Patronsuz Medya

Hâlâ üşüyor musun?

Necdet Şen - 23 Şubat 2004  


1989 yılının Aralık ayı olmalı, İzmir'deydim.

Yeni bir onyıla girmemize çok az kala, İzmir Mülkiyeliler Birliği tarafından düzenlenmiş olan bir paneldeki konuşmacılar, yazar Füruzan,türkücü Tolga Çandar, aktör Aytaç Arman, şair Behçet Aysan, panel yöneticisi gazeteci Hasan Uysal ve bendeniz Necdet Şen, uzun bir masaya sebilhane bardakları gibi dizilmiş, soruları yanıtlıyorduk. Konu; "1990'a girerken ne olacak bu sanatın hali?" O güne kadar ne olduysa artık, doksanlı yıllarda başka türlü olacaktı her halde…

Orada tanıştık Behçet Aysan'la. Panel sonrası, dört kişi, Tolga, Hasan, Behçet ve ben, bir yerlerde öğle yemeği yedik birlikte. Yemek sonrası onlar Ankara'ya, ben İstanbul'a yola koyulacaktık.

Bu kadardı. Halka açık bir panelde bir-iki saatliğine bir araya gelen ve sonra belki bir daha hiç karşılaşmayacak olan birileriydik aslında. Ama yemekteki sohbete kanamadığından mı başka bir nedenden mi bilemem, Behçet diğer ikisiyle birlikte Ankara'ya gitmekten vazgeçip, bir günlüğüne de olsa benimle İstanbul'a gelmeye karar verdi.

Biletler alel acele değiştirildi. THY bürosunun önünde bizi hava limanına götürecek olan servisi beklerken Behçet şiirden söz açmış, coşkuyla anlatıyordu.

Epey sonra bir ara etrafımıza bakındık, az önce orada bekleyenlerin hiç birisi yok. İçerideki görevliye sorduk, "hava alanı servisi az önce kalktı" dedi. Öyle bir kaptırmışız ki, biz konuşurken servis gelmiş, herkes binmiş, hatta "kimse kalmasın" diye seslenilmiş ve servis gitmiş. Bütün bunlar yanı başımızda olmuş, ama etrafımızdaki kalabalık boşalırken biz burnumuzun ucundan tantanayla kalkan o koskoca minibüsü fark edememişiz.

Yapacak bir şey yok, kendi cebimizden taksi tutacağız. Hava alanı da pek yakın değil. Oyulduğumuzun resmidir!

Tam o sırada bir taksi yanaştı. İçinden inen orta yaşlı bir karı-koca, bagajdaki valizleri çıkardılar telâşla. "İşte iki keriz daha" diye sırıttık birbirimize bakıp. Eh, taksi parasını dörde bölmek daha hesaplı, onları da katarız kervana.

Orta yaşlı bey, bize dönüp servisi sordu. Durumu anlattık. Bindikleri taksiyi tam gitmek üzereyken tekrar durdurup sığıştık çantalarımızla. Orta yaşlı çift önde biz arkada.

Hava alanı yolunda Behçet dayanamayıp ön koltuktaki beyi dürtükledi.

"Pardon beyefendi, sizi bir yerden gözüm ısırıyor."

"Maliye Bakanı'ydım eskiden" dedi orta yaşlı bey, hafifçe çekinerek; "darbeden önceki Demirel kabinesinde."

"Haa, tamam, şimdi tanıdım" dedi Behçet; Sümer Oral, değil mi?"

"Evet" dedi Sümer Oral.

Pes valla, bir siyasetçiyi ensesinden tanımak Ankara'lılara özgü bir haslet olmalı. Ben de yok şahsen.

Yol boyunca konuşulacak mevzu çıktı bize bu sayede: "Ne olacak bu memleketin hali?"

Soru iyi de sorulan kişi yanlış. Sıkıştırıp durduk "neden hükümete daha sert muhalefet etmiyorsunuz?" diye. Adamcağız "valla elimizden gelen bu kadar, yumruklaşacak halimiz yok her halde" diye bir şeyler geveledi.

