Patronsuz Medya

Müfredat Aydını

Necdet Şen - 27 Nisan 2003  


Dünyanın başka yerlerinde ve güneş sisteminin uzak gezegenlerinde nasıldır bilemem, ama Türkiye'de "Aydın" denince bu hakirin aklına kişiyi militanlaştıran bir "eğitim" sürecinden geçirilmiş, kendi değerlerine yabancılaşmış, halkıyla kavgalı, hafiften züppe, gıcık bir vatandaş portresi geliyor.

Oysa Aydınlanma Felsefesi'nin ortaya çıkardığı Aydın, içinde bulunduğu evreni skolastik ön kabullerle değil, özgür düşünceyle algılayan, ilâhî kalıplarla değil sorgulayıcı akılla yorumlamayı deneyen, her şeyin sonsuz bir değişkenlik içinde olduğu var sayımından hareketle, dogmalardan ve toptan yargılardan uzak, daha makul açıklamalar karşısında fikrini gözden geçirmeye hazır, gözlemci, analitik, esnek, meraklı, kumral, sarışın, esmer, buğday tenli, zekî, çevik, ahlâklı biridir.

Evrensel anlamıyla Aydın, gelişmeye ve üstüne kat çıkmaya açık bir kimlik modelidir. İnsanın kızını veresi, hayranlıktan geberesi gelir.

Ne var ki memleketimizin aydını bu eşkale hiç mi hiç uymuyor. Kendi kendime "Türkiyeli Aydın kimdir?" diye sorduğumda, gözümün önüne -istisnaları bu yazının dışında bırakarak ifade edeyim ki- mürekkep yalamış, diplomasını duvara asmış bir yobaz tiplemesi geliyor.

İşte bendeniz bu aydın tipine Müfredat Aydını diyorum. Niye öyle dediğimi de aşağıdaki bölümlerde etraflıca açıklıyorum. Buyurunuz… Yukarıdaki kısa saptamalar ışığında konu mankenimiz minik ülkü'nün "eğitilme" sürecini masaya yatıralım.

(Bu "masaya yatırma" sözünü ne zaman duysam, gözümün önüne Postacı Kapıyı İki Kere Çalar filminde Cekni Kılsın'ın Cesika Leng'i masaya yatırdığı sahne geliyor. Ayakları henüz yere değmeyen minik ülkü'yü o bağlamda masaya yatırmak tabii ki söz konusu edilemeyeceğine göre, biz hiç bir şeyi masaya yatırmayalım, o bayat deyimi de olur olmaz her yerde kullanmayalım. Bu derste konu mankenimiz minik ülkü'nün "eğitilme" sürecini hızlı çekimle izleyip, konunun ana fikrini çıkaralım, tebeşirle tahtaya yazalım.)

* * *

Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam!

Sabah, saat 06.30: Kocaman kalçalı şıpıdık terlikli bir ev kadınını izleyen kameramız minik ülkü'nün yatak odasına giriyor. Bu kadın tabii ki minik ülkü'nün annesi. Usulca yanına yaklaşıyor ve minik ülkü'yü dürterek uyandırıyor, "hadi tonton kızım, okul vakti, sütünü iç, saçını tara, üniformanı giy, seni 'asker millet'in mini minnacık bir neferine dönüştürecek olan okulunun yolunu tut" diyor.

Konu mankenimiz minik ülkü gözlerini oğuşturarak ve ruhunu sıcak yatağında bırakarak kalkıyor, sütünü içip paskalya çöreğini ısırıyor ve tafta kurdelâsını saçına bağladıktan sonra kendisinden daha iri ve ağır çantasını sırtlayıp yuvarlana yuvarlana okulun yolunu tutuyor.

Sabah saat 08.00: Okulun bahçesi domino taşları gibi sıraya dizilmiş, ellerini önündekinin omuzuna uzatarak hizaya geçirilmiş yüzlerce minik filânca'yla dolu. Konu mankenimiz minik ülkü de onların arasına katılıyor, ellerini önündeki minik cumhur'un sırtına doğru uzatıyor. Sonra hep birlikte "…diir obeee niiimmm…" oratoryosunu söylüyorlar (aslında söyleyemiyorlar, yasak savıyorlar) ve itiş kakış SINIF denilen kıyma makinesine tıkıştırılıyorlar.

Sınıf'ta üçer dörder kişi oturdukları sıralarda "sınıfsız ve imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz" mavalını ezberlemeye çalışıyorlar. Henüz uyanamamış beyinleri onlara kımıldamayı, gülmeyi, enerjik davranmayı yasaklayan okul anayasasının dayattığı işkenceye katlanabilmek için, uyanmayı reddediyor ve dışarıdan bakınca uyanıklık hissini veren, ama aslında gözleri açık bir tavşan uykusundan pek farkı olmayan daha derin bir uykuya dalıyorlar.

Niyet Tavşanı diye adlandırmayı uygun bulduğum vatandaş prototipi işte böyle bir ortamda yetiştiriliyor. Onlara bu -adına okul denen- çiftliklerde minicik fişlere "ali topu tut", "veli parayı lüplet", "tuğçe, kolalı meşrubat iç", "arzu, daha fazlasını iste", "çıtırcan, bonus kart kullan", "dilâra, alışveriş yap, hediye puanı kazan", "muhammed, derhal sınıfı terk et, toz ol!", "cumhur, şeriata geçit verme, darbecilerle cilveleş" cümleleri ezberletiliyor. Niyet Tavşanları daha sonra ihtiyaç halinde bu fişleri dişleriyle kutudan çekip birbirlerine uzatıyor, böylece bilgiyi paylaşmış oluyorlar.

