Birçoğumuz yaşamışızdır. Dost meclislerinde bir konu açılır. Belki de eğitimini aldığımız veya onyıllardır uğraştığımız işle ilgili bir konudur bu ama yakınımızdaki kişiler, dostlarımız, akrabalarımız, bizim sözümüze değil de gazetede okuduğu ya da televizyonda duyduğu şeye rağbet eder.
- "Ay ama ben Esra Ceyhan'ın programında duydum, adamın biri, doktor muymuş baytar mıymış neymiş, dediydi ki, evdeki çiçekler mantar yaparmışmış, hepsini atın dediydi."
Ya da…
- "Ama falan gazetenin Pazar ekinde bi yazı okudumdu, evde kedi besleyenlerde kist olurmuş, hamile kadınlar sakın kedi beslemesinmiş. Zaten bizim falancanın gelini de o yüzden kanser olduydu da öldüydü. Çok severdi kedileri, capır cupur öperdi."
Belki de falancanın gelini böbrek yetmezliğinden ya da kalp krizinden ölmüştür ama kedi sevdiğine ya da evinde çiçek saksıları olduğuna göre aradaki bağlantı kurulmuştur. Kedi öldürür. Çiçek astım yapar. Sokaklar kapkaççılarla doludur. İçtiğimiz sular zehirlidir. Çamlıca tepesindeki apartmanın onikinci katındaki yakınımız tsunami tehlikesi altındadır. Siyah tişört giyen her genç ya satanist ya da eroinmandır.
Çünkü gazeteler ve televizyonlar böyle buyurmaktadır. O kadar profesyoneli çalıştıran, başbakanın, profesörlerin okuduğu, demeç verdiği koskoca müesseseler yanlış biliyor da bizim tıp doktoru, sosyoloji doçenti, ekonomi profesörü kızımız/oğlumuz mu doğruyu biliyor? Tabii ki kedi tüyü kist yapar da öldürür de, sokak köpekleri behemahal kudurur, önüne geleni katır kutur ısırır, musluk suyunda koli basili ve hatta arsenik vardır, hayatta en hakiki mürşit tabii ki Seda Sayan'ın programına çıkan o ağzı kalabalık medyatik kişidir.
Yıllar evvel çok yakın bir akrabam, gazetelerin etkisi altında kalıp, yastık altında sakladığı "körlük kefenlik" parasıyla borsada oynamaya kalkmış, kısa zamanda hepsini sıfırlayınca da bana ağlaşmıştı. "Neden işin başında fikrimi almadın?" diye sorduğumda fıkra gibi bir yanıt almıştım:
- "Sana sorsaydım borsadan uzak dur derdin; ondan sormadım."
Eskiden, gazetelerde çalıştığım yıllarda, kardeşlerim benim yanımda çalıştığım gazetelerde okudukları üfürme haberleri uzun uzun tartışır ama yanı başlarındaki "minik" kardeşlerine "bunun aslı nedir?" diye asla sormazlardı. Hatta kendimi tutamayıp söze karışacak olsam, "sen ailenin en küçüğüsün, ne bilirsin ki" der, ağzıma tıkarlardı sözümü ve kaldıkları yerden devam ederlerdi.
Çünkü ben onların doğumuna tanık olduğu, bir vakitler altı bezlenen, "ıngaaa" diyen, onlar lisede ya da üniversitede okurken ilkokula başlayan "dünkü sıçırtma"ydım, her ne kadar o gazetede bilmem kaç yıldan beri çalışan "mutfaktan" biriysem, onlar da o gazetenin yirmi yıllık okuyucusuydu. Ben nereden bilecektim ki, onlar bilecekti tabii.
Kardeşlerime hiç bir zaman anlatamadım. Anlatmaya çabalamaktan vazgeçeli yıllar oldu. Dünyaya geliş sıramızı artık değiştiremeyeceğimize göre, onların benim ağzımdan çıkan herhangi bir bilgiyi, fikri, sezgiyi dikkate alma ihtimali sıfıra yakın. Ama belki okurlarıma anlatabilirim. Ne de olsa çoğunun kafa kâğıdı benimkinden daha yeni. Üstelik "yakınım" da değiller.
* * *
Zaten bilinen bir tarifi anımsayarak başlayalım:
Normalde, yani olması gereken şekliyle, bir gazete, haberi, yani olup biteni, içine palavra abartı, cilâ, şahsî kanaat katmadan, yalın ve anlaşılır bir dille okuruna aktarmakla yükümlüdür.
Gazetelerin yönetim piramidinde en tepede yazı işleri müdürü (artık genel yayın müdürü deniyor), onun altında editörler (artık yazı işleri müdürleri deniyor), bölüm şefleri (şimdi de bölüm şefi deniyor) ve onların altında da sayıları hayli kabarık olan muhabirler bulunur.
Muhabir, bazen kendisinin keşfettiği ama çoğunlukla da bir üstündeki amirinin önündeki ajandaya ya da haber toplantısında kararlaştırılan konu başlıklarına bakarak kendisini görevlendirdiği bir işe gider, izler, sonra gazeteye dönüp haberini yazar, bölüm şefine sunar. Haberi okuyan ve sağını solunu düzeltip, başlığını değiştiren -ya da aynen koruyan- bölüm şefi de elinde biriken haberleri götürüp yazı işleri masasına bırakır.
