filmin hikâyesi hakkındaki o yazıyı yazarken, aklımda çok kısa zaman sonra Türkiye vapurunun sevk ve idaresi meselesiyle tıpatıp örtüşeceği gibi bir fikir yoktu. Ama bu sabah mutad "ne olacak memleketin hali" konusu üzerine kafa patlatırken, HAL 9000'in hepimizin yakînen tanımakta olduğu bir insan evlâdıyla şaşılası benzerlikler taşıdığını fark ettim.

Filmde -ve romanda- HAL 9000'in uzaya def edip kurtulduğunu zannettiği mürettebattan bir tanesi, itildiği o tuzaktan bir şekilde gemiye (cenk alanına) geri dönüyor ve dingili kaymış ana bilgisayarın icabına bakıyordu. Ama o noktadan sonra, bir kez rayından çıkmış olan yıkım süreci geri döndürülemiyordu.

Bizim HAL 9000'imizin siyasî akıbetinin de filmdekinden çok farklı olabileceğini zannetmiyorum. Fareli köyün kavalcısı gibi, cezbeye kapılmış taraftarlarını da peşine takıp uzayacak. Kalanlar çıkacak kerevetine.

(Ha, belki o coşkun taraftarlardan bazıları son anda bir kez daha saf değiştirip kazanan tarafa aborda olur ve müstafî padişaha sinkaf eder mi bilemem. Bu topraklarda görülmemiş iş değil.)

Ne diyordu şair: "Savrulup gidiyor yaprak dediğin."

Yüzsüzlüğün bu kadar olağanlaştığı bizimki gibi ülkelerde savrulmak ne kelime, fırıldaklığın bini bir para. Körler sağırları, yalakalar bağnazları ağırlıyor. Parsel parsel bölünmüş dünya; ya onlardansın ya "karşı cephe"den.

Ne var ki, kaptanın kendisini tek adam konumunda tutmak -ve hesap gününü ötelemek- için attığı tüm adımlar, çalkantılı bir deryada haritasız pusulasız yol alan Türkiye gemisinde dümeni kilitleyip muazzam bir hız ve irtifa kaybına yol açıyor. İşin en sıkıntılı yanı orası. Bu duruma getirilmiş (yekesi kilitlenmiş) bir gemide daha sonra sevk ve idareyi kim eline geçirirse geçirsin, geminin rotasını şu an adım adım terk edilen demokrasi hattına çevirmekte tereddüt ve isteksizlik yaşayacaktır.

Çünkü yol aldığımız çalkantılı denizde gemi manifestosu bu mutlak iktidar -ve hesap vermezlik- arzusuna hizmet edecek şekilde yeniden yazılıyor ve bundan sonra artık yetkiyi devralacak olan her insan evlâdı, kaçınılmaz olarak bu şeytanî imkân tarafından ayartılacaktır.

Görüyoruz ki bizim ülkenin demokrasi defteri yazboz tahtasından hallice. Her on -ya da yirmi- yılda bir hooop sil baştan. Demek ki temel değerler toplum katında hiç bir koşulda vazgeçilmeyecek kertede içselleştirip ısrarla savunulmadıkça, dümenin kime emanet edildiği o kadar önem taşımıyor. Gelen gideni aratmıyor.

Şuna kanî oldum: Nasıl her canlı organizma kendi kurdunu bizzat kendi içinde taşıyorsa, bizimki gibi toplumlar da taştan keresteden yontulmuş totemler tarafından demir yumrukla yönetilmeyi kendi zihin evreninde taşıyor. Müstebitlerimizi biz kendi hayat tasavvurumuzdan çıkarıyor, putlaştırıyoruz.

Ben buna "seçilmiş molozluk" diyorum. İşine nasıl geliyorsa öyle düşünen ve o formata uygun saf tutanlar için kullanıyorum. Doğuştan olmayıp, hayatın bir aşamasında tercih edilen sakil bir var oluş şekli bu.

İsteyen "şark yılışıklığı" da diyebilir; aynı kapıya çıkar.

Böyle bir yolu seçmek için herkesin kendine göre mucip sebepleri vardır her halde.

