Patronsuz Medya

Amacın neydi?
Ulaştın mı?

Necdet Şen - 2 Şubat 2003  


Daha çocukluk yıllarında karga sürüsünden dışlanan bir "Boyalı Kuş" olmasına yol açan "tuhaf" yanları vardı "minik neco" nun.

Yaşıtlarına göre göze batacak kadar ince uzundu. Onlardan daha uzun bacaklı, daha açık tenliydi ve sokakta koşuşturan gürültücü oğlan kalabalığının içinde hemen fark edilen sevimli bir yüzü vardı.

1960'lı yılların Tirebolu'sunda hayata tutunmaya çabalayan bir memur çocuğunun ne işine yarayacaksa, her fırsatta övülen bir hayal gücü ve mucit taraflarıyla, tuhaf bir ufaklıktı işte.

Kendimden değil, kırk yıl önce yaşamış ufak bir oğlan çocuğundan söz ettiğim anlaşılmıştır sanıyorum. Onca yıl uzaklıktan bakınca, insan sepia rengi fotograflardan yansıyan çocukluk yıllarını kendi hayatı gibi değil de bir başkasının hayatı gibi algılıyor, fotograflardaki körpe yüzüne herhangi bir çocuğa bakar gibi bakıyor.

Kırk yıl önce o tozlu yağmurlu çamurlu sahil kasabasında yaşamış çocuktan ne kaldıysa geriye, onlar bu kır saçlı ergen irisine emanet. O fotograftaki minik neco ile bu satırları yazan kişi arasındaki bağ, bugün de en alt katmanda varlığını sürdüren genetik bir şifreden ibaret. Ya da belki biraz daha fazlası.

O genetik sır ki, bugünkü sorularımın yanıtları, eskilikten sararmış fotografları doğru algılamaktan geçiyor.

"Çocuktum, ufacıktım, top oynadım acıktım"

Kim yerleştirdiyse ense kökündeki susmaksızın "oku!" buyruğunu veren o mikroçipi, eline geçen, gözüne ilişen her şeyi bitmek bilmez bir iştahla okuyordu minik neco. Üstelik ders kitapları dışında kalan her şeyi okuması babam tarafından yasaklanmış olmasına ve her yakalandığında yüzünde patlayan beş parmağa rağmen.

Sadece okumakla kalsa gene iyi. Bugün dahi bana ve başkalarına şaşırtıcı gelen hafızası sayesinde, okuduğu ya da işittiği her şey aklında yer ediyordu. Malûmatfüruş bir çocuktu minik neco. Sınıfta tahtaya kaldırıldığında bir paragraflık açıklaması olan sorulara sayfalar dolusu yanıt veriyor, bundan dolayı sınıfta adının "uyduruk" diye anılmasına katlanmak durumunda kalıyordu. Anlattığı her şey doğruydu aslında; onları okul dışı saatlerde gözüne ilişen gazetelerden, dergilerden, ansiklopedilerden, cep fotoromanlardan falan belleğine kaydetmiş oluyordu.

Nietzsche'nin tarif ettiği "tersine sakat" lar gibiydi; onu diğerlerinden farklı kıldığı için ucube gibi algılanmasına neden olan bir yığın "fazlalık" .

Ama en fenası da, o yılların taşra kasabasında ayrık otu gibi kendi kendine büyümeye çabalayan bir oğlan çocuğunun aklına nasıl yerleştiyse, hayata dair fikirleri ve amaçları vardı.

Konusu buralarda geçen ve kahramanları buralı olan çizgi romanlar yazıp çizecekti. Kendisi de elinden geldiğince mert ve merhametli bir insan olacaktı. Kitap resimleyecek, çocuk dergisi çıkaracak, yoksullara ve kimsesiz hayvanlara kol kanat gerecek, dünyayı dolaşacaktı.

Bir pırpır uçağı olacaktı, Afrika üzerinde uçup, gölleri, adacıkları, geniş savanları, zebraları, filleri, zürafaları yukarıdan seyredecekti.

İçinde her cins hayvanatın bulunduğu bir çiftlikte ya da sırtını ormana, yüzünü göle çevirmiş bir kulübede yaşayacaktı.