Yazı işleri bölümündeki büyük masada her sabah (yani öğlene doğru) toplanan gazete kurmayları, çeşitli bölümlerden getirilmiş ve hemen hemen son hali verilmiş olan haberleri -ve ekli fotografları, varsa tabii- inceler, hangisi ana sayfaya girecek, hangisi manşete çekilecek, hangisi orta sayfadaki "kısa kısa" sütununa alınacak, hangisi en dip sayfaya ya da çöpe gidecek, bakar, okur, belki tartışır -tabii son sözü genellikle en tepedeki kişi söyler- ve başlığı yeterince ilginç ya da isabetli değilse değiştirip, belki azıcık kısaltıp, sağını solunu çekiştirip, "sayfa sekreteri" denen teknik elemana verir. Sayfa sekreteri de bu içeriği grafik ögeler falan kullanarak sayfaya yerleştirir.
Yani, bir haber, ister rutin (örneğin, bilmem ne partisinin önceden yayın organlarına duyurulmuş genel kurul toplantısı), ister güncel (örneğin, TEM otoyolunda, yani gazete binasının az ötesinde, az önce gerçekleşen zincirleme kaza), ister mutfaktan (herhangi bir muhabir ya da editörün akıl edip, "yapalım mı" diye önerdiği bir konu başlığı, örneğin, gecekondu kadınının seks hakkındaki önyargıları, falan fıstık) olsun, son uğrayacağı durak, yazı işleri masasıdır ve kaderi o masada oturan birkaç kişinin elindedir; sayfaya girer ya da çöpe atılır.
Düşün ki bir gazetede ya da televizyon kanalında muhabirsin verilen her göreve gidiyor, izlediğin "haber"i tam da mektepte öğrendiğin gibi, usulüne uygun yazıyorsun ama yeterince ilginç bulunmadığı için sayfada yer bulamıyor. Bu durumda moralin bozulmaz mı?
Yeteneksiz değilsin. Kafan çalışıyor. Haberini gayet güzel yazıyorsun. Ama yazıişleri müdürleri haberi okuduğunda yine de yayınlanacak değerde bulmuyor. Çünkü sayfada yer darlığı var. Örneğin, son anda tam sayfa ilân alınmış, ne olacak? Tabii ki bir başka ilân değil, haber sayfalarından biri atılacak. Herhalde manken Tuğba Bilmemne'nin dört sütuna açılmış basen fotografı değil, tabii ki sempozyum, bilimsel toplantı, yoksulluk, yolsuzluk haberi atılacak.
Çünkü sen gittiğin sempozyumdaki konuşmacı ne söylemişse onu yazıyorsun. Bilim adamı bu, reklâm spotu gibi konuşacak değil ya, farzımuhal, "kist hidatik şu şu şu koşullarda oluşur, köpeğin dışkısından bulaşabilir ama kedinin tüyünden bulaşma riski pek yoktur, çünkü kediler taşıyıcı değildir" diye anlatıyor, sen de duyduğunu yazıyorsun.
I-ıh, olmaz, haber öyle yazılmaz! Kim okur öyle haberi?
Çünkü artık "medya" genel başlığı altında değerlendirdiğimiz gazete, televizyon, radyo ve benzerleri, serbest piyasa koşulları içinde kıran kırana rekabet eden, hisse senetleri borsada işlem gören, yöneticilerinin artık alenen "ben gazeteci değil iş adamıyım" dediği birer şirkete dönüşmüştür ve normalde kamuoyunu tarafsızca bilgilendirmek olan ödevi, kendilerini çepeçevre kuşatmış olan ekonomik rekabette öne çıkma, ulusal servetin ve siyasetin vanalarını elinde tutan bürokratik eliti kamuoyu baskısı altına alarak, bizzat medya patronunun ekonomik çıkarlarını gözetme kollama işlevine dönüşmüştür.
Bu durum doğru mudur yanlış mıdır, yorumu okuyana bırakıyor ve bu olguyu bir sonraki değerlendirme için veri olarak ele alıyorum.
* * *
Eğer bir yayın organının temel politikası, tiraj/reyting yarışında ön sıralara yerleşmek ve reklâm (eşittir para) pastasından en büyük dilimi koparmak ise, kullanılan haber dilinin gün be gün reklâm spotuna dönüşmesine de şaşırmamak gerekir.
O nedenle, "bilimsel verilere göre, Marmara depreminin olabilirlik oranı şudur, diğer yandan bu görüşün aksini savunanlar da vardır" tarzında bir haber dili kuramsal olarak doğru ama uygulamada yanlıştır. O habere "Marmara Depremi kapıda! En az bir milyon ölü bekleniyor!" diye başlık atar ve o minval üzere haberleştirir, heyecan yüklü patlaklar içinde, devasa puntolarla sürmanşete (logonun da üstünde olan yere) çekersen, bakkala ekmek almaya gitmiş vatandaş, hiç niyeti yokken stanttan bir tane de gazete çekiverir.
Ya da elinde zap/zıp tabancasıyla durmaksızın kanal kanal gezinen doyumsuz televizyon bağımlısı, böyle sunulan bir habere rastlayınca bir anlığına da olsa zaplamaya ara verir.
Bir kez daha haberlerini gazetecilik kriterlerine uygun yazan muhabirin başına gelenlere dönecek olursak; o muhabir sensen eğer, ne kadar iyi yetişmiş, zekî, yetenekli, terbiyeli, çalışkan olursan ol, haberlerin sayfaya girmiyorsa endişelenmeye başlarsın. Çünkü işten atılmasan bile, kızağa çekilmen, yerinde sayman, gözden düşmen, senden sonra gelen hırslı çocuklar hızla yükselip köşeleri kaparken, ilk tenkisatta kapının önüne konacaklar arasında olman kaçınılmaz demektir.