Belki bazılarımız için otomobilinin boyası toplumun esenliğinden daha değerlidir…

Belki bazılarımızın gönlünde münhal bir gazete köşesinde yer tutup, o muhitin "engin abisi" olmak hayali vardır…

Belki bazılarına twitırda feyste fark edilmek, kalabalıktan (hangisi olursa olsun) kopmamak, üç beş kişi tarafından da olsa muhatap alınıp adam yerine konmak yetiyordur…

Hazin, çok hazin haller bunlar. Ama ne yapalım, demek ki bizim gerçeğimiz de bu.

Dedim ya, kurdumuzu içimizde taşıyoruz.

Yorumlar

Ben de ilgi ile izliyorum son zamanlardaki çalkantıları. Duygularımın bir o yana bir bu yana gidip gelmesinden bıktım. Ha, hiç gitmediği yanlar da var orası ayrı. Onu bir ara uzun konuşmak lâzım.

Arada bir yalayıp geçen bir hissim var. Acaba ülkemize "adil bir çar" nasıl gider? Hani hazır başta iken, bunca desteği de almış iken, Merkel gillerle, Holland zamparasıyla falan da arayı yapmışken. Neden olmasın? Bunu Amerikan istihbaratındaki arkadaşlarla falan bir konuşsam diyorum.

Ukrayna hadiseleri kuzeydeki büyük ülkenin çarına karşıydı. Ama adam çarlığını ilân etti bir kere. Boş durmayacak. Ermenistan'a el koydu. Merkel gillerin zorda kalacağı iki operasyonla yeniden yerini sağlamlaştırabilir. Bizimkine de örnek olsa.

Demokrasinin insanı mutlu eden idareler arasında ancak üçüncüye gelmesi de çok önemli. Hani biliyorsunuzdur, bilge bir kralın yönetimi birinciye, Adil bir kral ile bilgeler topluluğunun yönetimi ikinciye geliyormuş. Demokrasi bronz madalya ile yetiniyormuş. Göreceğiz.

Ahmet Faruk Yağcı - 26 Şubat 2014 (10:03)

Hak görüyordur bizim çar kendine: Dullara, yetimlere maaş bağladım, tüneller demiryolları, havaalanları açtım. 2 + 1'lerle doldurdum her boş araziyi, TOKİ TOKİ damlarınız oldu. İş verdim, aş verdim, kürtlerle barıştırdım sizi… Asker, hakim, doktor, ne kadar elit varsa memlekette paspas ettim emrinize, vesayetin kökünü kuruttum. Zenginlerden alıp, yoksullara dağıttım, ''daha ne istiyonuz'' diyordur.

Sahi, daha ne isteyelim? Üç beş ayakkabı kutusunun lâfı mı olur.

Halkın kendini yönetecek insanları seçtiği rejimin adı mıydı demokrasi?

Bilge Bozkurt - 26 Şubat 2014 (21:01)

Lütfen bilen - anlayan varsa anlatabilir mi?

17 Aralık 2013 günü ve izleyen günlerde paldır küldür gözaltına alınanlar oldu, malûm. Sonra onları gözaltına alan savcılar, polisler, hakimler hallaç pamuğu gibi atılıp görevlerinden alındı. Bu süre içerisinde aklımız karma karışık edildi, ama net olarak gördüğümüz "bağzı" şeyler hâlâ duruyor.

Buna rağmen, o gözaltına alınan ekipten herkes -tekrar söyleyelim, herkes- tahliye edildi bu gün. Sayın Başvekil, "adalet yerini buldu" demiş!

Sorum şu:

Hallaç pamuğu gibi atılmadan önce görevlerini tam gaz yapan o arkadaşlar var ya, onların paldır küldür içeri attığı ve daha yargılanmadan 4-5 yıl yatan, sonra da 15-20 yıla mahkûm edilen, hatta bu süreç içerisinde ölen insanlarımızı hatırlayan var mı?

Onların hukuki durumu nedir? Onlar için de "adalet yerini buldu" diyebilecek miyiz bir gün? Başvekil sadece 17 Aralık ekibinin haklarının peşinde, onları savunuyor gibi. O eski ekibin kararttığı diğer hayatlar için söyleyecek sözü olan var mı?

Melih Özel - 28 Şubat 2014 (22:36)

"Adalet, mülkün temelidir…"

Mülk kelimesinin gerçekte neyi kastettiği malûm. Bugünün muktedirleri tarafından nasıl algılandığı da.