Adına "sınıf" denen ve mini minnacık beyinleri presleyip Tek Tip Yurttaş prototipine dönüştürmeyi hedefleyen kuluçka makinelerinde zihinleri yamyassı olan ve birer boş levhaya (tabula rasa) dönüşen minicik ülküler, uykularında kulaklarına fısıldanıp duran "Türküz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi" ilâhisini farkına bile varmadan ezberliyorlar. Okul dağıldığında nereden bildiklerini bilmedikleri ama istisnasız hepsinin ezberinde olan bu buyruk+ilâhiyi mırıldanarak evlerinin yolunu tutuyorlar.

Mini minnacık konu mankenleri evlerinde de bu eğitimden daha önce geçirilip turfanda ülkü'ye dönüştürülmüş anne-baba kuşağının "eğitim" hamlesine maruz kalıyorlar. Halen uykuda olan ve uyanmayı arzulamayan taze dimağlarına çağdaş yaşamın ilk buyruğu nakşedilmiş oluyor:

"Varlığım Muktedir'e armağan olsun!"

E peki, öyle olsun. Söyle bakalım ülkü, bugün okulda neler öğrendin?

- "Sıraya geçmeyi öğrendim, geometrik olmayı, yanımdaki arkadaşla tıpatıp benzeşmeyi, dişlerimi her gün fırçalamayı, itaat etmeyi, boyun eğmeyi, milletimin boyun eğmeyen bir millet olduğuna inanmayı, Türkiye cumhuriyeti'nin ilelebet payidar kalacağını, dahilî ve haricî bedhahlarımızın tersanelerimize, hatta millet meclisine bile girmiş olduğunu, bir Türk olarak öğünmeyi, çalışmayı, silâhlı kuvvetlerimize safça güvenmeyi, soru sormamayı, müfredat programını harfiyen ezberleyip papağan gibi tekrarlamayı, ulu atam'ın mavi gözlü ve sarışın olduğunu, kargaları kovaladığını, ulu olduğunu, yüce olduğunu, bizi sarıklı ve takunyalı yobazlardan kurtardığını, dilediğimiz kadar kokakola içeceğimiz ve plastik kartlarımızla dilediğimiz kadar alışveriş edeceğimiz modern ve müreffeh bir ülkede yaşadığımızı, göğsümüzün tunç siper olduğunu, bu gökdeniz'in nerede olduğunu, gümüşdere'nin durmayıp aktığını, rapraprap yürümeyi, dikkaaaaayt! denince tırak diye ayağa kalkıp şakırt diye esas duruşa geçmeyi, muassır medeniyetler seviyesine ulaşmamız gerektiğini, bu muassır medeniyetlerin Avrupa, Amerika falan olduğunu, sarıklı ve cübbeli yobazların çalıkuşu'nun poposunu çimdiklediğini, vurun gahpeye dediğini, üsteğmen kubilay'ın mürteciler tarafından baltayla doğrandığını, kürtlerin ikide bir ayaklanan yabanî aşiretler olduğunu, muhalifleri kertmek gerektiğini, ticanilerin ve bölücü eşkıyanın başının ezildiğini, hepiciğine oh olduğunu, kaşık havasının kaka, komparsitanın cici olduğunu, mutlu ailelerin çocuklarının krem şanti ve salam, mutsuz ailelerin çocuklarının bol bol soğan ekmek yediğini, çok sesli müziğin çağdaş, cura ve bağlamanın ilkel olduğunu, ulu atam'ın çok çok çok ulu olduğunu, ama sahiden çok çok pek çok ulu ve yüce olduğunu, bizi kurtardığını, yüce olduğunu, ulu olduğunu, ulu olduğunu, ulu…"

Tamam minik ülkü! Kes! Stop! Gırrrççç, gırrççç, gırrççç… Bak seni yeniden kurdum, bir daha takılma, dik otur, toprak yeme, konuşmaya "efendim" diyerek başla, erkeklere "bay", kadınlara ''bayan", kılığı kıyafeti düzgün kişilere "sayın" diye hitap et… Tamam mı?

- "Okey efendim!"

Tünaydın minik ülkü!

- "Tünaydın efendim!"

* * *

Halkımızı eğitmeliyiz efendiler!

Bugün 27 Mayıs, neşe doluyor insan! Niye derseniz, minik ülkü ve sıra neferleri karne alıyor! Hepsinin karnesinde bir sürü yıldızlı pekiyi! Civciv fabrikasının paketleme servisindeki hepsi birbirinin aynısı binlerce gri civciv gibi, kafalarının içi bilumum daldan budaktan ottan çöpten arındırılmış, dümdüz edilmiş, kefere hayranı ottoman zabitleri tarafından "süngü tak!" komutuyla kurdurulup harbiye marşıyla hizaya getirilmiş 80 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti vaporu bugün bir kez daha denize açılacak! Göğsümüz vatan aşkıyla dolu, kalplerimizde helecan, Cumhuriyet vaporunun arkasından mendil sallıyoruz!