Hadi diyelim ki, bölümün başında helâl süt emmiş sağduyulu bir şef var ve üzerine kol kanat geriyor. Ama o bile senin haberinin yazı işleri masasında Motor Hanım'ın sarkık memelerinden daha fazla itibar görmesini sağlayamaz. İlâcı olsa kendi başına sürer zavallı; o da kovulmamak için ayağını denk almak zorundadır.
Bu durumda ya moral bozukluğu içinde kendini içkiye, melankoliye, "değerimi bilmediler" vahlanmalarına kaptırır, kendi egona kilitlenir, yarıştan çekilir ve kapının önüne konulacağın güne kadar haberini yapar maaşını alırsın. Ya da o haberi için kan ağlaya ağlaya sayfaya girecek format hangisiyse, öyle yazmaya gayret edersin.
Tabii bütün bu olasılıklar senin gerçekten de zekî, çevik, ahlâklı, yetenekli, bilgili, becerikli bir gazeteci olduğun var sayımı üzerine kurulu. Ama sen de biliyorsun ki, liyakatin değil sadakatin geçerli olduğu, en tepedekinden en alttakine kadar herkesin gört korkusu içinde günü kurtarmaya çabaladığı, insanı ezen, aşağılayan, yüksek tavanlı, granit döşemeli, kapıları kameralar ve elektronik barikatlarla turnikelerle korumaya alınmış, izinsiz girilemeyen katları ve ayrıcalıklılar için farklı yemekhaneleri olan, koridorlarında egoizmin, sınıf atlama özleminin, ihanetin, husumetin, hizipçiliğin, gammazlığın kol gezdiği plaza binalarında yukarıda zikrettiğim vasıflardaki insanlara karın ağrısı gözüyle bakılacağından ve ilk fırsatta harcanmak isteneceğinden, o inişli çıkışlı asansörlerde her adımda bir kifayetsiz muhterise toslaman olasıdır.
Plaza koridorlarını bu kifayetsiz muhterislerle dolduran bu mekanizmanın en tepesinde, haydut mu iş adamı mı olduğu halen tartışılmakta olan bazı ünlü patronlar oturur. Genel yayın müdürlerini seçen -eğer Derin İktidar değilse- her halde onlardır. Daha alt kademeler de onların seçmiş olduğu bu adamların seçtiklerinden oluşur.
Ne zaman kodese gireceği ya da jetine atlayıp Güney Amerika'ya kaçacağı tamamen esen rüzgârlara bağlı olan "işadamı" tarafından seçilmiş bir genel yayın müdürü hangi evsafta olmak zorundaysa, onun yaptığı gazete ve televizyon da o evsafta olacaktır. Öyle yayın organlarının haber dili de tabii ki reklâm spotları gibi eser miktarda gerçek üstü bol sansasyon formatında olur. Bunda yadırganacak ne var?
* * *
Burada dayanamayıp kişisel görüşümü de söyleyeceğim. Bu yayın organlarının yöneticilerini hakaret yağmuruna tutmak, internet ortamında -hele bir de işsiz bir gazeteciysen- dünyanın en kolay işi. Ucuz kahramanlık. Bir de o plazaların yöneticilerini küfür ve hakaret yağmuruna tutarken, çaktırmadan patronlarına yaltaklanan, "o herif seni batıracak, halbuki ben olsam ne güzel gazete yaparım, daha saygın olursun" diye kendini pazarlamaya çalışan puşt tayfası var ki, en çok onlar midemi bulandırıyor.
Oysa bilmemiz gerek; eğer birincil ihtiyacı devlet mekanizmasını yakın markaja almak ve ekonominin en büyük işvereni olan devletin dağıttığı ihalelerden en büyük payı koparmak olan bir medya patronuna hizmet ediyorsan, ya o deveyi güder ya da gidersin. Bombardıman uçağının pilot koltuğuna oturup da "benim kişisel tercihim barıştan yana, bu bombaları havacılık etiğine uygun noktalara atacağım" deme lüksün yoktur. Ya da vardır ve tercihini menfaatten yana yapmışsındır.
Ama mekanizmayı es geçip, sadece pilotu suçlayanların taşıdığı örtülü ahlâksızlığı da mertlik sanmamak gerekiyor.
* * *
Aslında dobra dobra "bu gazete denen fışkıları hiç okumayın" demek isterdim. Çünkü -bence- "gazete okumak" zararlı bir alışkanlıktır. Okumak değildir. Dünyadan haberdar olmak için para verip satın aldığın o paçavranın yarısından fazlası reklâmla (yani cebindeki zor kazanılmış parayı söğüşlemek için uydurulmuş yalan dolanla) doludur. Bugün itibariyle söylersek, gazete aslında reklâm verenin pezevengidir. Dahası, gazete patronunun ve şirketin çıkarları doğrultusunda kamuoyunu (bizi) manipüle (iğfal) ederek yönlendirdiği ayan beyan ortadayken ve her geçen gün yeni örneklerle pekişirken, hâlâ gazete okumayı elzem zannedenlerdensen, enayiliğine doyma.
Aynı ifadeler televizyon için de misliyle gerçek.