İnsanların onu incitemeyeceği ıssız bir adaya gidecekti belki de.

Gazap Üzümleri'ni onüç, Demir Ökçe'yi onbeş, Memleketimden İnsan Manzaraları'nı onaltı yaşında okudu. Daha ondördüne gelmeden John Steinbeck külliyatının yarısından fazlasını bitirmişti. Marksist klâsiklere geçmek için yirmili yaşlarını beklemesi gerekmedi.

Günün birinde çizgi romanlar yapacağına, Suat Yalazların, Sezgin Burakların, Altan Erbulakların dünyasının bir parçası olacağına yürekten inanıyor, yılların hızla gelip geçmesini, o günlerin gelmesini arzuluyordu.

15 ya da 16 yaşındaydı sanırım, Tirebolu'daki yazlık Harşıt sinemasında Arthur Penn'in Kaçaklar (The Chase) filmini seyrettiğinde, en büyük rüyasının sinema olduğunu fark etti. En son kararı buydu; er ya da geç sinema yönetmeni olacaktı.

Orta öğrenim yıllarında sesinin güzel olduğu öğretmenlerinin de dikkatini çekti. Her resim dersi, resim öğretmenin "noolur, Barış Manço'nun "Seher Vakti" şarkısını söyle, hadi nooluuur!" diye yalvarmasıyla geçiyor, sevilmenin (en çok eksikliğini duyduğu şeyin) tadını doya doya çıkarmak için ikinci dersin sonuna kadar nazlanıyordu.

Bütün kalbiyle inanıyor ve istiyordu; bir gün o da Barış Manço gibi, Cem Karaca gibi, Erkin Koray gibi bir rock şarkıcısı olacaktı.

Lisedeyken, okuldaki müfredatın kendi öğrenme hızının çok çok gerisinde kaldığını görünce, maarif vekâletini ve onun vereceği değersiz diplomaları bir kalemde siliverdi hayatından ve bir daha da dönüp oralara bakmadı.

Hayallerinin ufku Tirebolu sahiline sığmayacak kadar geniş bir kavis çiziyordu. Daha onlu yaşlardaydı ve günün birinde hayata geçirmek istediği onlarca amacı vardı.

Bunların bir kısmını kıyısından köşesinden kurcaladı, bir kısmına hiç sıra gelmedi. Bu kır saçlı ergen irisi, hâlâ yazarlık-çizerlik, sinema yönetmenliği, rock şarkıcılığı, pırpır uçak, hayvan çiftliği, ormanla göl arasında kulübe hayalleri kuran minik neco'yu derinde bir yerde her gittiğim yere taşıyor.

Sanırım bir gıdım da yeteneği vardı bu hayalleri gözünde ardına düşülebilir kılan. Ama zaman içinde gördü ki, yetenek sadece başlamak için bir neden; asıl mucize hayal kurabilmekte ve bu hayallere inat ve ısrarla odaklanabilmekteymiş.

* * *

Amaçsızlığın balçığına saplanıp kalmış, hayalden ve hülyadan yoksun, sıradanlığı daha yolun başında kabullenmiş nice yetenekli insan gördüm. Ve nice yetenek fukaraları gördüm, iyi kötü bir amaç edinme ve bu amacı hayatının merkezine koyabilme inatları yüzünden yeteneklilerin bir çoğunu sollayıp geçen.

Yıllardan beri marangozluk hayali kurarım. Bir gün fazladan bir odam olursa, orayı marangozhane yapmayı hayal ediyorum. Belki marangoz olmak için de bir parça yetenek gerekebilir. Belki bende o işlere yatkınlık olmadığını anlarım daha başlar başlamaz.

Marangoz olamazsam ne kaybederim? Yüzüme gözüme bulaştırırsam, testeremi rendemi matkapımı elden çıkarır, onun yerine bir ney alıp, üflemeyi denerim. Onu da beceremezsem, iğne iplik edinir, terziliği denerim. Onda da dikiş tutturamaz ve adam akıllı yeteneksiz olduğuma kanaat getirirsem, misinaya sicime boncuk dizer takı yaparım.

