Patronsuz Medya

Patlak lastikle nereye kadar?

Necdet Şen - 19 Mart 2014  


Bir konuşmanın içeriği ne olursa olsun, eğer üsluptan ve tavırdan soyutlanarak değerlendirilirse, bu eksik bir değerlendirmedir. Hatta bazen nasıl söylendiği ne söylendiğinden daha önemli olabilir.

Bugünün Türkiyesindeki çatışan iki tarafın (hükümet ve cemaat) üsluplarına baktığımda görebildiğim şu:

Bir tarafta tek adam ve kadrosunun cümle alemi kaz yerine koyan, ekseriyetle tezvirat ve küfür yüklü dili var. Bakışlarımı diğer yana çevirdiğimde, yaptıkları her ne olursa olsun, daha mutedil bir dil görüyorum. Bu konuda bariz bir bir asimetri var iki taraf arasında.

Tabii ki kimin masum kimin mücrim olduğuna karar vermek için bu kadarı yetmez. Ama kullanılan dile bakarak, tarafların hangi algı katmanını hedeflediğini, mesajlarını nereye ve kime iletmeye çabaladığını tespit edebiliriz.

Siyaseten köşeye sıkışanın, samimiyetle savunduğu soylu bir davası varsa, gene de umudu olur. Kitlelerin sağduyusuna güvenir. O sağduyu, en olmadık anlarda kovboy filmlerindeki süvari birlikleri gibi hücum borusu çalarak yetişip umutsuzluk çemberini kırabilir. Ama bu kadar yerli yersiz bağıran, yeri göğü inleten, söylediklerinin yalan dolan olduğu ortaya çıktığında bile hiç oralı olmayıp bağırtıya devam eden kişinin, demek ki kitlenin sağduyusuyla işi kalmamış, hikâyenin sonuna geldiğini bal gibi idrak etmiş diye düşünürüz doğal olarak.

Tüm o gülünç komplo teorileri ve her gün yeni isimlerin eklendiği düşman listeleri aslında tek bir cümleyle özetlenebilir: "Aman birbirinize iyice sokulun, sürüden kopmayın, sonra öcüler yer sizi."

Yiyecek de zaten. Gidişat öyle gösteriyor.

Kim kimi yiyecek? Niye yiyecek? Nasıl yiyecek? Onu anlamayı deneyelim mümkünse.

Bizim gibi dış kapının mandallarına düşen, iktidar kavgası yapan taraflardan birinin neferi olmak değil, neler olup bittiğini ve toz duman dağıldıktan sonra faturanın kimlere çıkartılacağını, toplum olarak hangi bedelleri ödemek zorunda kalacağımızı berrak bir zihinle kavramaya çalışmak olmalı.

Bugünden bakınca görebildiğim en net olgu, kemalist projenin ezici tahakkümü karşısında müslüman kimliğiyle var olmaya çalışan çoğunluğun son hızla 2002 öncesinden daha beter bir duruma doğru savruldukları. Cemaatçisiyle ve particisiyle…

Geride kalan süreçte, islâmcı hareketin geniş bir meşruiyet zemini bulmasında, sadece kendi çabaları değil, ölçüsüz bir çiğlik sergileyen eski seçkinlerin, saçı yumurta sarısına boyalı lâikçi teyzelerin çok büyük payı olmuştu. Şimdiki iktidar kaynaklı çiğlik ve husumet ortamında "gene de bizdendir" diyerek tek adam ve şakirtlerinin arkasında durmaya devam edenler de, sahne gerisinde sırasını bekleyen post-kemalist sürecin "kullanışlı" aklayıcıları olacak.

90'lı yıllar boyunca kendi çevremdeki öfkeli lâikçilere bıkıp usanmadan anlatmaya çalıştığım şey şuydu:

- "Müslüman kesimin siyasetteki yükselişini "şeriatçılar iktidara geliyor" diye yorumlamak tamamen kuruntu. Türkiye'de şeriat rejimi ihtimali görmüyorum. Bence o kitlenin hedefi şeriat değil, zenginleşmek. İktidar eliyle yapılan yağmaya ortak olma mücadelesi veriyorlar. Bugüne değin rant paylaşımının dışında tutulmuş olan bu taşra kökenli geniş kitle "biz de varız, azıcık da biz ölelim" diyor. Kızıp köpürmek yerine değişimi algılamaya çalışsanız daha iyi olur. Bunu zaten er geç başaracaklar."

