Patronsuz Medya

Miguelanxo Prado'nun buruşuk suratlı kahramanı: Manuel Montano

Necdet Şen - 5 Temmuz 2001  


Hakkında çok az şey biliyorum. Çizgi romancının adı: (Yanlış yazmıyorsam) Miguelanxo Prado. Bir iki karesi hakkında boyumu aşan lâflar edeceğim çizgi roman kahramanının adı ise: Manuel Montano.

Geleneksel çizgi romanda kahramanlar çoğu zaman erkektir ve neredeyse hepsine yakını boylu poslu, yakışıklı, kuvvetli, sağlam karakterli (sağlam da lâf mı, şeref-haysiyet abidesi), adaletli, seksî, hûlâsa, herkesin yerinde olmak isteyeceği bir kişidir.

Çoğunun çenesi köşeli ve belirgin olur. Saçları çoktur (Tom Braks ve Mister No'nun saçlarının yan tarafı nedense beyazdır; çocukken "böyle saçma sapan saç olur mu?" diye düşünürdüm; kırkımdan sonra benimki de aynen öyle oldu; kalan kısımları tabii). Dişleri düzgün olur, eğer Zagor ya da Tenten (keza Tommiks) gibi aseksüel (daha doğrusu, ne idüğü belirsiz) değillerse, kadınlar onlara ölür biter.

Oysa Manuel Montano, çirkin bir Humphrey Bogart müsveddesidir. Buruşuk pardesüsüyle biraz Komiser Colombo'yu da anımsatır. Ama onun kadar konuşkan ve baş belâsı olduğu söylenemez. Kadınlar onu beğenmek şöyle dursun, insandan bile saymaz. Dedektiftir ama çoğu kez işsiz güçsüz dolanır. İş bulduğu zamanlarda da çoğunlukla keleğe gelir.

Manuel Montano, ezberlenmiş çizgi roman klişelerinin bilmem kaçıncı tekrarı değil, sıkı sıkıya düşünülüp tasarlanmış, belli ki gerçek yaşamdan epeyce lezzet kotarmış bir çizgi roman kahramanıdır.

Şimdi tıraşı kesip aşağıdaki çizgi roman karesine bir göz atalım:

Kirasını ya hiç ödeyemediği ya da geciktirerek ödediği bekâr odasında işsizlik uykusu uyuyor anti-kahramanımız. Odaya bir göz atalım: çatlak tavan sıvası, belli ki 30 yıldır orada asılı duran ve 60'lı yılların modasını yansıtan bir avize, duvardaki kim bilir kaç yıl öncesinden kalma Playboy takvimi, eviyede yığılmış, taşlaşmış bulaşıklar, kapanmayan dolap kapakları, duvara selobantla tutturulmuş afişler, yerden alınmaya üşenilmiş kalem, çorap teki, sigara paketi, gazete vesaire, toparlanmadan terkedilmiş masadaki, muhtemelen boşalmış şarap şişesi, duvar dibindeki tahta iskemle vesaire…

"Kör müyüz, bunları biz de görüyoruz, ne diye sayıyorsun teker teker?" diyebilirsiniz. Şundan saydım: Yatağında uyuyan bir adam ve geniş bir oda perspektifi çizebilecek kıyamet kadar ressam var tabii ki. Desenleri de Prado ustadan kuvvetlidir bazılarının. Ama ne var ki, asıl ustalık bunların tek tek çizilmiş, karenin içi doldurulmuş olmasında değil, yaratılan atmosferin ruhunda.

Prado'da ruh var. Belki bir zamanlar kendisi de öyle bir bekâr odasında kalmıştır, belki kalmamıştır. Ama bir odanın bu kadar yalın ve şahsiyetli çizilmesi, karşısında şapka çıkartılacak bir sanatsal duruştur.

Oysa şöyle yapabilirdi Prado: Kendinden önceki ustaların çizdiklerini karıştırır, eski çizgi romanlardaki gibi gerçekte var olmayan, kafadan uydurulmuş bir oda çizer (alt tarafı, duvar, pencere, kapı, kanepe, yatak falan), olmadı, bir bekâr odasının fotograflarını çeker ve bakarak çizerdi. Ama bunların hiç biri şu yukarıdaki resimde olduğu kadar anlam yüklü, hayat dolu, izleyicisini içine çeken ve orada gösterilmeyen ayrıntıları bile hissettirmeyi başaran bir resim olmazdı.

Oysa biz bu kareye bakarken, o yatakta uyuklayan adamın bütün hayat hikâyesini görür gibi oluyoruz.