Diyelim ki bunu bile beceremeyecek kadar sakarım, ya da kendimi öyle sanıyorum; en kötü ihtimalle sınavlara falan girer, bir üniversite diploması edinir, asgarî ücrete fit olmuş işsiz ve amaçsız diplomalı kalabalığın arasına karışır, "düz" lüğü deneyimlerim.

Ama sanırım diğerlerinde değil de bunda başarısız olurum. Çünkü ne yaparsam yapayım, sıradanlığı kendine yedirebilen, hayal kuramayan, kurduğu hayallerin ardına takılamayan insanları anlamayı başaramıyorum.

Gerçekten de anlayamıyorum. O kadar roman okudum, o kadar film seyrettim, o kadar hayat hikâyesi dinledim, kendim de yaşadım iyi kötü bir şeyler, yine de dağarcığımda bu şifreyi çözebilecek verilere rastlayamıyorum.

İnsan nasıl olur da hayal kurmaz? Nasıl olup da kendisine ve hayattan ne beklediğine -ya da hayata ne verebileceğine- dair fikirlerden ve ilhamdan yoksun olur?

Yıllar önce liseyi bitiren bir yeğenime "hangi üniversiteye girmek istiyorsun?" diye sorduğumda, "bilmem, babam bilgisayar mühendisliğine girmemi istiyor" demişti.

" Babanı bırak, sen ne istiyorsun?" diye sordukça, "bilmem ki, hiç bir fikrim yok" yanıtını almıştım. O kadar sıkıştırmama rağmen çocuğun geleceğe ilişkin hiç bir tasarısının olmadığını, hiç bir konuya karşı özel bir ilgi beslemediğini, hobisiz ve amaçsız, önüne konmuş olan tabldot hayat planını sorgusuz sualsiz kabullendiğini görmüş, kaç yaşına gelirsem geleyim daima çocuk kalan aklımla bu meraksızlığa ve amaçsızlığa hayret edip afallamıştım.

Daha hâlâ hayret ediyorum. Amaçsız insanlar bana ruhu körelmiş canlı cenazeler gibi görünüyor.

Hayattaki tek hülyası hali vakti yerinde bir koca bulup evlenmek ve geri kalan zamanını hazır yiyerek geçirmek olan eski kafalı kızlara bile o kadar hayret etmediğimi söylemeliyim. Eh, çok sığ ve akılsızca da olsa, belediyeden tasdikli "şahsa özel hayat kadını" olmak da bir amaç. O bile amaçsızlık kadar küf kokulu değil.

Ne bekliyorum?

Peki, o kadar amacım var da neden erteleyip durdum bu amaçların meyvalarını toplamayı yıllardır ve neden hâlâ ertelemeye devam ediyorum?

Hımm, bir düşünelim bakalım…

Aslında amaçlarımı ertelemiyorum. Bana düşen, uzaktaki ışığa doğru yürümek ve ben de zaten bunu yapıyorum. Yapmadığım şey, pazarlamacılık. Günün birinde çekeceğim filmlerin öyküleri, çalıp söyleyeceğim şarkılar, resimler, romanlar ve diğerleri, kısmen yazıldı, çizildi, bestelendi, kısmen nadasa bırakıldı. Hayatını "anlamaya" ve anladığını herkesle paylaşmaya adamış olan insanlara belki "neden vaktini boşa geçiriyorsun?" diye sorulabilir, ama "neden eserlerini pazarlamıyorsun?" diye sorulamaz; sorulursa çiğlik olur.

Tüccar olmak isteseydim zihnimi ona odaklardım. Ama ben dikkatimi -dedim ya- çizgi romancı, yazar, marangoz, aşçı, terzi, pilot, şarkıcı, sinema yönetmeni olmaya odaklamışım; bunların "satılık" olabileceği aklıma hiç gelmemiş ki.