Başardılar da nitekim. Bu başarıda savaştıkları mevcut seçkinlerin kibir ve siyasî körlüğünün de çok önemli bir rolü oldu kuşkusuz. Salladıkları parmaklarla, yerli yersiz hötzötlerle, ölçüsüz hakaretlerle karşılarında çok geniş bir vicdanî koalisyonun oluşmasını bizzat kendileri kaçınılmaz kıldılar.

Son 12 yıl boyunca yapılan partizanlıklara da hep bu perspektiften baktım. Yeni bir durum değildi, zaten iktidara gelen her parti ilk iş olarak tüm kritik noktaları kendi kadrolarıyla dolduruyordu. O makamların yeni sahipleri kadar eski sahipleri de bir partinin (en azından malûm siyasî klişelerin) yandaşıydılar zaten. Şimdi mağlûp oluyorlardı ve tuttukları mevzileri istemeye istemeye ve çatışa çatışa yeni gelenlere bırakmak zorundaydılar.

Yeni gelenler yağmaya ortak oldular olmasına. Fakat, onca yılın birikmiş yoksunluk duygusuyla olsa gerek, talanı ve rezaleti öylesine ayyuka çıkardılar ki kredileri tez bitti.

Dalga artık tersine dönüyor. Tarihin akışı -siyasetin doğası gereği- etki tepki diyalektiğiyle ilerliyor. Yeni egemenlerin kırıp dökerek yarattıkları karşı enerji şimdi onları tekrar süpürüp merkezin dışına fırlatacak. İktidarın verdiği devasa kudret ve anahtar tomarı, kavruk kenar mahalle çocuğunu umulmadık bir hızla yozlaştırıp, kabuk altındaki çiğliği gözler önüne taşıdı. Her şey öyle hızlı oldu ki, iklime uyum sağlayıp pişecek yontulacak vakti olmadı günümüz keloğlanının. Kereste olarak girdiği hızarın diğer ucundan yine kereste olarak -ama biçilerek- çıkacak.

Muhalefette demlenip yeni bir şans daha elde etme imkânları da olamayacak artık. Kendilerine duyulan güveni ve açılmış manevî kredileri mirasyedi hoyratlığıyla tükettiler.

Bu ülkenin gelmiş geçmiş en devrimci ikonlarından biri olma şansını yakalamıştı hazret; artık o da heder oldu. Kendi eliyle -ve diliyle- inşa ettiği nefret ikliminin yarattığı güçlü tepki, onu ve onun izini taşıyan her şeyi çöplüğe süpürecek. Ve onun kitlesi, şimdi, sağduyusunu yitirmiş reislerine açtıkları sınırsız krediyle kendilerini kuşatıp saf dışı bırakacak geniş cepheyi tahkim ediyorlar.

Hatırlayan var mı, buralarda tansu diye, mesut diye, süleyman diye birileri yaşamıştı bir zamanlar. Kaderimize hükmetmişlerdi. Ne oldu? Yel üfürdü. Masal oldular. Ülkenin dar boğazlardan mayınlı alanlardan geçtiği şu günlerde çoluk çocuktan bile görüş alınırken, onların esamilerini okuyan, yalancıktan da olsa kapılarını çalıp görüşlerini soran tek bir kişi çıkmıyor. Niye acaba?

Şimdikinin ileride bu kadar bile özgül ağırlığının olmayacağı bugünden belli. Her şeye rağmen ülkesinde kalıp hakkındaki hükmü kabullenme yiğitliğini gösterebilecek mi, o bile su götürür. Zehirli diliyle sadece kendi havzasını değil, tüm ülkeyi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, zihnimizi, ruhumuzu, rüyalarımızı kirletti.