Yani, ben öyle hissediyorum… Ne duruyorsunuz, siz de hissetsenize…

Şimdi de yatakta yatan Montano'nun bakış açısından görüyoruz mekânı. Kenefin açık kapısı, Nuh-u Nebi'den kalma yuvarlak hatlı, araba kapılı buzdolabı, çocukluk yıllarımdakileri hatırlatan gardrop (gardolap mı demeliydim yoksa?) ve üst kattan basamakları inleterek inen şişman ev sahibesinin ayak sesleri…

Manuel Montano da benim gibi ayaklarını çaprazlamadan yatamayanlardan. Gerek kapının gerekse gardrobun tahtalarındaki renk ve eğri büğrülük, çocukluk yıllarımızın kontraplak kaplı ve rutubetten ağzını burnunu eğmiş iç mekân doğramalarına nasıl da benziyor. Nasıl da belli ev sahibesinin yaşlı ve dul bir bayan olduğu ve tamir ettirecek para denkleştiremediği bu evin kullanmadığı odalarını pansiyon gibi işletmek zorunda kaldığı. Belki kendi yaşadığı bölümlere daha yeni mobilyalar almış ve eskileri de züğürt kiracının kaldığı odaya yığmış.

Nasıl ki bayrakları bayrak yapan üzerindeki (bok yoluna gitmiş evlâtlarımızdan kalma kurumuş) kan ise, çizgi romanı çizgi roman yapan da, yazıyla, lâfla ya da diğer anlatma biçimleriyle asla tam olarak tasvir edilemeyecek, ancak kendi yolunda derinleşmiş bir ustanın eğretileme gücüyle muhayyilemizi alıp çok derinlere, ilk anda görülemeyen, anlatılamayan, hatta bilinç düzeyine tam olarak çıkarılamayan katmanlara taşıyabilecek olan kıvılcımlı zekâsıdır.

Prado'yu var eden İspanya, daha bir sürü muazzam yetenekli çizgi romancı yaratıp dünyada hatırı sayılır bir yer edindi bu konuda. Peki Türkiye neden çizgi roman konusunda dünya çapında bir varlık gösteremiyor?

Un, tuz, şeker, tarama ucu, fırça, resim kartonu, yaratıcı zekâ, sürüsüne bereket mevzu zenginliği, el değmemiş, bekâreti bozulmamış bir kültür birikimi, şu, bu vesaire… Ne eksik acaba?

Sakın bunun yanıtı birçok şeyde, ama büyük ölçüde editör eksikliğinde gizli olmasın? Yani, altının kıymetini bilecek sarraf eksikliğinde?

Kendi çapsızlığının beslediği paranoya ile kaliteli olanı bin bir ayak oyunuyla kaçırtıp, onuncu kalite olana orasını yalatarak ve kendi aşağılık ruhunu alkolde, hedonizmde, servette boğarak, sahici editörlerden gasp edilmiş makam odalarında "editörcülük" oynayan kifayetsiz muhterislerde…

Eğer Miguelangelo Prado bu ülkede yaşasaydı, büyük bir olasılıkla ya Sencer gibi sessiz sedasız, mahçup, dergilerdeki tatsız tuzsuz yazılara vinyet (yazıya tabi resim) çizecekti ya da Suat Gönülay gibi meydanı vasat çizerlere terk edip, köşesine çekilecekti.

Eğer Miguelangelo Prado bu ülkede yaşasaydı, medya plazalardaki çark etmiş, yavşamış, patron mabadı yalayan "müstafî solcu" çetelerinin adamı olmadığı müddetçe, ağzıyla kuş tutsa adı zikredilmeyecek, zikredilirse de "zibidi, zırtapoz, liboş" gibi çizgi romanla ilgisiz referanslara gönderme yapılarak zikredilecekti.

* * *

Sevgili okurum, bu ülkede bin bir meşakkatle yetişmiş olan yazar, çizer, gazeteci, profesör vesaire yoksulluk ve unutulmuşluk içinde kahrolurken, kalemini ve ruhunu satmış rezillere kapıları ardına kadar açık olan matbuata sen hâlâ matbuat diyor ve her gün para verip o gazeteleri dergileri satın alıyor ve sevdiğin sanatçılar ansızın sırra kadem basıp da yıllarca ortalıkta görünmezken bunu protesto etmeyi kendine görev bellemiyorsan, Prado çapında çizerleri zaten hak etmiyorsun demektir.

Mezarlıklar, sahip olduğu defineyi insanlığa dağıtamadan ölmüş meçhul sanatçıların kemikleriyle dolu.

Tamam, sustum…

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

81
Derkenar'da     Google'da   ARA