Gazi Efendi Hazretleri rölöve şapkası ve blazer jaketiyle tıpkı bir Avrupalı gibi görünüyor -neredeyse her sokağa birer tane dikilmiş olan- tunçtan suretlerinde! Batı Medeniyeti kalkınan Türkiye'yi alkışlıyor! Cumhuriyet vaporu kızaktan denize indirilirken, vatandaş çılgınca "hurraaa!" diyerek demokratik hakkını kullanıyor! Bir avuç baldırı çıplak takunyalı tespihli çapulcu tel örgülerin arkasından homurdanarak ve tekbir getirerek Cumhuriyet vaporunu izliyor. Ama Cumhuriyet vaporunun gomalak cilasıyla parlatılmış güvertelerinde onların kaba takunyaları iz bırakacağı ve dahi beynelmilel sularda sancak flama mayna edilirken muassır Evropa milletleri onların seccadelerine, şalvarlarına falan bakıp "Aaa Turkiya bu muymuş ayol? Ne kadar banal!" diyebileceği için güverteye alınmıyorlar.

Ne yazık ki Cumhuriyet vaporunda baldırı çıplaklara yer yok. Yani var da, anca alt kamaralarda, ambarlarda yer var. Çünkü onlar moderenleşen Turkiya'nın şıklığını bozan ve Cumhuriyet vaporunun seyrüsefain şiarını benimsememekte inat eden bir avuç, hımmm, belki biraz daha fazla, hatta çok fazla, hatta it sürüsü kadar, kalabalık, çok kalabalık, kahir ekseriyet, ama cahil ve kara kafalı bir barbarlar topluluğu ve behemehal eğitilmeleri ondan sonra vatandaş sıfatına lâyık görülmeleri gerekir!

Hani söylemeye utanıyorum, ama maalesef onlar da bu ülkenin ahalisi! Ne yazık! Evet, pek yazık!

Ülkümüz yükselmek, ileri gitmektir efendiler! Bu geri kalmış, cahil, başı secdeden kalkmayan, tembel ve ahmak güruhu eğitmek birinci vazifemizdir! Muhtaç olduğumuz kudret kara kuvvetlerinin tank birliklerinde ve hava kuvvetlerinin tayyare hangarlarında mevcuttur.

Bu kerataları behemehal eğitmeliyiz efendiler! Yaşamın gustosunu bilmeyen ve sırf zevksizlikten kentin varoşlarına gecekondu yapan, rokfor peyniri dururken bazlamayla mide şişiren ve sonra kol kalınlığında sıçıp muhterem dedemi feldmareşal Liman Von Sanders hazretlerinee rezil rüsva eden bu değersiz kalabalığa tango, vals ve reverans yapmayı öğretmeliyiz! Müziğimizi çağdaş dünyanın armonilerine uydurmalı, kulaklar alışıncaya kadar Marc Aryan ve Adamo'nun şarkılarına Türkçe sözler yazmalıyız!

Hadi hep beraber! Heer yeerde kaaar vaaar! Kalbiim seniiin bu geceee!

Minik Çetin, detone oluyorsun, takma dişlerini cakırdatıp durmasana, bir saniye sus, otur şöyle bir kenarda, cümle aralarında soluk al biraz.

Efendiler! Köylü efendimizdir! İstihsalimiz Evropa seviyesine çıkmadıkça mesut ve müreffeh olamayacağımız gün gibi aşikârken ve bu uyuşuk köylü yılın onbir ayı duvar dibinde çömelip pineklerken gayrı safî millî hasılamızın İsviçre seviyesine çıkması nasıl beklenebilir?

Günde beş vakit namaz, bilmem kaç rekâttan yılda toplam kaç rekât eder? Bu zaman kaybının istihsalimize etkisi nedir? Günde beş vakit, "Allah" dedikleri yaşlı rock starına el açıp yakaran bu kara cahiller sürüsünün CV'sinde yazsa yazsa şu yazar: "Ne iş olsa yaparım abi!"

Bunlar Japonya'da iş bulamaz. Ne diyecek işverene? "Ben Turkiya'da emperyalizmin palavralarını çağdaşlık diye yutturmaya çalışan gönüllü bir misyoner papazıyım" mı diyecek? Ama Japonya'da Şintoizm ve dahi Zen Budizm revaçta olup, kim okur minik çetin'in yazılarını? Orada da Şintoizm'i mi kötüleyecek?

Değil mi üstad?

Hlöp! Urfa'ya Oksford yaptığımız halde, plop, bu sıpaların bir teki bile çocuğunu mektebe göndermeyip, hepsi inşaatta soğuk demirci ya da pavyonda türkücü oluyorlar. Sonra da sıcağı gören kakalaklar gibi her yerlere yayılıyorlar. Bu istilâyı behemehal önlemeliyiz! Ama nasıl?

Her neyse, ahaliyle uğraşmak epeyce zaman ve enerji kaybı! Hem ne kadar ilkel bir şey şu namaz! Kurban kesmek vahşet! Camiler kentin estetiğini bozan nifak yuvaları! Turiste ayıp oluyor! Adım başı kuran kursu, mescit, kara çarşaflı kadın, hacı-hoca! İslâm kültürü dedikleri şey de sadece eğil kalk, eğil kalk, hu çek, kafa salla. Bu cahil ahali bu saçmalığa inanıyor, nuh diyor beton demiyor! Onları bu zararlı alışkanlıktan vazgeçirmeliyiz!