Bugünden emin olabildiğim bir tek şey var: Daha uzunca bir süre onun -ve şakirtlerinin- kırıp döktüklerini onarmak, yarattığı maddî manevî kirliliği temizlemek için uğraşıp duracak bu ülke.

Onca bedduayı nasıl taşıyabileceklerini de kendileri düşünsünler artık.

Yorumlar

Ben henüz asıl karanlığı bu iktidarın bize yaşatmadığını ama seçimler sonrası alacakları mastürbatif % ile yaşatmaya başlayacaklarını düşünüyorum. O süreçten yine hepimiz kaybederek çıkacağız. Herkes biraz daha yorgun, kızgın, üzgün ve eksik olacak.

Çiğlik tespitiniz cuk olmuş Necdet abi. En kibar haliyle ifade etmişsiniz sanırım. Entelektüel düzeyde iktidar ve takipçilerini besleyen (hadi tek demeyelim) açık ara en büyük damar, bilinmeyen bir süreliğine (bu iktidar gidene dek öngörüsü yerinde olabilir) artık başka mecrayı besleme kararı aldı. Çiğlik her geçen gün daha da sırıtacak.

Akepe'nin 2 sırrı vardı, 2'si de ifşa oldu:

1) bu hırsızlıklar evet ama bizim takipçilerin umrunda değil, çoğunun bilgisi bile yok…

2) twitter'dan her gün bir ayet sallamak, meydanlarda inanç dünyasına dair semboller kullanıp durmak kısaca dini sömürü aracı kılmak.

Bu boktan günlere de şükür. Sonrası daha iyi olacak bence. Bir sürü ders var bilmeyenlerin de öğrenmesi gereken. Kan akmasın da!

Deveye Diken - 20 Mart 2014 (13:57)

Patlak lastikle seyahat etmenin risklerini hepimiz biliriz. Şarampole yuvarlanabilirsin, önündeki ya da yanındaki araca ya da ne bileyim yolun kenarındaki ağaca çarpabilirsin. Şoför usta ise motor freni filan yapar, debriyajı akıllıca kullanır aracı hasarsız, kazasız durdurabilir.

Ama şoför niyeti bozmuşsa, "yolcuların ağzını burnunu kıracam" hissiyatındaysa yandı gülüm keten helva!

Bakınız bu gün Bursa'da ne demiş asabî şahsiyet:

"Mahkeme kararı çıktı. Twitter'ın mivitırın hepsinin kökünü kazıyacağız. Uluslararası camia şöyle der böyle der. Hiç beni ilgilendirmiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin gücünü görecekler. Bunun özgürlükle mözgürlükle alâkası yok"
("Twitter mivitır hepsinin kökünü kazıyacağız")

Amanın!

Bu arada iktidar partisinin kendi web sitesinden ulaşılabilen parti programının Temel Haklar ve Özgürlükler ile ilgili bölümünde bazı paragraflar var, okurken gözleriniz yaşarır, göğsünüz kabarır, içiniz neşeyle dolar:

"Partimiz bütün vatandaşlarımızın özgür haber alma ve düşüncelerini yansıtma hakkını esas kabul eder. Çağımız demokrasilerinin vazgeçilmez koşullarından biri, özgür medyanın varlığıdır. Başta anayasa olmak üzere medyaya ilişkin tüm yasal çerçeve ele alınarak, medyanın ifade özgürlüğüne getirilen ve demokratik toplum düzeninin gerekleri ile bağdaşmayan yasak ve cezalar kaldırılacaktır. Yazılı ve görsel medyanın özgürlükleri, titizlikle korunacak ve tekelleşmeye fırsat tanınmayacaktır."

Yaaa!

İşte böyle…

Mustafa Muammer Elöz - 20 Mart 2014 (19:34)

Çok yaşamışlığım olmasa da, binlerce kişi ile tanışıklığım oldu. Bahsettiğiniz tuğla kalınlığındaki kitaplardan da, sizin kadar değilse bile epeyi sayılabilir nicelikte okumuşluğum var benim de.