Olur mu? Mutlaka yumruklaşmak gerek!

Hava alanında ayrıldık zorunlu yol arkadaşlarımızdan. Onlar Ankara yolcusu. Lâf aramızda, oldum olası Ankara'ya gidenleri, yani orada yaşayanları, sıla izninden dönen mahpuslara benzetir, onlar adına içlenirim. Denizi görmeden yaşamak nasıl bir şey, anlamayı beceremem. Sahil çocuklarına özgü bir anlayış kıtlığından olsa gerek.

Uçağımıza daha epeyce vakit var, oradaki kafede bir şeyler atıştırdık. Behçet gün ortasında kendine bir viski söyledi, gümbürt yuvarladı, hadi bi daha, bi daha; viskiler art arda gidiyor mideye.

"Eyvah, alkolik bu adam" diye düşünmeye başladım. Aklımdan geçeni anladı her halde Behçet.

"Yok valla, gündüz gündüz içmek hiç adetim değildir."

"E, niye içiyorsun o zaman müflisten viski kaçırır gibi?"

Meğer uçak korkusu varmış, çakır keyif olup panik duygusuna katlanabilmek içinmiş o acele.

Gülüyor Behçet. Bir yamuğum mu var yoksa diye kendime bakınıyorum.

"Şimdi sen de güleceksin, ama ben aslında psikiyatristim."

Hakikaten de gülüyorum. Kendime tabii. Psikiyatristler de ölümden korkamaz mı?

Viski üzerine düşeni yaptı. Uçak yolculuğumuz sorunsuz. Behçet anlatıyor, ben tam bir şiir cahili olduğum için kös kös dinliyorum. Arada bir Hızlı Gazeteci'yi sorduğunda bülbül kesiliyorum. En iyi bildiğim konu. Daha doğrusu, bildiğimi sandığım tek konu.

Yeşilköy. Yani Ressam Paşa Efendi'nin yaratıcı Türkçe'siyle, Atatürk Havalimanı. Memleketin anasını ağlatmış olan bir postal rejiminin aşınan itibarının, dağa taşa ota çöpe copa falakaya Atatürk'ün adı verilerek kurtarılmaya çalışıldığı malûm onyılın sonu.

Bir gün içinde ikinci kez taksi tutacak kadar hovarda olamadığımız için hava alanının servis otobüsüne bindik. Ama ben Şişhane'de inmek ve dosdoğru gazeteye seğirtip ertesi günün Hızlı Gazeteci'sini çizmek zorundayım. Behçet'e evin adresini ve katalitik sobayı nasıl yakacağını tarif edip, anahtarları verdim. Kış ortası ve ev kalorifersiz. Daha doğrusu, kalorifer var, ama apartmandaki tüm daireler birbirleriyle kanlı bıçaklı üç kardeşe ait olduğu için, yıllardır yakılmaya yakılmaya peteklerin ve boruların içleri pas tutmuş, değiştirilmeleri lâzım.

Nasıl olsa evde kitap bol, konuğum ben işimi bitirip gelene kadar kitap okuyup oyalanabilir. Televizyon yayını o sokaktan geçmiyor. Biraz çukur bir yer. İstemese de kitaptan başka seçeneği yok.

Gazeteden tekrar aradım, eve varmış sağ salim, ama katalitik sobayı yakmayı başaramamış. Ankaralı işte, hoş görmek lâzım.

Ayrıntılarıyla tarif ediyorum; "soldaki düğmeye parmağını yaklaşık dört dakika basılı tutacaksın, gaz gelecek, odayı kaplayan gaz kokusundan paniğe kapılmayıp üzerinde şimşek işareti olan sağ taraftaki butona belli aralıklarla basacaksın; şansın yaver giderse sekiz-on denemede yanar."

Deniyor, beceremiyor.

"Boşver be yav, üşümem ben."