Ama "aaa, ben ayşe çölaşan'ımı okumadan ve birand altaylı'mı seyretmeden yapamam" diyorsan bile, hiç olmazsa gazetelerin haber dilinin arkasında ne tür bir yapısal zaaf olduğunu ve bu yanar döner yapının ne tarafa doğru meylettiğini azıcık bil de okuduğun haberin içindeki sahicilik ve çarpıtma oranını doğruya yakın tahmin et istedim.
Tabii ki seçim senin, bilincinin vanasını kime istersen ona emanet edebilirsin.
Radikal gazetesinin internet baskısından bir haber spotu:
Başlık: "Keman ustasının şaşırtan taktiği"
Spot: "Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi keman yapımcısı Antonio Stradivari'nin, müzik aletleri için basit bir cila kullandığı ortaya çıktı."
Spotu tıklayıp haberin olduğu sayfaya gidince çıkan şey şu:
Başlık: "Keman ustasının şaşırtan taktiği"
Alt Başlık: "Antonio Stradivari, meğer basit bir cila kullanıyormuş."
Spot: "Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi keman yapımcısı Antonio Stradivari'nin, müzik aletleri için basit bir cila kullandığı ortaya çıktı."
Haberin ilk cümlesi: "PARİS - Fransız ve Alman araştırmacılar, 4 yıl boyunca Paris'teki Müzik Müzesinde bulunan 5 kemanı inceledi ve Stradivari'nin cila için basit ve sıkça kullanılan maddelerden yararlandığını gördü."
Galiba gazetelerin editörleri "takılmış plak sendromu" benzeri bir hastalıktan muzdarip.
Ya da gazete okurlarının embesille gerzek arası bir zekâ seviyesine sahip olduğunu düşünüyorlar.
Ya da yazıp yayınladıkları içeriği bir kez bile okuyup düzeltmeden yayına koyacak kadar yaptıkları işe saygısızlar.
Yukarıdaki örnek özellikle seçilmiş değil. Tüm gazetelerde aynı tapon editoryal anlayış hüküm sürüyor. Al birini vur ötekine.
Her halükârda insanın bu zevat için "aldığınız o maaşlar gözünüze dizinize dursun" diyesi geliyor.
Siz, Derkenar'ın tek kuruş almadan yazan (hem de pırıl pırıl bir Türkçeyle yazan) tüm yazar ve yorumcuları, bu vesileyle alınlarınızdan öpüyorum.
En iddiasız olanlarınız bile -isteseniz- bu gazetelerin en kabadayısına başyazar olabilirsiniz.
Ama onlarla sizi ayıran bir şey var: Fikir namusu.
Bu vasıfsız kalabalık, oturdukları sandalyelerin altlarından her an kayabileceğini bilmenin verdiği bir panik içinde. Bu telâş ve günü kurtarma kaygısı, yayınladıkları her satırda kendini ele veriyor.
Yazık onlara! Hem de çok yazık!
Kirlilik yaratmaktan başka bir işe yaradıkları yok.
Büdütör - 4 Aralık 2009 (13:42)
Yine Radikal'den bir haber alt başlığı:
"Yeni sürüm Beta 4. 1, (…) , dil çeviri fonksiyonuyla entegrasyon gibi inovasyonları içeriyor."
Anladınız siz onu. Türkçe'ye çevirmeme gerek yok.
Efendim, anlamadınız mı?
O zaman anlayacağınız bir gazete bulup onu okuyun.
Büdütör - 10 Mart 2010 (16:42)
Radikal Gazetesinin bir haberi:
"42 yaşındaki Kadime Şanlı geçen yıl evinde kızı tarafından bıçaklanmış olarak bulunmuştu. Bıçakla yakalanan Hüseyin Şanlı, eşini bıçaklayarak öldürdüğünü söylemişti."
Soru: Kadını kim bıçaklamış?
A) Kızı ve kocası birlikte
B) Yalnız kızı
C) Yalnız kocası
Yanıtı bilenleri Radikal'e editör yapıyoruz.
Fersan Cevriye - 21 Nisan 2011 (21:25)
Herhalde "bilemeyenleri" demek istediniz.
Dumur Abi - 21 Nisan 2011 (21:35)
Son ütücünün orta düzey Türkçe, ileri düzey yabancı dilbilgisinden olsa gerek. Güveçte ekmek üzeri beşamel sosu ıspanak yanında çömlek kapta krema tadında bir metin. Tek eksiği virgül koymayı unutmuş olmaları. Kızı tarafından bıçaklanmış olarak bulunmuştu derken: "…evinde kızı tarafından, bıçaklanmış olarak bulunmuştu" diyememiş. Kelâmın gücü adına, virgülün boyu kaç cm? Bir çivi bir nal, bir nal bir at metaforu bir virgül bir yazarı kurtarır. Ey kelâm ehli, Nokta, ünlem kadar haykırış için virgüle de muhtaç olacağını unutma. (Feyizbuk atasözü - Mevlâna)
Doğru cevap: C - Yalnız, kocası
Yalnız kocası değil…
Beta Tester - 22 Nisan 2011 (18:42)
Bir Türk Harvard'da okuyorsa mutlaka dâhidir. Irkçılığı başarının olmazsa olmazı sanan Türk medyası sayesinde bu artık sıradan bir bilgi. Bütün dünyanın konuştuğu, kansere, alzheimere çare bulan, Google'da Microsoft'ta çalışan, hatta İnterneti hack eden başka dâhi Türkleri hep onlar sayesinde öğrendik.
