"Konusu açılmışken, şu "vatana ihanet" kavramını da şirretleşmeden, kimseye gözdağı vermeden, namusluca tartışsak…" (General Francala)
* * *
Askerliğini safra olarak yapmış her TC vatandaşı gibi, bırak generali, onbaşının karşısında bile esas duruşa geçmekten kendini alamayan kuşaklardanız biz.
O nedenle Nazım Hikmet'in "Vatan Haini" şiirinin altına görüşlerini yazmış olan Francala paşamızın "vatana ihanet kavramını tartışalım" sözünü emir telakki edip, esas duruşa geçiyor ve maruzatımı aşağıda arz ediyorum.
Trak! (topuk selamı)
* * *
Efendim, şu "vatana ihanet" klişesi, bir kere kavram olarak fevkalade muğlak, ayrıca kokulu ve bulaşıktır. (Sadece bugünü değil tüm zamanları kast ediyorum). Tarlaların, madenlerin, köylerin, adaların, üstünde yaşayan insandan koparılıp parayı bastırana satıldığı, bölgelerin bir referandumla tabiyet değiştirebildiği bir dünyada, vatan neresi, hain ne, kim hangi koşullarda kime "hain" diyebilir, konuş konuş bitiremezsin.
İtham edilenin savunma hakkını gasp eden bu tip tek şıklı önermelere hiç sempati duymam zaten. Demokratik rejimlerde adı pek anılmasa da totaliter rejimlerde kınından zırt fırt sıyırılan bir tür kılıçtır bu "vatan millet sakarya" teranesi. Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça. Bana sorarsan, mugalâtanın önde gideni.
Her kim ki karşısındakini "vatan haini" diye yaftalar, bunu ister ufak bir tv stüdyosunda ister vatan sathında zikretsin, aslında bir tür boğazlama çağrısı yapmaktadır. Kime? Bir linç kalabalığına. Kolayca gaza gelebilen, ince eleyip sık dokumadan "düşman" diye yaftaladığının tepesine binmeye hazır, fıtraten şiddete meyyal, öfkeli ve bağnaz insanlara.
Bu tür "vatan" soslu lâf kalabalığının en çok dolaşıma sokulduğu zamanların şoven milliyetçiliğin tavan yaptığı zamanlar olduğunu ve adının anıldığı her yerde toprağın öldürülmüş insanların kanlarıyla çamurlaştığını ayrıca hatırlatmama gerek yoktur sanırım.
Böyle bir kavramı son günlerin siyasi geriliminden ayrıştırarak irdelemenin zor olduğunun farkındayım. Şu an önümüzde duran sıcak olaya bakarak konuşmasak daha iyi aslında. Durum epey netameli görünüyor. Ayrıca ne kadar gayret edersem edeyim, okurun içeriği kendi önyargılarından soyutlanarak algılaması hayli zor, tecrübelerimle biliyorum.
Böyle bir uçlara savrulma ortamında "ülkeyi kabristana döndürebilecek bir maceraya iteklemek (en azından niyetlenmek) mi ihanet, yoksa bu planı kamuoyuna (planın müstakbel kurbanlarına) duyurmak mı" türünden temel bir soru bile karşılıklı bağırtılar arasında sıkışıp anlamsızlaşır.
Kanaatim o ki, bu gibi "vatan" ve "ihanet" soslu kavramların hiçbir değeri yok. Bence öldürülen kişinin kimliğindeki "millet" hanesinde ne yazarsa yazsın, cinayetin her türlüsü cinayet. Ne idüğü tartışmalı "vatan" totolojisi adına olsa bile. Güçsüzün muktedire "vatan haini" demesi, yaptırım imkânı olmadığı için zaten kıymet taşımıyor. Böyle bir yafta ancak mutlak gücü elinde tutanın işine yarayabilecek asimetrik ve tahrip gücü yüksek bir silah.