Pardon? Onların ne düşündüğü mü? Ah, çok hoşsun kuzum! Hlöp! Ne önemi var? Onlar düşünemez ki! Hem dağdaki çobanla profosorun oyu eşit olur mu? Ama maalesef onun da bir oy hakkı var diğerinin de. Bu da bizim ayıbımız! Turkiya'nın ayıbı, diil mi efem?

* * *

Bugün okullu olduk, sınıfları doldurduk!

Elma yanaklı kızımız minik ülkü üniversiteyi bitirdi, diplomasını eline aldı ve öğleden sonra Beyoğlu Evlendirme Dairesi'ndeki sade bir törenle dünya evine girdi. Artık o diplomalı bir ev kadını. Memleketimize çağdaş kafalı evlâtlar yetiştirmek için şimdiden kolları sıvadı bile.

Yakışıklı oğlumuz minik cumhur da üniversiteyi bitirdi bugün. O evlenmedi, kariyer yapacak. Belli mi olur, bakarsın günün birinde sanatçı, prof, rektör, dekan, kartal bakışlı bir paşa, genel kurmay sözcüsü, anayasa mahkemesi başkanı, dışişleri bakanı, hatta belki meclis başkanı, cumhurbaşkanı olur.

Bu makamlar genç cumhuriyetimizin yüce ideallerini içselleştirmiş olanlar içindir efendiler! Takunyalı tespihli ailelerin çocuklarına kapıcılık, hamallık, çaycılık, bekçilik gibi münhal kadrolarımız açıktır. Ama görüyoruz ki onlar birtakım vakıflar falan kurup çocuklarını çaktırmadan tıp fakültelerine, hukuk mekteplerine, askeri liselere falan yolluyorlarmış. Niye? Tabii ki memleketin mühim makamlarını ele geçirmek için. Bu komploya karşı uyanık olmalıyız efendiler! Cumhuriyet vaporunu denize indireli tam 80 yıl olmuşken bölücülüğün ve irticanın hortlamasına izin verecek değiliz her halde! Sizleri ilkokuldan, hatta anaokulundan başlatarak "eğittik", cumhuriyetimizin temel değerlerini (ki nedir bunlar; batılılaşma, alafrangalaşma, dinsel bağnazlığı yurt sathından kazıyıp atma falan fıstık) kafanıza nakşettik.

Nakşedemedik mi? Sizi gidi nakşibendiler! Hadi bi daha! Nakşedene kadar!

Her gün kalın kalın kitapları çantalarınızda okullara taşıdınız, yeşil renkli kara tahtanın önünde rejimimizin temel felsefesini ezberleye ezberleye dirsek çürütüp, ufacık bir kafeste mıyıldanıp duran kılkuyruk çomarlar gibi ders çalıştınız, uysallaştırılmış beyinlerinizi sorgulamak falan gibi yorucu isteklerden arındırıp, zaten sizler için yoğunlaştırılmış minik drajelere dönüştürülmüş olan devlet propagandasını ve aralara serpiştirilmiş genel kültürü (ki siz buna bir sürü lüzumsuz kuru gürültü diyorsunuz) ezberlettik.

Artık sizler birkaç klâsik müzik bestecisinin adını, ingilizce şarkıların sözlerini, Amerikan eyaletlerinin hepsini, isviçre göllerini, norveç fiyordlarını, gulfstream akıntısını, saragossa yosununu, terliksi hayvanı, stronsiyum elementinin atom numarasını, tanjan, kotanjan, jan valjan ve sevil berberini biliyorsunuz. Yani muassır medeniyet seviyesine ulaşmamız için gereken bilgilerin hepsi beyin loblarınızdaki seçkin kütüphanede mevcut.

Kafalarınızdaki bunca kuru gürültü ve işe yaramaz ezber bilgiden dolayı gözleriniz hafif alıklaşmış, beyniniz yorulup yavaşlamış da olsa, sizler Türk istiklâlinin yılmaz bekçilerisiniz. Fabrikalar ve grosmarketler sizlerin enerjisiyle ayakta kalacak ve Turkiya Cumhuriyeti (en azından bir marka olarak) ilelebet payidar kalacaktır.

Sizler, ey Türk istikbâlinin evlâtları, artık AYDIN'sınız! Halkımızı eğitmek için gerekli nitelikleri haiz olup, behemehal eğitmelisiniz! Bu ödevden yan çizmek ve her 29 Ekim'de Bağdat Caddesi'nde düzenlenen fener alayına (rejim yanlısı umre yürüyüşüne) katılmamak çok ayıptır! Sizler Cumhuriyet ambalajının içine zulaladığımız soygun (mil pardon, lâik cumhuriyet) düzeninin enerjik militanları olmak ve kara kafalı ticanî sürüsünün her kımıltısında tavır koymak durumundasınız!

Zinde ve uyanık olmalısınız! Aksi takdirde gün gelir memleketimizin tersaneleri, bulvarları, stadyom ve hipodromları ve hatta sahil şeridi sentetik giysili, beyaz donlu, birayı şişeden içen, midyeyi paslı tenekede közleyen meymenetsiz azınlık tarafından ele geçirilir. Ve hatta karısı başörtülü herifler gelir, başımıza meclis başkanı, başbakan, dışişleri bakanı falan olur, boku yersiniz!