Yalnız gittikçe işi komediye varan bir aptallığa döküyorlar sanki:
Kayserili Türk mühendisin büyük başarısı (Hürriyet)
Bundan sonra daha özgül olup, misal "Kayserili Beyaz Türk" gibi ifadeler kullanmalarını bekleriz.
Yalçın Şahin - 10 Ağustos 2011 (14:35)
Gazetecilik okullarında "ders" diye okutulacak bir editörlük örneği. Gene Radikal'den. Haberin başlığı:
"Michael Jackson'ın avukatı suçlu bulundu"
"Nasıl yani, avukat mı öldürmüş maykılı?" diyor ve haberi okuyorsun, şapkan uçuyor. Aslında mahkeme, Michael Jackson'ın doktoruna ceza veriyor. Güçlü bir anestezi ilâcı olan "propofol" den aşırı dozda vererek ölümüne yol açtığı için. Editör başlığı ve spotu yazarken, her nasılsa, doktoru avukat yapıyor.
"Ne doktorlar ne avukatlar istedi bizim kızı; bir tek gazete editörünü sopayla kovaladık" diyeceği geliyor insanın.
Ayten'in Kocası (Eyüb), sen yaptığın gazeteyi okumuyor musun?
Adil Cevaz - 8 Kasım 2011 (13:26)
İçeriğini internete esirgeyerek koyduğu için Cumhuriyet gazetesinin online baskısında dişe dokunur bir şeyler bulmak pek mümkün değil. Ama gene de arada bir bakıyorum. Zaman zaman da dehşete kapılmaktan kendimi alamıyorum.
Bir zamanlar çalıştığım (hem de bugüne kadar en uzun süreyle çalıştığım) gazetenin bu kadar sağcı bir çizgiye savrulmasından her seferinde üzüntü duyuyorum.
Dün Türkiye'nin çeşitli yerlerinde ve basında 90'ların başında Azerbaycan-Ermenistan savaşı sırasında yapılan Hocalı katliamını (hatta Mahçupyan'a göre soykırımını) kınayan gösteriler yapıldı. Ve ne yazık ki, insanın kanını donduran, nefret ve ırkçılık dolu sloganlar ve pankartlar boy gösterdi. ("Ermenistan yok olsun", "Dişe diş, kana kan, intikam intikam", "Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?', "Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz")
"Ben insanım" diyen herkesin bu nefret kusan ve işlemeye hevesli olduğu suçu peşinen itiraf eden dili kınaması gerekirken, Cumhuriyet, asıl bu dile gösterilen tepkiyi lâf cambazlığıyla itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
"Diaspora o pankarta çok kızdı" (Cumhuriyet)
Diaspora "kızdığına" ve "ileri sürdüğüne" göre, demek ki bu pankartlarda yazılanlar haklı ve vatansever önermeler. Aferin Cumhuriyet!
20 yıl önce "bunlar aslında nazi, bir gün MHP ile kol kola girecekler" dediğimde, kimileri "kuyruk acısı" kimileri de "zırtapozluk" gibi kulplar takmıştı bu tespitime. İşte sonuç. Öyle miymiş değil miymiş?
Necdet Şen - 27 Şubat 2012 (12:58)
CHP Kurultayı'ndan canlı yayın.
NTV Muhabiri: İsa Gök'e salondan yabancı cisimler ulaştırılmaya çalışılıyor.
Çeviri: İsa Gök'e salondan pet şişe atıyorlar.
Ayşegül Aktürk - 27 Şubat 2012 (18:41)
Taraf gazetesinin haberi şöyle:
"İstanbul Ümraniye'de bulunan Özel Narağacı Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi'nde eğitim gören biri dokuz yaşında zihinsel engelli olan üç kız öğrenciye okulda görev yapan Zihinsel Engelliler Öğretmeni M. Ü. (62) tarafından tacizde bulunulduğu iddia edildi. Ancak…"
Haberin fotografı şöyle: Bir bina ve köfte dudaklı bir dilber.
Tamam, binayı anladık, habere konu okul orası. Peki dilber kim?
A) Taciz edilen 9 yaşındaki öğrenci mi? Yok, olamaz, çünkü o daha sübyan. Fotograftaki üftade o kadar minik görünmüyor.
B) Taciz eden öğretmen mi? Bence o da olamaz, çünkü 62 yaşında. Fotograftaki üftade o kadar yaşlı görünmüyor.
C) Haberi yapan muhabir Sümeyra mı? Belki… Ama bildiğim kadarıyla, Taraf gazetesinde haber fotografının içine muhabirin yüzünün gömülmesi gibi bir gelenek yok.
Aaa, bi dakka, haberde başkaları da varmış:
"İddiaya göre okulda eğitim gören Ç. K. (19) öğretmenlerden M. Ü'nün tacizine uğradığını ailesine anlattı. Merkezde çalışan psikolog Ümran Gürel'le görüşen aile şikâyette bulununca Gürel konuyu okul yönetimine taşıdı…"
Bu durumda, o dilber…
D) Konuyu değerlendirmesi istenen Psikolog Ümran Hanım olabilir.
E) Okulda eğitim gören Ç. K. (19) olabilir.
Pekalâ, olağan şüphelilerin sayısı 5'e 7'ye 9'a çıktı.
Tabii neden oraya sadece birinin (en şuh görünümlü olanının) fotografı konuldu diye sormuyoruz. Cevap belli: Kız bir içim su.
