Patronsuz Medya

Alışmak sevmekten daha zor geliyor

Necdet Şen - 1 Mart 2015  


İnanmayan inanmasın, taşlayan taşlasın, ben gene de doğru bildiğimi söyleyeceğim arkadaş.

Usta, Allah'ın Türkiye'ye bir armağanıdır, kıymetini bilelim.

Dur! Aman! Bırak o terliği! Bi dinle, sen de hak vereceksin.

Birbirine düşmanlaştırılmış iki ayrı topluma bölündüğümüz ve herkesin kendi davasının gözü kapalı müridine dönüştüğü bu kritik dönemde, kabilemin doğrularına bir kez daha ters düşersem üzülürüm belki ama onca zamandır içimde tuttuğum bu fikrimi söylemezsem de bir yerlerim şişer, kavunç olurum.

* * *

Önce biraz -pop- sosyoloji. Konuya ısınmak açısından faydalı.

Ağızları torba olmadığı için büzülemeyen bazı münafıklar derler ki: Adına "Devlet" dediğimiz yapı, köken itibariyle bir çeşit organize suç örgütüdür. Şimdikilerse onun evrimleşmiş, vaftiz edilmiş hali.

Misal, otomobilini park ettiğinde yanına yanaşıp "abi bana para ver, arabana göz kulak olayım, yoksa çizerler" diyen otopark mafyası. Parayı bayılmazsak çizecek olan bizzat kendisidir. İstediği, bal gibi haraçtır aslında. Vereceği zarardan bu seferlik sarfınazar etmek için talep ettiği ödenebilir bir miktar.

Filmi geri saralım. Çok eski zamanlara… Magriple maşrık arasında taban tepen, vadiler tepeler aşarak pahalı kumaş, incik boncuk, baharat falan taşıyan deve kervanlarını hatırlayalım. Uzun mesafeleri kelle koltukta kat eden bu ticaret filolarının gecelediği kervansarayların (ki her birinin arasındaki uzaklığın kırk kilometre olduğu, çünkü bir devenin gün doğumundan gün batımına kat edebileceği mesafenin bu olduğu söylenir) bir sonrakine kazasız belâsız ulaşabilmesinin tek yolunun, ıssız yerlerde önlerine dikilen her eşkıyaya kaçınılmaz olarak uçlanmak zorunda olunan haracı tek bir çeteye, o güzergâhta küçük haydutlara icrayı sanat hakkı tanımayan en güçlü çeteye vermesi ve bunun karşılığında en azından o gün bir başkasına daha soyulmayacağının garantisini alması gibi bir realiteden söz edilir.

Bugün adına "Devlet" deyip de yere göğe sığdıramadığımız, hani neredeyse tapınma derecesinde yücelttiğimiz üst organizasyonun temeli taa buralara dayanır. Yani epeyce basitleştirilmiş şekliyle Devlet, diğer eşkıyaları saf dışı bırakmış ve borusunu öttürebildiği havaliye kendi şartlarını dayatmış olan en donanımlı gasp çetesinin evrimleşmiş ve modernize olmuş halidir. Devletleşmek demek, bileği en kuvvetli olanın eline bir sopa alıp toprağın üstüne keyfi sınırlar çizmesi ve o sınırın içinde kalanları kendi kapatması yapmasıdır bir anlamda.

- "Bundan sonra yalnız bana vereceksin Muallâ… Yani vergi…"

Kendince adalet anlayışı vardır. Gücünü yetirebildiği örgütsüz insanlara kurallar koyar, bu kuralları -en azından menfaatine uygun olduğu müddetçe- gözetir kollar, haracını toplar, çıtır çıtır yer. Kemiğini de ölmeyelim karasabana koşulalım diye önümüze atar.

Demek ki, "Devlet" denince, hangi meşrepten olursak olalım, iradesine boyun eğmemizi buyuran ve biçtiği haracı kuzu kuzu ödemekle mükellef kılındığımız, onun etki ve yetki alanına burnumuzu sokmadığımız müddetçe canımızı daha fazla yakmayacağını vaad eden belâlımızdır.

Kendi koyduğu kuralları gerekli gördüğü hallerde Devlet kendisi çiğneyebilir, hesap sorulabilemez. Ahalinin üzerine düşen, Devlet'in dediğini yapıp geçtiği yoldan geçmemektir.

Devlet, bükemediğimiz için öpmek zorunda olduğumuz bileğin adıdır da diyebiliriz. Kemal Tahir gibi üstadlara sorarsan, en kötü devlet bile devletsizlikten evlâdır. Niye? Bunun cevabı her halde, orta malı olmaktansa ev kadını olup bir tek kişiye cariyelik etmeyi salık veren formel ahlâk olsa gerek.

Özetle, aklım yarım karış havadayken okuduğum sakıncalı kitapların yazarlarına göre, Devlet böyle bir şey. İsteyen tapınır, isteyen eleştirir, ikisinde de sonuç aynı kapıya çıkar. Son sözü söyleyen hep devlettir.

Laf aramızda, bu konu açılınca aklıma "Alien" dizisinin -galiba- dördüncü filminde, hikâyedeki tüm erkekler telef olup da ağzı salyalı Alien'le baş başa kalan Ripley'in aslında bir tür fabrika gemisi olan uzay üssündeki insan şekli verilmiş (kollu bacaklı) devasa iş makinesine bindiği ve Alien'in cüssesiyle anca o şekilde baş edebildiği sahne gelir.