* * *

Yediğimizin resmidir zaten! İrtica hortladı, kol geziyor!

Eko eko! Şu anda minik neco konuşuyor! Müezzin namaza gitti, mikrofonu ben ele geçirdim! Size söylev vereceğim!

Efendileer! Bir ülke düşünün ki, eğitim kurumlarının görevi eğitmek, yani analitik düşünmeyi, sevmeyi, anlamayı, en azından anlamaya çalışmayı öğretmek değil de yerel değerlerine yabancılaşmış imtiyazlı bir zümrenin menfaatlerini memleketin alî menfaatleri gibi gösteren ve ilk yılından son saniyesine kadar işlevi sadece beyin yıkamak, düzene uygun robotlar yetiştirmek ve onları itaatlerine göre sicillendirip seçkinler piramidinin en tepe noktalarına kadar çıkarmak ve de bu sayede kendi mevcudiyetini sürdürmek olsun!

İşte bu ülkenin adı Türkiye'dir efendiler! Güzel İngilizcemizde Turkey, güzel Fransızcamızda Turquie, güzel Almancamızda Turkei denir ve Arapçada, Farsçada, Urducada ne dendiği şeyimizde bile değildir!

Efendiler, müezzin her an geri gelip mikrofonu elimden kapabilir, o nedenle kısa ve öz konuşmalıyım!

Memleketim sinsi bir muhasara altındadır!

Sanmayın ki cennet vatanımın tersanelerini, fabrikalarını, mahkemelerini, eğitim kurumlarını, devlet ricalini işgal edenler müstevliler ya da satürnlülerdir! Memleketim bizzat kendi devlet mekanizması tarafından zapt edilmiş ve tüm madenleri, ormanları, kara yolları, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri, çiftlikleri, lojmanları, koyları, lebiderya yamaçları sayısı birkaç milyonu geçmeyen hırsız uğursuz takımının elindedir ve onlar kendilerini dünyanın her yerinde kendi ülkelerini soyup soğana çeviren beynelmilel iktidar elitinin doğal müttefiki olarak görüp, esas düşmanlarının sınır ötesi devletler değil, kendi hükmettikleri topraklardaki yoksul halk olduğunu bilir, ama bunu asla yüksek sesle söylemezler.

Efendiler! Bir kez daha istisnaları bu yazının dışında tutarak diyorum ki:

Müfredat Aydını cahildir! Müfredat Aydını bağnazdır! Müfredat Aydını tıpkı kasaba panayırlarındaki eğitilmiş niyet tavşanları gibi kafasındaki kartotekste istiflenmiş birer cümlelik jakoben ayetleri dişleriyle kutudan çekip uzatarak entellektüel rolü oynayan sahte bir aydındır! Bütün bunlara rağmen kendini bilge ve ahaliyi ahmak sandığı için de budalanın önde gidenidir!

İşte bu nedenle Müfredat Aydını'nın "aydın" kelimesiyle ilgisi ironik olmaktan öteye geçmez!

Efendiler! Müfredat Aydını asla ve kat'a aydın falan değildir! Müfredat Aydını kendini devletin (yani memleketin söğüşlenmesindeki taşeron şirketin) aslî bir üyesi gibi görmekte olup, arada bir yanlışlıkla hapislere falan düştüğünde çok şaşırır ve kendini ihanete uğramış gibi hisseder!

Müfredat Aydını öylesine koyun ruhlu bir insandır ki efendiler, idam sehpasına giderken bile "hiç muğber değilim, evet, hiç bir iğbîrar duymuyorum" ("hiç gücenmiş değilim, evet hiç bir kırgınlık duymuyorum") diyebilecek kadar devlete tapınır!

Müfredat Aydını'na güvenmeyiniz efendiler! Böyle bir aydın türünün karşısında -her ne kadar bizi aşağılık kompleksine sokmak için 24 saat kesintisiz propaganda yapsa da- asla eziklik hissetmeyiniz!

Bizdeki vehmedilmiş haliyle değil de gerçek anlamıyla Aydın, sorgulayıcı aklı kendine rehber edinse ve inanç dünyasına ve her şeye eşit bir mesafeden bakıyor olsa da, Müfredat Aydını dediğimiz komik yaratık bilime inanır. Yani adına "bilim" dediği, ama aslında devlet propagandasının cakalı bir sürümü olan protestanlıktan türetilmiş bir yönetim dinine inanır. Dinselliğin karşısına Ateizm'i (yani bağnazlığın alafrangasını) koyarak bilimsel olunduğunu sanır.

Müminin karşısına dikilip "hadi ispatla bana Allah'ın varlığını!" diye çiğlik eden Müfredat Aydını, Allah inancının insanoğlunun sınırlı zihinsel kapasitesiyle kanıtlanabilecek ya da çürütülebilecek bir önerme olduğunu düşünecek kadar kuş beyinlidir ve kendisinin "yokluğunu" kanıtlayamayacağı bir yaratıcının hiç bir yerde mevcut olmadığına peşinen iman eder. (Evreni karış karış gezip her taşın altına baktın mı teres? Ya jüpiter'in arka bahçesindeki hamağına uzanmış roman falan okuyorsa?) Ve de bunu inançlı insanın karşısında bir üstünlük olarak algılar! Algılasın bakalım! Allah'ın sopası var mıdır bilemem ama budalalık zaten dünyevî bir cehennem (bir tür sakatlık) olduğuna göre, Müfredat Aydını halihazırda alıklığın cehenneminde cayır cayır yanmaktadır.