İnsanlarda çok nadir rastladığım bir bilgi birikimine sahipsiniz. Bilgeliğinizin sınırlarını kavramakta güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim.

Yazdıklarınızın çoğunu okudum. Ardarda dizdiğiniz sözcükler karşısında yüzümde beliren hayranlık ifadesini görmelisiniz. Hep doğal, yalın ve de insanın iliklerine kadar işleyen bir duyguya sahip cümleler…

Sevgiler…

Züleyha Ekici - 20 Mart 2014 (20:37)

Devletin zirvesinde "çok gizli" statüsüyle yapılan kayda birileri ulaşmış gözüküyor. İçeriği inşallah tahrifatlıdır ki buna da inanmıyorum. O tarz bir plan 1 taşta 3 kuş demek.

1) Esad'ın olası gidişi

2) oy artışı (bundan emin değilim)

3) ve en önemlisi OHAL falan derken en azından uzun süre herşeyin üzerinin örtülmesi, bu arada da muhaliflerin iyice köşeye sıkıştırılıp bertarafı.

Yalnız askerlik yapanların bazıları bilir, "çok gizli" statü harbiden çok gizlidir, gariptir, mazrufunu zaten konuşamayız da (bilemeyeceğimiz için) zarfı hakkında konuşurken bile fısıldamaya başladığınızı hissedersiniz. (Ben kozmik oda kapısı silmiştim içeri girmeden, o sırada başımda 1 albay 2 astsubay bekliyordu, düşünün yani: -)

O toplantının dinlenebiliyor olması çok feci. Duyulanlar korkunç. Ardından youtube ttnet DNS'ine kapatıldı haberi acı bir sos. Zekeriya Öz'ün paylaştığı tweeter mesajının içeriği ürkütücü.

Necdet abi teker patlak dediydi, şimdi Usta yürüyen aksam da gitmiş diyor. Ya kasko!

Yürümeyen Aksam - 27 Mart 2014 (17:40)

Sonlara doğru biraz insafsızca bulsam da yazılarını okumaya başladığımdan beri sezgilerine hep güvendiğim sevgili Necdet Şen'in bu yazıdaki fikirlerine genel olarak hak verdiğimi söylemek istiyorum.

Yalnız bir noktanın hakkını vermek gerekiyor. Tayyip Erdoğan ve AKP siyasete adımını attığından beri bu ülkenin gördüğü en çirkef en acımasız en dalavereci muhalefetin hedefi oldu. Şimdi zirvelere ulaşmış bir nefret varsa bunun biraz da Ulusalcısı Ergenekoncusu ve en başta da yaygaracı Doğan medyasının yıllardır azimle yürüttüğü sinir harbinin bir uzantısı olduğunu düşünüyorum.

Gelinen noktada AKP'nin vermesi gereken yığınla hesap olduğu aşikâr. Ortaya çıkan yolsuzluklar yenir yutulur cinsten değil. Birazcık sakin ve sağduyulu olunsa daha yıllar boyu iktidara oynayabilecekken memleketi şu cinnet ortamına sürükleme basiretsizliğini de günah hanelerine yazmak gerekir.

Tüm bunlara rağmen AKP'nin yıkılıp gitmesinin şu haliyle nasıl bir hayra vesile olacağını doğrusu pek kestiremiyorum. Çoklarının sandığı gibi ortalık bir anda çiçeğe bahara kesmeyecek. Üstelik hukukla demokrasinin tutanın elinde kaldığı bir ortamda hangi kurtlarla hangi çakallar hangi köşeleri kapacaklar bilmiyoruz.

En düşündürücüsü de "cemaat" denilen şu sinsi kuruluş. Memlekette hukuk ve güvenlik adına ne varsa eline geçirmiş ve istediğini elde etme uğruna gözünü karartmış böylesi bir örgütle yine de AKP'den başkası baş edebilecek gibi görünmüyor.