Taciz haberi dediğin, zaten en cıvığından en ciddisine kadar tüm basınımızın fix menüsü. Hele bir de tabağın kenarına iliştirilmiş güzel manita fotografı varsa tadından yenmiyor.
Aferin Taraf. Bunun gibi birkaç taciz haberi daha yayınlarsan, ben bile parayı bastırıp abone olabilirim.
Reha Mantar - 23 Mart 2012 (12:39)
Yukarıdaki başka bir yorumumuzda "takılmış plak sendromu" diye bir şeyden söz etmiştik ya, buyurunuz güzide bir örnek daha (t24 sitesinden):
Başlık: "Çin'de sinir krizi geçiren kadın 14 bin liralık parayı binlerce parçaya ayırdı"
Spot: "Çin'in Sichuan bölgesinde yaşayan ve kimliği açıklanmayan bir kadın sinirlenince yaklaşık 14 bin liralık parayı yırtarak binlerce parçaya ayırdı"
Haber:" Çin'de sinir krizi geçiren kadın 5000 sterlin kâğıt parayı yırtarak binlerce parçaya ayırdı. Eşi parasını kurtarmak için banka çalışanlarından yardım istedi.
Çin'in Sichuan bölgesinde yaşayan ve kimliği açıklanmayan bir kadın 5000 sterlin (yaklaşık 14 bin TL) kâğıt parayı yırtarak binlerce parçaya ayırdı.
Eşi, kadının psikolojik tedavi gördüğünü ve sinir krizi geçirdiği sırada paraları yırttığını belirtti."
Devamını okuyabilecek sabrı ve tahammülü olanlar için, haberin adresi
Çin'de sinir krizi geçiren kadın 14 bin liralık parayı binlerce parçaya ayırdı (t24)
Umarım sinir krizi geçiren bir internet okuru da T24'ü binlerce parçaya ayırmaz.
Büdütör - 7 Mayıs 2012 (14:24)
Türkiye'de ortalama gazete okuma hali nedir?
Başlıklara bakarız. Belki spotu okuruz. Detayı kim okuyacak abi? Hele söz konusu spor sayfası ise, "taraftar" gözlüğü ile başlıktan sonra, ya kalayı basarız ya da "işte budur!" der çıkarız.
Ayrıca başlık, metnin içindeki fikri yansıtmalıdır, değil mi?
Bu girizgâhtan sonra bu günkü Vatan'ın spor sayfasına bakıyorum. Başlık doğrudan idam cezasının infazına hükmediyor adeta:
'Ben dışarıda olsam o kupayı aldırmazdım'
"F. Bahçe Başkanı Aziz Yıldırım, Metris'ten Süper Final finalinde çıkan olayları böyle eleştirdi"
Buyur buradan yak! Okuyunca ne düşünüyorsunuz. Fanatizm, dediğim dedikçilik, despotizm, kendini beğenmişlik, neler neler.
Oysa devam edersek söylenenin, başlıktaki ifadeden çok farklı olduğunu görüyoruz:
"Ben Türkiye'de gerçekleşen bazı olayları anlamakta güçlük çekiyorum… Ben eğer dışarıda olsaydım, meseleyi en başından çözerdim ve TFF ile de görüşerek şampiyonluk kupasının pazar günü verilmesini sağlardım… Yani o gece biz şampiyon bile olsak, kupayı Saracoğlu'nda almamıza izin vermezdim…
Şampiyonluk töreni özel bir şölen havasında ve organize bir biçimde yapılmalıydı… Biz şampiyon olsak pazar akşamına görsel bir şölen düzenlerdim, futbolcuları helikopterle sahaya indirir, F. Bahçeli sanatçıları çağrır ve dillere destan bir kutlama olmasını sağlardım… Çünkü bu işin doğrusu bu… Öyle gerilimli bir ortamdan sonra kutlama olmaz… Olay çıkma ihtimali yüksek olur… Dediğim gibi yapılsaydı, ertesi gün 50 bin kişi yine stadı doldururdu, daha anlamlı olurdu her şey… Nitekim G. Saray'ın Arena'daki kutlaması da benzer şekilde oldu…"
İçerikteki düşüncelerin doğruluğunu, yanlışlığını bir yana bırakalım. Haber yazma tekniğine bakalım.
Abiler, nedir bu?
Ayrıca, her cümlenin sonundaki (…) işaretlerini de bilerek düzeltmedim. Büdütörümüz ya da gazete deneyimi olan dostlar bize bu konuda bir bilgi verirlerse, sevinirim. Belki de böyle bir kural vardır dilimizde
Mustafa Muammer Elöz - 19 Mayıs 2012 (11:34)
Geleneksel medyanın ortalığa yapıp da üzerini örtmeden bırakıp gittiği pisliği temizlemeyi kendine iş edinmiş çok saygın portalda yayınlanan bir haberin girişine göz atalım…
Başlık: "Çalınan Monet, Picasso, Matisse ve Gauguin eserleri yakılmış!"
Başlık altındaki spot: "Monet, Picasso, Gauguin, Matisse ve Lucian Freud gibi ustalara ait yedi tablonun, hırsızlığın bir numaralı şüphelisi Radu Dogaru'nun annesi tarafından yakıldığı ortaya çıktı"
Spotu müteakiben, haberin girişi:
t24 - 2012 Ekim ayında Rotterdam'da bulunan Kunsthal Galeri'de yaşanan 21. yüzyılın en büyük sanat hırsızlığında çalınan yedi tablonun, şüphelinin annesi tarafından yakıldığı ortaya çıktı.