Efendiler! Müezzin sokağın başından göründü! Mikrofonu elimden kapması an meselesidir! Size son olarak şunları söyleyeceğim:

Müfredat Aydını'na kızmayınız! Aslında kötü biri değildir! Sadece ıslah olması çok zor olan, zihnen sakatlanmış, propagandayla hakikati ayırabilme yetisini büyük ölçüde yitirmiş, entellektüel elitin en yüksek mevkilerine geldiğinde bile 23 Nisan şiiri okuyan ilkokul çocuğundan daha derin olamayan, Derin İktidar'ın kendisine gösterdiği dahilî ve haricî bedhahlarla dekman oynayarak vatana hizmet ettiğini sanan -ya da bizim öyle sanmamızı uman- bulanık zihinli, bağnaz, militan bir yurttaş modelidir ve en yüksek mevkilere gelse bile, köy muhtarının ya da ihtiyar heyeti reisinin karısı başörtülü diye buranın Suudî Arabistan ya da İran olmak üzere olduğunu var sayar ve çocuksu tepkiler gösterir!

(İran'ın şeriat nizamıyla yönetildiği yargısını ise Associated Press ya da Reuters kaynaklı "haber"lerden edinmiş olup, bu bilgiyi -tabii ki pozitivizm gereği- sorgulamaya gerek görmemiş ve ideolojisinin geri kalanını bu çürük propagandaya oturtmuştur!)

Devletin resmî görüşünü sağcılık, solculuk, milliyetçilik, halkçılık, lâiklik, vs olarak ezberleye ezberleye büyümüş ve kıdem basamağını tırmana tırmana nöbeti devralmış olan Müfredat Aydını her konuya ezberden cevap verebilecek ve her şeyi düşünmeden bilebilecek donanıma sahiptir. Bu yönüyle de benzersiz, yegâne, biricik, ünik bir karaktere sahiptir.

Bu benzersiz (yani her hücresi tıpatıp birbirine benzeyen) homojen karakter onu yazar çızar felsefer falan yaptığından, gazete köşelerinde, üniversite mahkeme kürsülerinde, karar ve yetki mercilerinde hep onu görür ve onun sesini işitiriz. Memleketin en kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerinde bile zihnini Müfredat Aydını'na emanet etmiş bir sürü şalvarlı blucinli klon çıkar karşımıza.

Müfredat Aydını'nı dünyanın en zararlı virüsüne dönüştüren özelliği de budur işte; kendi kendini kopyalayarak hızla yayılma ve ezilenleri bile ezenin söylemiyle düşündürtme konuşturtma becerisi. Manevî İktidar'ın gönüllü borazanlığıdır onun yaptığı ve o ısrarla bunun "devrimcilik" olduğunu iddia eder.

Kurulu Düzen tarafından hipnotize edildikten sonra, geri kalanları hipnotize etmekle kendini yükümlü kılan bir uyurgezere benzer Müfredat Aydını. Soruları yoktur, o yalnızca yanıtları bilir. Ve tabiatı itibariyle totaliter takılır; sesinin ulaştığı yerlerde ebemkuşağının yedi rengi kaybolur, fikir namına kala kala düzenin buyrukları kalır.

Cehalet, topyekûn okuryazar kitlenin ("kütle" dense yeridir) koyu bir cehalete gömülü olduğu ülkelerde cehalet olarak değil, "aydınlanma" olarak görülebilir ve binlerce yılın birikimine de bir anda "cehalet" damgası vurulabilir.

Sadece insanlar değil, bazen toplumlar da zihnen hasta ve kör olabilir! Üzerinde doğup büyüdüğümüz, çoluk çocuğumuzun nafakasını kovaladığımız, sömürüldüğümüz, horlandığımız bu ülke de böyle bir dönemeçten geçiyor. Düzen tarafından üretilip başımıza belâ edilmiş imitasyon bu "aydın" kastı, akıl sağlığımıza ve istikbalimize kast ediyor.

O nedenle ülkenden değil ama Müfredat Aydını'ndan ümidini üz ve hakikati medyada, üniversitelerde, kültür ve sanat festivallerinde, balede, tiyatroda, operada, devlet ricalinin demeçlerinde değil, insan soyunun milyonlarca yıllık birikiminde ara minik ülkü!

* * *

Efendileer! Bir saniye efendiler! Merdivenlerde bir ses duydum, az dur, bakıp geleyim!

Eyvah! "O" geliyor! Vakit kalmadı!

Müstevlilerin ayak seslerini işitiyorum! Merak etmeyin, beni minareden aşağı atmazlar, sadece mikrofonu elimden alırlar! Ki asıl korkum da bu zaten! Çünkü o zaman bugüne kadar dinlediğiniz tüm hamaset öykülerinin arkasındaki palavralar bir bir açığa çıkabilir, kim hırsız, kim yardakçı öğrenilebilir! Ya da -büyük bir olasılıkla- soygun şebekesinin direksiyonundaki yeni şoför müezzin efendi olmak kaydıyla, hırsızlar "arkayı dörtleyebilir".

Hadi bana müsaade efendiler! Birileri kollarımdan sıkıca kavradı, bana tuhaf bir gömlek giydirmeye çalışıyorlar! Bu gömleğin kolları neden böyle upuzun?