Bunu söylerken bile çeneleri birbirine vuruyor zaten.

"Olmaz Behçet, donarsın. Bak, çok kolay, hadi sırasıyla yapalım."

Tekrar anlatıyorum, gene yakamıyor teknolojinin son fiyaskosu olan katalitik sobayı. Kabahat onda değil, bende. Gitmiş piyasanın en dandik sobasını almışım. İki saatte yanmaz, yansa da öyle bir kokar ki, dayanamayıp söndürürsün. Ama sönerken daha da berbat kokar. Pencereleri açarsın odayı havalandırmak için, oda eskisinden de soğuk olur.

"Vazgeçme Behçet, ilk gün ben de çok zorlanmıştım, ama öğreniliyor. Gerçi yandıktan sonra odayı iğrenç kokutuyorsa da üşümekten iyidir."

"Tamam, bir biçimde yakarım. Sen kendini üzme."

Akşam üzeri eve geldiğimde, Behçet'i dolapta bulabildiği tüm kazakları üst üste giyinmiş ve evdeki tüm battaniyelere bürünmüş halde titrerken buldum. Yakamamış. Burnu yanağı elleri mosmor. Soğuktan dili bile peltekleşmiş. Bir hoş bakıyor. Elindeki cin şişesinin dibi görünmüş. Isınabilmek için toniksiz-moniksiz dikmiş kafaya garip. Gene çakırkeyif, ama mutlu; üşüdüğü halde aldırmıyor. Evde yiyecek bir leblebi bile bulamadığı için aç karnına içmiş o kadar cini. Çok kötü bir ev sahibiyim. Daha doğrusu, bekârım. Neyse ki konuğum alabildiğine kalender, hiç bir şeyden şikâyet etmiyor.

"Gel Behçet, karnımızı doyuralım, moralimiz düzelsin."

Konuşa konuşa Moda'ya yürür müyüz, yürürüz. Lokantanın sıcağında ısınırız azıcık da olsa. Behçet mutlu. Üşümesi azalmış yürürken. Toniksiz cinin etkisi de gitti gider. Dilindeki pelteklik silinmiş çoktan. Zihni desen, hep berrak.

Karnımız doyunca üşümemiz tamamen geçti, hayatı daha fazla sevmeye başladık. Ben kızlardan (tepkiyle), Behçet şiirden (tutkuyla) söz ede ede aynı yolu yürüdük gerisin geri.

Şiire vurgun Behçet, bıkıp usanmaksızın işin teorisini anlatmakta. Bense gizli gizli utanmaktayım kazlığımdan. Onca zaman, düz yazı yazabilecek kadar malzemesi olmayan kişilerin "kolay" diye karaladığı ıvır zıvır bir şeyler olarak gördüğüm şiirin öyle bir derinliğe sahip olduğu o ana kadar hiç aklıma gelmemiş. Behçet, kadife tınılı davudî sesiyle şiiri öyle bir anlatıyor ki, apışıp kalmamak elde değil. "Bundan sonra kendimi zorlayarak da olsa, şiir okumam gerek" dediğimi hatırlıyorum.

"Derhal" diyor Behçet ve turuncu kapaklı "Eylül"ü imzalayıp tutuşturuyor elime. Rastgele bir sayfa açıp okuyorum yolun ortasında:

"Biliyorum bunu, gideceksin
gideceksin yine yakında
seni artık hep uzak şehirler anacak."

* * *

Behçet, ertesi sabah Ankara'ya döndü. "Kal üç beş gün daha" dedim, "kalamam" dedi, "karım merak eder, üzmek olmaz şimdi yoldaşı". Ve gitti.

O kitap artık imzalı bir kitap olmaktan daha derin anlamlar taşıyor benim için. Turuncu kapaklı bir "öldürülmüş şair" anıtı o.