Zaman içinde amaçlar da süzülüp olgunlaşabiliyor. Artık pırpır uçak ya da orman kıyısındaki kulübe eskisi kadar yakıcı hevesler olmaktan çıktı. Beş yıl önce "sponsor bulsam da o parayla dünyayı dolaşsam" diyordum; artık bu da geçti. Artık uzun yıllar boyunca düşlediğim şeyler gerçekleştiğinde bile onları sükûnetle karşılayabilecek bir doygunluğa terketti yerini eski yaşam oburluğum.

Kayıtsızlık değil bu aslında. Duruldum.

Artık bir başka amaç arkadan gelip hepsinin önüne yerleşti.

O amaç, insanları robotlaştıran, ruhunu formatlayıp pazar yerinde satışa çıkartan, sanat gibi tanrısallığa en çok yaklaşabildiğimiz boyutu bile bir itişme, dirsekleşme, birbirinin kursağından lokma kapma alanına dönüştüren "düzen" adındaki makineye biat etmemek, "kader" diye dayatılana baş kaldırabilmek, tüm amaçlarımdan daha anlamlı bir amaçmış gibi gelmeye başladı.

Aslında, minik neco hâlâ çizgi romanlar yapmak, sunulanı almaya hazır insanlarla paylaşmak istiyor. Şimdilik sadece üç beş dostuyla paylaştığı şarkılarını daha fazla kişiye dinletmeyi, öykülerinin film olduğunu, hayatın anlamını arayan genç dimağlara ilham verdiğini, yazılarının olabildiğince çok insan tarafından okunup, kısmen de olsa anlaşıldığını görmeyi hayal ediyor. Ama minik neco insanı insanın kurdu yapan pazar ahlâkına itaat etmemeyi de onur meselesi olarak görüyor.

Sanırım bu da bir amaç. Bana kalırsa soylu bir amaç. Ardına takılmaya ve uğruna her şeyden feragat edilmeye değecek bir amaç. Yolculuğun bu kilometresinde keşfettiğim, besleyip büyütebildiğim bir minik eser belki.

Çocukluk hayallerinden vazgeçmedi minik neco; hatta onlara yenileri de eklendi. Ama zihnini sessizleştirdikçe, önce cılız, sonra gitgide belirginleşen bir fısıltıya kulak verdi ve hayat gailesi anaforunda sürüklenen yetişkinlerin çok azına nasip olan bir keşifte bulundu.

Bulduğu şey, yalın ama kadim bir bilgiydi.

Üstelik bu bilgi kaf dağının ardında değildi, süslü cafcaflı hediye paketlerinin, tumturaklı söylevlerin içinde de değildi, hemen yanı başında, bir köşede, gürültünün ve karmaşanın arasında kaybolmuş halde fark edilmeyi, üstündeki tozların silinmesini bekliyordu.

O bilgi hep oradaydı ama onu görebilmek için bütün o acı ve tatlı serüvenleri yaşamak gerekiyordu demek ki.

O bilgi, keşfedilecek en zengin ülkenin kendi iç dünyamız olduğu ve artık hayatın bize ne verebileceğiyle değil de bizim hayata ne verebileceğimizle ilgilenmemiz, kibrit alevi gibi geçip giderken, ardımızda iyiliğe ve güzelliğe dair ne bırakabileceğimiz sorusunun izini sürmemiz gereğini işaret ediyordu.

En yeni ve en hakiki amacı ve neco, kimi zaman uyum içinde kimi zaman biraz kavgalı, yuvarlanıp gidiyor. Kendisine her zaman sıra dışı amaçlar bulabilmiş olan çocuk ruhu, sonunda dışarıdan bakınca amaçsızlık gibi algılanabilen, ama aslında tüm amaçlarını sükûnette eritebilmiş olmanın özgüveniyle, artık yere daha sağlam basıyor.

* * *

Ya sen dostum? Sen neyin hayalini kurarsın yalnız zamanlarında? Şu ana ve geleceğe dair ne gibi amaçlar hülyalar biriktirir, hangi varoluş biçimi için sıvarsın kollarını?

Yoksa günün çarkını çevirmekten daha fazlasına yetmez mi takatin? Sadece televizyon ekranındaki fiyonklu ve menevişli hayallerle mi yetinirsin?

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

97
Derkenar'da     Google'da   ARA