Cızzzt! Bızzzt! Ekooo!

* * *

Alo alo! Dikkat dikkat! Kurtarıcılarınız konuşuyor! Aklî dengesini yitirmiş bir meczup tarafından minarenin hoparlöründen yapılan illegal yayın sona erdirilmiştir! Memleketin zinde kuvvetleri duruma el koymuş olup, asayiş berkemaldir! Şimdi Ercan Saatçi'den Harbiye Marşı! Ardından reklamlar! Bizden ayrılmayın!

Yorumlar

Minik Ülkü'yü resmeden Necdet Şen'e, 34'ündeki halen bekâr Verda Ülkü'den selâmlar.

BM'de Picasso'ya sansür: Pablo Picasso'nun 1937'de İspanya iç savaşında Guernika'daki sivil katliamı anlatan savaş karşıtı tablosu ABD dış işleri bakanı Powell'ın konuşmasından önce BM duvarından kaldırıldı (gazeteler, beş şubat ikibinüç).

"Seksen sene evvel macera olsun diye İstanbul'dan Bağdat'a, oradan da bir savaş tutsağı olarak Hindistan'a giden dedeniz Rıza Bey'in izini sürdüğünüz" için, galiba Kahhar(*) sizi de kahretti.

Yüz yıl önce bu topraklarda onlarca savaş oldu; açlık, muhacirlik, mübadeleler ve daha neler neler… Okur-yazarlar parmakla gösterilecek kadar az; erkeklerin çoğu ölmüş; asker, polis, otorite motorite, kayıt mayıt, hukuk mukuk neredeyse yok; koskoca bir rejim değişikliği olmuş; harfler bile değişmiş ki ne kayıdı ne evrakı sorula.

Yani kin, hırs, öfke, intikam için pek çok sebep ve talan için, yağma için, vurgun için pek çok fırsat vardı. Bunları fırsat olarak görmedikleri için bu fırsatları değerlendirmediler. Rejim değişikliğinden önce herkesin can, mal ve namus güvenliği ne durumdaysa sonrasında da bu güvenlik kendiliğinden (ASL) sağlandı. Ne gelen ne de giden MÜLK edinmedi, bulduğunu yerle bir edip yerine saraylar inşa etmedi.

Sarayı bırakıp gidenler, mülksüzdü, mülk edinmediler, mülk talep etmediler. Selânikli Ali Rıza oğlu Mustafa Beyefendi, mülk edinmedi; hatta baba evini bile mülk edinmedi. Hüseyinzade Ali Turan, mülk edinmedi; oğlu ressam Selim Turan da mülk edinmedi. Mübadeleyle gelenler, bıraktıklarına denk mülk talep etmedi; haremlik-selâmlık ev yaşamına alışkın oldukları halde yerleştikleri Rum evlerini yıkmayıp yaşattılar.

Muhacirlikten sonra evlerine dönenler, ne soyları yeryüzünden silinenlerin ne de başka diyarlara göçenlerin konaklarına yerleşmedi, mallarını üzerlerine geçirmedi. Evlerine dönerken yollarda buldukları kaybolmuş, kimsesiz gayrımüslim çocukları "emanettir" titizliğiyle, özeniyle yetiştirdiler, onları hizmetlerinde kullanmadılar, onları mülk edinmediler.

Şimdi, şu anda, bolluğa gömülen bu topraklardaki bu pek hazin sefalet… Kahhar beni kahrediyor.

(Kahhar; 98 adıyla insanı bağışlayan Allah'ın beni kahreden 99'uncu adıdır.)

Verda Ülkü - 5 Mayıs 2003

Yazının tarihi 4 sene öncesine (2003) ait olmasa, şu son günlerde büyük kentlerin meydanlarını dolduran -bayrak giyinmiş- güruh için yazılmış derdim.

Hiç anlayamıyorum, daha birkaç gün öncesinde 1 Mayıs kalabalığını küffara saldırır gibi dağıtan "güvenlik" kuvvetleri bu mitinglerde neden gıkını çıkarmaz, kendisine "aydın" diyen zat, bunu hiç sorgulamaz mı?

Genelkurmayın ve derin devletin arka çıktığı yarı-resmi mitinglere katılıp vatandaşın geri kalanına sopa gösterir gibi bayrak sallamak ne zaman çağdaşlık oldu? Sokaklara dökülüp orduya "gel gel" yapmak mı demokratik hak?

Selim - 21 Mayıs 2007 (5:13)

Yazı çok güzel başlamış, kime hizmet ettiği belirsiz faydaların sağlanması için harcanan insan yığınlarını gören, görmezden gelmeyen insanların olması iyi diye düşündürtüyor. Oturduğu yerden düzeni bozulmasın diye harcanan hayatların zerre kadar vicdan yükünü taşımayan çirkin bir azınlık var ama bu sadece tüm dünyada böyle. Mesele hangi yapay kutuplar arasında gidip gelirse gelsin fark etmez çünkü ana eksende her zaman para ve güç var. Ama yazının sonlarında bakış açınızın daraldığını, kendinizi fazlasıyla öfkenize kaptırdığınızı, olayı sadece din boyutunda irdelemeye çalıştığınızı görüyorum. Mesele öncelikle sorgulayan, düşünen, iyi niyetli, ahlâklı, kendinden olmayan herkesi düşman gibi görmeyen, gönül gözü açık insanlar olmakta. Siz karşınıza aldığınız insanlardan daha farklı değilsiniz bu tavrınızla. Farklı olduğunuz iddia ediyorsanız bunu gösterebilmelisiniz.