(Bir de deveyi hamuduyla götürürken suç üstü yakalananların…)
Biliriz ki "vatan haini" mugalâtası ortaya çıkar çıkmaz diyalog biter kıyım başlar. Bu tür zehirli yaftalar olağan zamanlarda değil de yüksek gerilimli kutuplaşma ortamlarında tedavüle çıkarıldığı için, gene biliriz ki "vatan haini" diye damgalanan kurban mümkün olan en ağır ceza neyse ona çarptırılacaktır. Desteden bu kartı çekip çıkaranın parmağını doğrulttuğu taraf için beslediği niyetin ne kadar garez yüklü olduğunu bu vesileyle anlar, demek ki daha hafifi kesmiyor egemeni deriz; öfkesi diş bilediklerinin kafalarını koparmadan dinmeyecek.
Ama bıçak sırtı bir durum var ortada. Ya keser döner sap döner de güç bir vesileyle el değiştirirse, o zaman ne olacak? Kıyıcılık konusunda eli bu kadar yükseltenin yarın aynı teraziyle tartılmayacağını kim nasıl garanti edebilir?
Patırtının heyecanına kendimi kaptırmadan düşünmeye çalıştığımda şunu seziyorum: Gelecekteki normalleşmeye ve rahat günlere dair umut besleyen insanın böyle kıyıcı tezlerle zaten aşırı gerilmiş olan ilişkiyi daha da germesine gerek yok. Buna ya baş edilemeyecek kertede güçlü olan taraf hükmetmenin esrikliğiyle; ya da köşeye sıkışmış ve kontrolünü yitirmiş olan taraf son bir şans olarak sarılabilir.
Bu da şu yaşadığımız süreci daha da boğucu hale getiren kötücül bir işaret. Çılgınlık, zembereğinden boşalmışlık hali. Gözünü böylesine karartan bir odaktan -ya da odaklardan- korkmamak, ancak olup biteni idrak edememekle mümkün.
Ben -açıkçası- epeydir huzursuzum. Sade kendim için değil, herkes adına. Ülkem adına, dünyadaki tüm mazlum halklar, ulusal sınırlarımızın ötesindeki başka despotların ökçeleri altında ezilen tüm kardeş saydıklarım adına.
Bu tip çılgınlara -şu veya bu nedenle- arka çıkanlar için de üzüntü ve esef duyuyorum. Bir insanın sahip olabileceği ve sımsıkı sarılması gereken en değerli şeyin sağduyu olduğunu söyleyen sese iman ettiğim için.
Amin.
Başbakan'ın hakkını yemeyelim "ne düşünürse onu söylüyor". Düşünce dünyasının gizli dehlizleri diyebileceğimiz bir durum herhalde yok, her konuda fikrini duymuşluğumuz vardır sanırım. O gerçekten yüksek oyla yola aynen devam etmesi gerektiğini, bazı haltlar yendiyse bile mazur görülmesi gerektiğini, bunun bir hak olduğunu düşünüyor. Muhalefet (hem resmi, hem halktan muhalifler) bunun kesinlikle yanlış olduğunda hemfikir.
Guguktan önceki Hukuk bu durumu çözebilirdi ama hukuk işlemiyor, dolayısıyla geriye, "iyiye götürme" ye yarayacak tek araç olarak "sağduyu" kalıyor.
Peki sağduyu beklenmeli mi? Bekliyor olabilmeyi çok isterdim.
Hukuk neden icat olunmuştur sorusuna benim verebildiğim yanıt: "Adaletsizliği yaratan insanoğlu, onu sağduyusuyla yok edemediği için yaptırımları yazmak ve uygulamak zorunda kalmıştır."
Sağduyuyu horluyor gibi kesinlikle görünmek istemem. Misal, faşist bir anayasanın da celladı sağduyu olacaktır eninde sonunda. Sağduyu boyna benziyor, hukuk başa. İkisi de şart.
Alfred Dreyfus - 29 Mart 2014 (13:21)
Yazılarınıza uzun bir ara verdiniz neden olduğunu merak ettim. Gerçi 2 aydır takip ediyorum sitenizi bana öyle gelmiş de olabilir. Başka nereye yazacağımı bilmediğim için buraya yazdım, yanlış yaptıysam affola.
Burak Ç. - 29 Mayıs 2014 (01:02)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.