Geçtiğimiz sene Ekim ayında Rotterdam'da bulunan Kunsthal Galeri'den çalınan, Monet, Picasso, Gauguin, Matisse ve Lucian Freud gibi ustalara ait yedi tablonun, hırsızlığın bir numaralı şüphelisi Radu Dogaru'nun annesi tarafından yakıldığı ortaya çıktı.
Mediafax haber ajansının haberine göre, şüpheli Doragu'nun annesi, 100 milyon avronun (253, 5 milyon TL) üzerinde bedele sahip yedi tabloyu, 'kanıtları yok etmek 'amacıyla fırında yaktı."
Buradan sonrasını okumaya üşendim açıkçası. Galiba birisi birkaç tablo çalmış, annesi de yakmış.
Geri zekâlılar için haber bülteni gibi bir şey sanırım bu. Ben bile anladım.
Bu haber portalı sahiden de muhteşem, bir de onu anladım. Sanırım tüm editörler ellerinde kovalarla bir yerlere temizliğe gitmişler, haberi kedi yazmış.
Sakallı Celal - 17 Temmuz 2013 (19:33)
Cumhuriyet aşmış kendini. Zamanında "boyalı basın" diye karaladıkları "renkli" medyanın tüm hilelerini kullanmaktan geri kalmasalar da, onlar temiz diğerleri kaka.
Bugünkü gazeteden (web sitesinden) bir başlık:
Aman ha, dur bakalım neymiş deyip tıklıyorsun, karşına şu cümle çıkıyor:
"Bakanlar hakkında hazırlanmış bir fezleke henüz yok. Soruşturmanın sonucuna göre fezleke hazırlanıp hazırlanmayacağı netleşecek."
Aferin valla. Bunlar nasıl bir akıllar böyle. Cumhuriyet, olmayan bir haberi varmış gibi göstererek, fazladan bir link daha tıklatıp 5 cent daha kazandı. Köşeyi döndü sayılır.
Fakat o da ne? Ben de bir başka köşeyi döndüm. Sırtım Cumhuriyet'e dönük olarak tabii. Bundan sonra nah tıklarım o içerik fakiri sade suya tirit sitenizi.
Bak, gördünüz mü, yüzlerce dolar kaybettiniz. Uyanık köftehorlar siziii!
Zırtapoz - 18 Aralık 2013 (11:46)
"Beyaz Saray, Erdoğan'la arayı bozmamaya, zaman zaman mesafe koysa bile, duygusal bağları tamamen koparmamaya özen gösteriyor. Çünkü ABD'nin Türkiye'deki hayatî çıkarlarını güme atmak istemiyor."
ABD neden mindere çekiliyor?
Zaman gazetesinde Ali H. Aslan adında bir aslan parçasına ait yukarıdaki 2 cümle. Üstada "güme atmak" nedir diye soramıyoruz vereceği cevabın içinde buna benzer başka inciler çıkabilir, bir de onların şifresini çözmek zorunda kalabiliriz dite.
En iyisi, güme atalım gitsin.
Rüçhan Hakkı - 23 Aralık 2013 (21:46)
t24 haber sitesinden herhangi bir haber. Editörlük kavramına yeni bir boyut kazandıran bu nadide sitedeki haberin ilk 3 paragrafını okuyalım:
"Gezi olaylarında sanal âlemde paylaşılanlar yargılanmaya devam ediyor. Mesajıyla Türk polisine hakaret ettiği iddia edilen A.S., 3.5 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak"
"Gezi Parkı olayları sırasında, bir sosyal paylaşım sitesinden 'polise hakaret ettiği' iddia edilen Savunma Sanayii Müsteşarlığı uzmanına TCK 301'den dava açıldı. A.S., 3 yıl 6 aya kadar hapis istemiyle yargılanacak."
"Gezi Parkı olayları sırasında, bir sosyal paylaşım sitesinden 'polise hakaret ettiği' belirtilen Savunma Sanayii Müsteşarlığı uzmanına, ' Türkiye Cumhuriyeti hükümetini, devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılama' suçundan, 3 yıl 6 aya kadar hapis istemiyle dava açıldı."
Editör bizim takoz olduğumuzu, bir seferde anlayamayacağımızı bildiğinden olsa gerek, aynı cümleye takla attıraraktan tekrar tekrar yazmış. Fakat -takozluğumdan olsa gerek- ben gene de bu haberde ne anlatıldığını pek anlayamadım.
Battal Takoz - 28 Aralık 2013 (13:57)
t24 haber sitesinden bir haber metni:
"Bir kısmı çocuk olan göstericilerin arasında bulunan yüzü kapalı bir şahıs, nizamiye dış kapısından içeri atlayıp iki fens teli arasında bulunan araç kontrol bölgesine girerek…"
Canım kardeşim, tamam anladık "fens" (fence) kelimesinin anlamını bilmiyorsun. Ama bu haberi bilgisayar denen edevatta yazdığına ve bu edevat da internete bağlı olduğuna göre -etrafında bu ne diyebileceğin hiç bir Allah'ın kulu ya da sözlük bulunmadığını var sayarak soruyorum- Google Translate sitesini de mi bilmiyorsun? O siteye bağlanıp bu kelimenin anlamını öğrenmen için 5 saniye yeter, bari bundan haberdar olman gerekmez mi?