Ebru - 6 Mart 2009 (16:43)

Necdet üstadım, kendime zulüm ederek 30 mart pazartesi akşamı tvlerde "seçmen ne demek istedi" programlarını izlemek gafletinde bulunurken, birden Derkenar'ı açıp yeniden okumak istedim.

Müfredat Aydını başlıklı yazınızı yeniden okurken, neden hep Atatürk Türkiyesi'ne özlem duyulduğunu milyon sekizinci kez sorguluyorum.

Kurucu irade, günü koşulları içerisinde hedef göstermiş. Neden devamını getirip, hukukun üstünlüğü ilkesini ülkenin vazgeçilmezi haline getirememişiz? 1950 sonrasında her şeyi "karşı devrimcilere" fatura ederek pir-ü pak olarak kendilerini soyutluyorlar. Neden?

Medyası sadece biçimsel şablonlar peşinde. Hadi onlar günü kurtarıp, defolu ürünlerinin pazara sunma çabalarındalar.

Kendini aydın zanneden, sorgulamayan, şablonlarla düşünüp bir adım ilerisine gidemeyen güruh neleri ıskaladığının farkında bile değil.

Cumhuriyetin kazanımlarının üzerine düşünce bazında bile katkısı olmayanlar, ağızlarındaki hep aynı lâkırdıları tekrarlamaktan utanmazlar mı?

Anadolu da yeni bir sınıf doğdu, ülke içinde azımsanamayacak sermayeleri de oldu. Ehh çocuklarını da YÖK cenderesi altında ezilmelerine gönülleri razı olmadan yurt dışına kapitalizmin katı kurallarında ciddi eğitim almalarını da sağlıyorlar.

Çetin Altan üstadımın söylediği gibi; "kendilerinden az eğitilmiş olanları gerici, kendilerinden daha fazla kazananı hırsız" olarak gören zihniyet ne zaman aydınlanacak acaba?

Varlığım Türk varlığına armağan olsun mu?

Vatandaş Mehmet - 30 Mart 2009 (22:58)

Yukarıdaki yazıyı epeyce gecikmeli olarak okudum (7 buçuk yıl). Okurken ister istemez geçen hafta basına yansıyan bir tartışmayı hatırladım. Hani şu "İsrail ve Amerika'nın ürettiği domates tohumları yüzünden erkekliğimiz kuruyacak, dünya yüzünde Türk kalmayacak" mealindeki beyanat ve aldığı tepkiler…

Bu beyanatı veren zatı muhterem YÖK (açılımı: Yüksek Öğrenim Kurumu) başkanı Yusuf Ziya Özcan. En tepesindeki yetkilinin böyle zavallı tezler öne sürebildiği bir eğitim camiası ne boqa yarar, ben bilemiyorum.

Teoman - 6 Ekim 2010 (20:53)

Aslında YÖK başkanını kutlamak lâzım, zihin jimnastiği yapmak için iyi bir fırsat sunuyor bize.

Soru şu: Bir sebzenin genetiğiyle oynanarak bir millet tümüyle kısırlaştırabilir mi?

Elcevap: Diyelim ki böyle bir domates yapılabiliyor. Peki, o zaman, piyasaya sürülen bu domatesleri sadece Türk'lerin yiyip diğer milletlerin yemeyeceği nasıl garantilenecek? Ya Musevî yurttaşlarımız da yerse? Kürtler, Lâzlar, Boşnaklar, Çerkesler, Ermeniler ve diğer yurttaşlarımız da yerse? Manavlar domates alanlara kimlik ve soy ağacı mı soracak?

Tut ki domatesi alan kişi saf kan Türk. Ya o kişi çoğunlukla İsrailli turistlerin takıldığı bir otelin mutfak görevlisiyse?

Hadi diyelim bütün bu pürüzler de giderildi, domateste yiyenin Türk olup olmadığını saptayan, ona göre harekete geçen ya da geçmeyen bir enzim var. Peki kardeşim, bu domates tohumunu dünyanın her köşesine her eve her mutfağa nasıl ulaştıracaksın? Samoa adasında bile Türk var; baktı ki millet elden gidiyor, koşar gelir vatana, gerekirse fazla mesai yapar, yumulur cezeryeye, cevizli baklavaya, Türk ırkını yeniden diriltir.

Dahası, sağımız solumuz "Türk" kaynıyor (meselâ orta Asya). Bizim yiğitler yorulunca bir tel ederiz Azerbaycan'a, Türkmenistan'a, Kırgızistan'a, akrabalar koşar imdadımıza. Haneler yine şenlenir cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle.

Görüldüğü gibi, bu iş domatesin geniyle falan olacak iş değil. Müsterih olunuz, soyumuzu kurutamazlar. Bizler Namık Kemal'in torunlarıyız, su içsek yarar.

Dolayısıyla YÖK başkanının bizi korkutmak için biraz daha ıkınması gerekecek. Ha gayret! Kötü uzaylılarla ilgili bir konu başlığı açılabilir meselâ.

Durmuş Düşünür - 6 Ekim 2010 (23:20)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

60
Derkenar'da     Google'da   ARA