Kendin kanunlara uygun değilsen, kanunları kendine uydurursun, olur biter. Ağzını açan olursa da herkesten çok bağırırsın, diğer sesler gürültüye gider.

Yaşadığım sahil kasabasında hayırsever bir yaşlı amca var. Buraya yıllar önce yerleşmiş ve gençliğinde yaptığı dünyalığın bir bölümüyle kasabamıza okullar yaptırmış.

Onun hayır hasenatıyla yapılmış bu okulların en görünür yerinde hayatın sırrını açıklayan kendisine ait bir özdeyiş iri pirinç puntolarla yazdırtmış:

"Rüşvet ve cehalet bütün kötülüklerin anasıdır."

İlk zamanlar müstehzi bir ifadeyle bakardım o mottoya, ama artık saygı duyuyorum. Hayırsever amca meğer uzak görüşlü bir insanmış.

Yalnız, ben olsam o listeye iki tane daha habaset eklerdim:

Bağnazlık ve amigoluk.

Buralarda sürüsüne bereket.

Durmuş Düşünür - 3 Mart 2014 (11:31)

Keller, körler birbirini ağırlar.
Derkenardaki bu savrulma nereye kadar ey Necdet Şen.
Geldiğin nokta halkı küçük gören, jakobenlerin yanı.
Aslına rucu ediş. Hayırlı olsun.

Emrullah Akman - 4 Mart 2014 (12:26)

Durmuştum, düşünüyordum, "bağnazlık ve amigoluk" dedim de acaba neyi kast ettiğim tam olarak anlaşılabildi mi diye. Örnek neyim versem diyordum.

Emrullah bey kardeşimiz tam zamanında imdadıma yetişip o iki kelimelik tespitimi fevkalâde özlü bir şekilde örneklemiş ve beni ayrıntıya girme zahmetinden kurtarmış. Teşekkür ederim.

Durmuş Düşünür - 4 Mart 2014 (16:17)

Sevgili Durmuş amca, geçen hafta senin yaşadığın kıyı kasabasındaydım. O hayırsever hasenat sahibi amca belediye başkan adayı olmuş.

Levent Bozkurt - 5 Mart 2014 (16:40)

Huuu komşuuuu… Bugün 23 nisan neşe doluyor insan…

Allah bu hükümeti ve demokrasi aşığı başbakanımızı başımızdan eksik etmesin.

"Niye ki" diye sual eden olursa, masum vatan evlâtlarının imdadına gene o yetişti de ondan.

Mapus damında 5 yılını dolduran ergenekon ve balyoz sanıkları tahliye ediliyormuş.

Bilindiği gibi, hepsini başvekil İsmet İnönü içeri tıkmıştı.

Ferdane Gözkılı - 7 Mart 2014 (16:14)

Balyoz davası sadece planlayıcı 3-4 kişiye ceza verilip, emir kulları serbest bırakılabilecek iken değersizleştirilmiş bir davadır. Bu saatten sonra dikiş tutar mı bilmem.

Ahmet Faruk Yağcı - 7 Mart 2014 (19:43)

Ayy merakımdan çatlıyorum ölüyorum, şindi noolcak kııız?

a) içerideki kader kurbanları salıverildi diye ne kadar ulusalcı ve avrasyacı varsa hepsi oyunu akepeye verecek, niye dersen, çünkü hepiciği anladı ki akepenin bu işte zerre günahı yok, tayyip yapmadı taralel yaptı…

b) cehepeli cehepeye, mehepeli mehepeye, tutacağı takım olmayan sıçan deliğine, o zaman biz o fışkıyı neden yedik?

c) önümüzdeki günlerde muhtevasında "malezya" ve "babacım" gibi kelimelerin bolca geçtiği yeni bantlar ve videolar ortaya saçılacak…

d) teyyüp ile feto tepişirken dizginler "demokrasi neymiş yaaa, istemezük, gerekmez" diyen mülkün kadim sahipleri tarafından tekrar ele geçirilip, film başa sarılacak…

e) belki hepsi, belki hiç biri, belki bir kısmı…

Ay kız çok nefes nefese yaaaağ. En heycanlı yerinde filim kopmaz inşallah. Bir soonaki epizotu iplen çekiyorum.