Sen mi çok kofsun yoksa "okur nasıl olsa salaktır, bunu da yer" gibi bir önyargın mı var?
Nizamiye kapısının zaten "dış kapı" olduğu hususuna hiç girmiyorum bile.
Nebula - 9 Haziran 2014 (16:02)
"Bâb-ı âli yüksek kapısından, yek bir atlı sûvari geçti" gibi bir şey olmuş bu.
Artık bilgisayar döneminde olduğumuz ve yazdığımızı da yeniden okumaya zahmet etmediğimiz için böyle sonuçlar elde ediliyor.
Bilmiyorum gazetelerin ve internet medyasının eski gazetelerde olduğu gibi bir düzeltmeni var mı?
Hiç sanmıyorum.
Haber yazılarını okurken bazen yazının "nasıl olsa kimse bunu okumaz ya" düşüncesi ile yazılmış olduğu hissine kapılıyorum doğrusu.
Melih Özel - 14 Haziran 2014 (13:23)
Cumhuriyet'in web sitesinden bir haber; aynen kopyalayıp yapıştırdım:
"RedHack: Elektrik idaresini hackleyip, 1, 5 milyon lira borcu sildik"
"RedHack: Elektrik idaresini hackleyip, 1, 5 milyon lira borcu sildik"
" 'Kızıl Hackerlar' olarak bilinen RedHack, Türkiye Elektrik İletim A.Ş'nin sitesini hacklediğini ve 1, 5 milyon liralık borcu sildiğini iddia etti."
"RedHack, Türkiye Elektrik İletişm A.Ş'nin sitesini hacklediğini duyurdu. Kızıl Hackerlar, sistemi hacklemenin yanında 1, 5 milyon liralık elektrik borcunu da sildiğini öne sürdü."
Anlamayan kaldıysa bir daha tekrar edebiliriz… Denizde kum, Cumhuriyet'te kilobayt…
Nebula - 14 Kasım 2014 (17:40)
Taraf gazetesinin başlığı: "Öğrenciler lâf attı, camidekiler okul bastı"
Zannediyorsun ki, yeni bir yobazlık örneği daha… Ama haberi okuyunca yobazlığın tam karşı kutupdaki izdüşümüne örnek sayılabilecek bir durum olduğunu görüyorsun. Camide namaz kılanlara yaklaşık 10 dakika boyunca cemaati, "Boşuna Allahuekber demeyin, Allah yok" diye bağırarak taciz eden bir grup lise öğrencisi.
"Okul bastı" denenler de namazdan sonra okula gelip hesap soran birkaç dindar.
Aslına bakarsan, haberi yazan nesnel bir dil kullanmış ama bu dil yazıişleri masasındaki editörü kesmemiş belli ki, ille de provokatif bir başlık atası gelmiş.
Gazete editörleri hep mi böyle takozdu, yoksa yaşlandım da ondan mı bu kadar gıcık oluyorum, bilemiyorum doğrusu. Ama dilimin ucuna gelen kelime, her seferinde arabaya ya da kağnıya falan koşulan hayvanlara hitaben kullanılan o tek hecelik nida oluyor, burada zikretmeyeyim.
Hiddettin Efendi - 20 Aralık 2014 (16:37)
t24 haber sitesinden bir başlık:
"Soma'da 301 işçiye mezar olan maden şirketi kömür diye taş satmış, devlet de bunları satın almış!Soma'da 301 işçiye mezar olan maden şirketi kömür diye taş göndermiş, devlet de bunları satın almış!"
Kızılderili fıkrasındaki gibi. Hani kızılderili telgraf ofisine gitmiş, kâğıdı uzatmış. Memur bakmış kâğıtta "hua hua hua hua" diye uzayıp giden bir metin.
Üşenmemiş saymış ve "isterseniz aynı paraya 3 tane hua daha yazabilirsiniz" demiş.
Kızılderili "aman haa" diye itiraz etmiş, "anlamı bozulur."
Bu "anlamlı" başlıktan benim çıkardığıma gelince:
İnsan yayına koyduğu sayfaya yarım saniyeliğine de olsa bakmaz mı? Niye bakmaz? Hadi o bakmadı, o kadar editörün istihdam edildiği bir yayında herkes öğle uykusuna mı yatmış acaba? Tabakhaneye hâlâ yetişememişler mi kıymetli yüklerini?
Neyse yav, boş verip. Çap meselesi deyip geçelim.
Dumur Abi - 4 Ocak 2015 (09:16)
Eskiden "batıl geldi hak zail oldu" diye bir gazete mottosu vardı, şimdi artık tüm gazeteler logolarının altına "internet geldi akıl fikir zail oldu" yazsa yeridir.
Ben haberi t24 sitesinde okudum. Onlar Hürriyet'ten almış.
"Hürriyet'te yer alan habere göre, Tayland'ın turistik adalarında 2 Birmanya asıllı Myammar vatandaşı göçmen işçi 2014 yılında adada konaklayan çifti öldürmekle suçlanmış, göçmen hakları savunucuları davada taraf olmuştu."
Komikliğin esas müellifi kimdir araştırmaya üşendim açıkçası. Ne fark eder ki zaten? Bu dünya şekeri arkadaşlar coğrafya dersinden kopyayla geçmiş olmalılar. Zira Birmanya ve Myanmar zaten aynı ülke. Bir diğer adı da Burma.
Selvi Özçekim - 25 Aralık 2015 (19:23)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.