Yalçın Şahin - 28 Mart 2014 (22:53)

Yukarıdaki yorumdaki tespit hatalarına özetle değineyim:

- AKP, ben ya da "çirkef muhalefet" öyle arzu ettiği için değil, ülkeyi içinden çıkılması çok zor bir belanın tam ortasına atan lider ve kadrosuna gıkını çıkaramayan korkak ve ilkesiz insanlarla dolu olduğu için gidecek.

- Halihazırda hakkında tek bir dava açılmamış ve tüm başarısızlıkların günah keçisi yapılmış olan "cemaat denen sinsi kuruluş" hakkında henüz yorum yapamıyorum. Elinde söylentiler ya da başbakanın bağırtıları dışında delil olanlar bir zahmet o delilleri ortaya koyar da somut veriler/olgular üstünden konuşursa, söz veriyorum, o konuda da yeterince "insafsız" eleştiriler yaparım.

- Kaldı ki, eğer cemaat söylendiği kadar korkunçsa, bunun hesabı da onun önünü açan iktidardan sorulur. O şahısları o kritik noktalara getiren, arka çıkan, yakın zamana kadar öve öve bitiremeyen İsmet Paşa mıydı? İktidar "bu haltı ben yapmadım miki yaptı" diye ağlaşma yeri mi?

- 12 yıldır babasının çiftliği gibi memleket yöneten bir iktidarın hangi sebeplerle balataları sıyırdığı ve ülkeyi yangın yerine çevirdiğine dair mazeretler, bana mezar taşında "ama geçiş önceliği bendeydi" yazan karikatürü hatırlatıyor. Dinlemek bile istemem.

- Bu ülkede "uygarca muhalefet" ne zaman yapıldı ki şimdi yokluğundan söz ediyoruz? Kaldı ki, şu anda yapılan muhalefeti gayet zayıf ve apolitik buluyorum. Medya daha da acınacak halde. (Olacağı buydu.)

- Son olarak, böyle bir rezaletler silsilesi "daha sonra gelecek olanların daha da beter çıkma ihtimali var" diyerek mazur görülebilir mi? Bunlar ne kadar karışık akıllar böyle?

Necdet Şen - 29 Mart 2014 (11:09)

Yaptığım yorumdan hareketle "ben" ve "çirkef muhalefet" ifadelerini arka arkaya kullanacağınız aklımın ucundan bile geçmezdi. Bahsini ettiğim medyadaki çapsızlığa sizi de ortak ettiğimi düşünmeyin nolur.

Apartman yönetmeliği gibi madde madde tespit hatalarına cevap yetiştirmeyeceğim. Sadece şunu söylemeliyim, ortam oyle tuhaf ki, bir görüşün kuyruğuna takılmadan olanı biteni anlamaya çalışmanın ip üstünde cambazlık yapmaktan bir farkı yok gibi. Bir tarafa yıkılmadan görüş alanınızı mümkün mertebe açık tutmaya çalışırken yaptığınız manevralar ister istemez "karman çorman akıllar" nitelemesine yol açmışsa bundan da gocunmamalı, yeter ki gönüller incinmesin.

Şu koca ülkede AKP'nin ne destekçiden ne de düşmandan yana bir sıkıntı yaşadığını düşünmüyorum. Benim gibi yurt dışında yaşayıp oy hakkı bile olmayan biri olsa olsa dış kapının mandalı kadar olaya müdahil olabilir. İçinden çıkıp geldiğim ülkenin benle aynı dili konuşan insanlarıyla muhabbetten öte bir motivasyonu yoktur yorumlarımın.

Sadete gelirsek, patlak tekerle ve frenler tutmuyorken ve yolcuların bir kısmı kendinden geçmiş halde bir an önce otobüsün çakılmasını bekliyorken, sizce yapılabilecek en doğru şey, ola ki hırslarıyla bu vaziyeti yaratmış olan şoförün başına ekşimek midir? Bir kısım yolcunun onu baştan çıkarmış olması onun hatalarını mazur göstermez elbet. Bu zafiyetteki birinin en başta o koltukta oturmaması gerekirdi. Demokrasilerde bazan kazalar olabiliyor demek ki.