("epizot ne ki" deme kız, yolarım saçını başını)

Ferdane Gözkılı - 7 Mart 2014 (23:33)

Günlerdir uzaktan da olsa ülke gündemini takip etmeye çalışıyorum.

Hükümetle cemaatin kıran kırana kavgası, başbakanın evine istiflediği hazineyi yok saymadaki acizliği, Pensilvanya'daki Godfather'in sinsi iktidar planları, paçavraya dönüşmüş bir yargının gözetiminde katillerin teker teker ortaya salınması, Sevan Nişanyan'ın bir hiç uğruna içeri tıkılması, sağcı muhafazakâr zihniyetin ülkeyi (hâlâ) nasıl kendi çiftliği gibi kullandığını ortaya seren telekulak dinlemeleri, 2014 yılında bile biz de varız mücadelesi veren Kürt siyaseti, solcuyu sağcıyı burjuvayı işçiyi aynı devrim yolunda yürüten ölümüne akp karşıtlığı, tam da bunun karşısına konuşlanmış ölümüne akp sevdası, zavallı küçük bir çocuğun yok yere ölümü üzerinden manşetleri ve interneti kaplayan diz boyu samimiyetsizlik…

Toplamda görünen tek manzara bıkmadan usanmadan birbirinin üstüne çıkmaya çalışan insanlar, hedef aldığı bir şeyleri yoketmeye odaklanmış acımasız kitleler ve onların üzerinde sörf yapan siyasetçi, bürokrat ve entellektüel yığını.

Bir ülke bu kadar nefreti nasıl kaldırabilir?

Yalçın Şahin - 14 Mart 2014 (19:42)

Bundan neredeyse iki yıl önce yukarıda bir yerlerde yazdığım yorumumda "hallaç pamuğu gibi atılmadan önce görevlerini tam gaz yapan o arkadaşların kararttığı hayatlardan" söz etmiştim.

Gazetelerde okumuşsunuzdur, konu ile ilgili gelişmeleri:

"Yargıtay 11. Ceza Dairesi 14 sanıklı Ergenekon davasında tüm sanıkların beraatına karar verdi. Daire Başkanı Hüseyin Eken, sanıkların üzerlerine atılı suçları işlediklerinin sabit olmaması nedeniyle beraatlarına karar verildiğini bildirdi."

"Başkan, sanıklar hakkında açılan soruşturma sürecinde hukuka aykırı işlemleri nedeniyle o davadaki savcılar, yargı mensupları ve kamu görevlileri hakkında Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na suç duyurusunda bulunulmasına karar verdiklerini kaydetti."

2007'de başlatılan ve düzmece, kurgu, yalan olduğu ta baştan beri akıl sahibi herkes tarafından fark edilebilen bu davanın, 8 yıl sonra geldiği noktada neden hâlâ yüreğimiz soğuyup da rahat edemiyoruz acaba?

Adalete ulaşılabilmesi için bu hukuksuzlukların yaşanması gerekmiyordu.

O zaman "Cemaat" ile ilgili soruşturma yürüten savcısı İlhan Cihaner, "Ergenekon terör örgütü üyesi" olduğu iddiasıyla makam odasında gözaltına alınmıştı. Şimdi? Şimdi Cihaner'in yıllar önce söylediklerinin aynısı söylenerek bu kez bir başka terör örgütü suçlanıyor: FETÖ! O zamanki savcıyı tutuklayanlar şimdi terör örgütü üyesi olarak nitelendiriliyor…

Aklıma fikrime sahip olmakta zorlanıyorum. 6-7 sene sonra sarkaç yeniden bu tarafa gelirken kimlerin kafasına çarpacak acaba? Necdet'in yazıdaki şu tespitine itiraz edebilmeyi, "Hayır, yanılıyorsun!" diyebilmeyi ne çok isterdim:

"Görüyoruz ki bizim ülkenin demokrasi defteri yazboz tahtasından hallice. Her on -ya da yirmi- yılda bir hooop sil baştan. Demek ki temel değerler toplum katında hiç bir koşulda vazgeçilmeyecek kertede içselleştirip ısrarla savunulmadıkça, dümenin kime emanet edildiği o kadar önem taşımıyor. Gelen gideni aratmıyor."

Of ki of be kardeşim!

Melih Özel - 16 Kasım 2015 (16:35)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

86
Derkenar'da     Google'da   ARA