Ben o köhne Yeldeğirmeni apartmanında beş yıl yaşadım. Behçet'in yakmayı başaramadığı o üretim hatalı katalitik sobayla beş uzun kış geçti. Sanat'a ne oldu bilemem, ama 1990'lı onyıl da malûm hoyratlıkta geldi geçti. Uzlaşma Kültürü'nü konuşacak vakit bulamadık.

* * *

İkinci ve son kez Cemal Süreya'nın cenazesinde gördüm Behçet'i. Yanında yayıncı Ahmet Say vardı. Günü birliğine Ankara'dan gelmişlerdi ve o gün döneceklerdi. "Kal" dedim, pek yanaşmadı.

"Kalmayı isterdim, ama Ahmet'le geldik, yalnız göndermek ayıp olur."

"E, peki, öyle olsun" dedim.

Belki bir kez daha üşümeyi göze alamamıştır. Oysa havalar ısınmıştı.

Bunun son görüşmemiz olduğunu nereden bilebilirdim? Ben de gafil sürüsünden biriydim.

Biz gafiller, küçük hayatımızın hayhuyu içinde yuvarlanıp dururken "ölüm hep başkaları içindir, benimki bu minval üzre sürer gider" sanıyor, hep erteliyorduk. Dostlarla bir yerlerde karşılaşsak da ayak üstü lâflıyor, "görüşmek üzere" diyerek farklı yönlere doğru seğirtiyorduk çoğumuz. Rastlaşırsak da yollarımız anca açık oturumlarda falan kesişiyordu. Çok "mühim" dik ya, projelendirilmiş bir hayatı hayat sanıp öylece yaşıyorduk.

Sonra haber bültenlerinde rastlıyorduk birbirimizin adlarına. Bir soykırım sergisinden tablolar gibi. "Vah vah" diyor, sonraki kanala zıplıyorduk.

Bazılarımız daha da ileri vardırıyordu işi, hakikatin sırrına yalnız kendisinin vakıf olduğuna iman ediyor, yakacak, boğacak, linç edecek kadar nefret duyabiliyordu hısım akrabaya, özbeöz kardeşine.

Sonra bir gün hesaba kitaba gelmez şeyler oluyor. Geçmiş günlerde seni öyle arkana neft yağı sürülmüş gibi o etkinlikten bu etkinliğe koşturup duran ve buluşmaları hep sonraya erteleten gizli efendimizin (mühim işlerin) ne olduğunu unutuyor, sadece kısa anlara sığdırılmış ve değeri yeterince bilinememiş dostlukları anımsayabiliyorduk.

Geriye bir tutam anı, birkaç güfte, üç beş şiir kalıyordu.

"Birazdan gidecek,
belki hiç göremem.
Söyleyebildiğim tek şey: "Nasılsın?"

Ama gel gör ki, bu yaşananlardan sonra Behçet'e "nasılsın?" diye soracak cesaretim yok. Yine kolay olanı seçecek ve gözlerimi başka taraflara kaçıracağım hep olduğu gibi…

Yorumlar

Büyük bir ozandı sevgili Behçet Aysan. Yıllar önce Bursa'da bir şiir dinletisinde tanışmış, sohbet etme olanağı bulmuştuk. Ülkemiz aydınlarını böyle çala tırpan ziyan etmemeli. Madımak'ta yapılanları unutmayacağız. Unutulmamalı.

Niyazi Tunçel - 28 Nisan 2007

Bir yakınımın arkadaşıydı. Zaman zaman görüşürlerdi. Bir keresinde ben de onlarla aynı ortamda bulunmuştum. Hakikaten de etkileyici bir ses tonu vardı.

Yağmur Tokatlı - 28 Nisan 2007

Önce başlık, sonra yazı. Sonra yine başlık; ama çoook uzun süre, sindire sindire, harf harf, sanki yazı uzunluğundaymışçasına. Sonra yine yazı. En son yazanına, yazısına konu olana sonsuz iyi dilekler.

İnsana Seven - 21 Mart 2014 (10:20)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

163
Derkenar'da     Google'da   ARA