Bilmiyorum yazının temel aldığı analojiyi hakkım olamayarak daha da mı dramatikleştiriyorum; neticede herkes kendi algı penceresinden bakıyor dünyaya.

Elbette bir şekilde düze inilecek, AKP, CHP, TSK ya da bir başkası devlet denen tahakküm aygıtının dümenini döndürmeye devam edecek. Peki bu (tüm ülkeyi sarmış) sinisizm, bu nefret, bu farklı düşüneni bir kaşık suda boğma çılgınlığı nasıl bir siyasi-toplumsal hayata evrilecek?

Yalçın Şahin - 29 Mart 2014 (22:14)

Değerli Yalçın Şahin, son paragraftaki sorularınızın tamamı zaten bu değersiz kıraathanede 14 senedir ısrarla cevap aranan sorular.

Ne var ki "tüm ülkeyi sarmış sinisizm, nefret, farklı düşüneni bir kaşık suda boğma çılgınlığı" yeni bir şey değil; burada bizimleydi, hep vardı. Nefret kültürü, mağaradaki ateş gibi, ihtiyaç hasıl olduğunda harlandırılmak üzere, hep canlı tutuldu. Tutanlar belliydi.

Bugün bizi saçıp savuran, esas muktedirler tarafından piminin çoktan çekildiğini bilen bir arsızın debelenmeleri. Son çare olarak, bu ata yadigârını tepeleme kullanıyor. Akıllı olduğundan mı? Hayır, paniklediğinden böyle yapıyor. Birazcık aklı olsa günün sonunda uğrayacağı yıkımın şiddetini aynı oranda büyüten bu düşmanlık ve kamplaşma kartını hiç çıkarmaz, başka bir yol arardı.

(Sarışın ablak kadın buldu mesela o sihirli cümleyi, "ağzımı açarsam memleket altüst olur" dedi ve sustu. Kimse de ötesini kurcalamaya cesaret edemedi. Oturuyor köşkünde şimdi uslu uslu; dokunulmuyor. Bugünkü zavallı, herhalde kendini sahiden zaloğlu rüstem zannetmiş olmalı ki, kaba kuvvet ve tantunla üste çıkmaya çalıştı, alıyor cüz cüz boyunun ölçüsünü.)

Her neyse… Yukarıda tırnak içinde alıntıladığım sorunların nasıl çözüleceği, ana akım siyasi kamplaşmalar üzerinden irdelenirse ortaya sadece umutsuzluk ve kopuş çıkar. Sinisizmi, nefreti, farklı düşüneni boğma çılgınlığını her birimiz ilk önce kendi gündelik pratiklerimiz içinde, titizlikle arayıp, bulup, bitlerimizi kırar gibi tek tek ayıklayacak, içinde doğduğumuz ve dokularımıza işlemiş olan zehirden damla damla arınmaya çalışacağız.

Hepimiz tarihle tartılıyoruz. Yarın o tartıdan çıkan kanaat notlarımız boynumuza yafta olarak asılacak, onunla gezeceğiz.

Benim önceliğim, tepemizde zorba kesilen birileri varken, geçmişin zorbalarının vıdıvıdısını yapmak yerine, şu anki zorbadan kurtulmanın yollarını araştırmak. Tabii ki biliyorum, bu zorba sahneden çekildiğinde dünya cennet olmayacak. Şu an verilen mücadelenin benzerini yeni gelen zorbalara -ve tabii kendimize- karşı vereceğiz.

Buna cesareti ya da mecali olmayanlar da, hep olduğu gibi, zorbalardan zorba beğenip onun eteğinin altına sığınacak, oradan gıdaklayacaklar. Hayatımız böyle geçecek.

Şairin dediği gibi:

"Önce kedi gidecek, kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim, kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek, kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek, güneş kalacak;
sonra o da gidecek…"

Benim cennetim, sağduyumun ardı sıra yürürken geçtiğim yerlerdedir; başka cennet aramıyorum.

Necdet Şen - 30 Mart 2014 (12:33)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

60
Derkenar'da     Google'da   ARA