Demek ki makinenin kumanda kabinine kapağı atarsan, belki Alien'in (feleğin) hakkından gelebilirmişsin.

Ama dikkat, "belki" diyorum.

Yani zarları büyük atıyorsan, ilk önce o makinenin kumanda kabinine yerleşmenin yolunu bulacaksın. Nasıl yerleşirsen yerleş. Ama oraya kadar tırmanabilmekle de iş bitmiyor. Hantal ve dengesiz, devrilmeye mütemail, devrildiğinde de feci tangırtı çıkaran bir makine bu; ne yapıp yapıp devirmemeye bakacaksın. Kung Fu ustası gibi esnek ve hafif olman gerekiyor.

Sözün burasında "hadi be, Usta'nın neresi esnek" diyenlere de "yav kardeşim, deve kervanından girdin bilim kurgudan çıktın, anladık da ne demeye çalışıyorsun" diyenlere de selâm olsun. Şu an tam da oraya geliyordum.

Usta, makinenin kumanda kabinine zıplama konusunda takdire şayan bir kıvraklık ve çalım becerisi gösterdi mi? Elhak, gösterdi. Levyelere ve kulplara sımsıkı yapıştı mı? Yapıştı. Makineye seri manevralar yaptırtıyor mu? Yaptırtmak da lâf mı, uçurtuyor, lastik cayırdatıyor.

Eyvallah. Demek ki buraya kadar işler kitaba uygun.

Peki neden ondan önce oraya tırmanabilenler önemli değillerdi de o çok önemli?

Çünkü daha öncekiler onun gibi yaratıcı değillerdi, makinenin kullanma kılavuzunda ne yazıyorsa onu okuyor o sınırlar dahilinde davranıyorlardı. Oysa şimdiki çalım ustası. Kural tanımıyor. Hakemle itişiyor. En devletengiz meseleleri bile kişiselleştirip, tek başına gole gitmeye çalışıyor. "Şahsi oynama pas ver" diyen Abdullah'a nanik yapıyor. Hayatta kalma içgüdüsü öylesine yoğun ki, en umutsuz pozisyonlarda bile pes etmiyor, her biri birer sürrealizm başyapıtı sayılabilecek çözümler yaratıyor. Elinden gelse kâinatın yasalarını yeniden yazacak, tövbe haşa, manituyu dirseğiyle minder dışına atıp gezegenleri barbut zarları gibi bir o yana bir o yana savuracak. Öylesine bir özgüven ve "big bang" hali yani. Ve de böylesine bir kararlılık ve iştiha.

Kısacası, o bir Devrimci… Ama gel gör ki Devrim denen nesne, adı ne kadar şarkılarla şiirlerle parlatılmaya çalışılsa da, esas itibariyle kanserojen bir oluşum.

Bu güne kadar mutlu sonla biten bir Devrim hikâyesi duyan var mı? Bir sürü dandundan ve meçhul yoldaş mezarından sonra filmin hep başa sarılmadığı, muzafferlerin bilâhare karşıtına dönüşmediği bir Devrim örneği bilen var mı? Paris Komünü? Bolşevik devrimi? Çin? Vietnam? Kamboçya? Nikaragua? Şili? Bolivya? Venezuela?

Ordan birisi "Küba var ya" diye lâf atıyorsa da kulak asma. Küba, yani Fidel Castro: O bir film yıldızı. Oliver Stone'un gözde konu mankeni. Geçiniz. Mutlu hikâye değil, sefalet. İştahsız yankiler için "yemeğini yemezsen sen de bunlar gibi olursun" kabilinden didaktik mesel. Hevesi kursağında kalmış devrimciler için hac farızası. Esmer ten meraklılarını ve ateşi başına vurmuş her yaştan abazanı çeken açık hava kerhanesi. Haa, bir de denizden bakınca görünen camisi varmış. Komiser Kolombo yaptırtmış.

Ben sahici Devrim'den söz ediyorum. Hani tökezleyen düzene ait her şeyin hallaç pamuğu gibi atılıp, yerine "yeni" ve "adil" diye kakışlanan enkaz yığınından. Bizim Usta bize galiba bunu vaad ediyor. Habil ile Kabil'e "durun, siz dost olamazsınız, çünkü kardeşsiniz" diyor, bize de hırtlaklaşalım diye gaz veriyor. Onun bu "Devrim"i -başarıya ulaşacak olursa- sonucunu tasavvur etmek bile istemeyeceğimiz hazin bir çöküş tablosundan başka ne?

Sermayesini dışarıda bırakılmışların hınç ve hasetinden devşiren öngörüsü zayıf bir istilâ hareketi bu, kimseye hayrı dokunmaz.

İşte sorun da tam burada. Usta'nın ütopyasını gerçekleştirebilme şansı sanki pek yokmuş gibi. Buradan bakınca sığ ve rabıtasız görünüyor. Siyasetin teorisinden ne kadar anladığı muğlâk. Stratejik derinliği biraz bedir, biraz uhud, çokça karambolden gol ile sınırlı gibi. Devlet olmanın birinci kuralının karmaşık ittifaklar ağını dengede tutup tek bir hamsiyi bile ürkütmeden, sürüyü dağıtmadan, herkesin diş kirasını gözeterek bir arada tutabilme becerisi olduğunu ya hiç öğrenmemiş ya da biti kanlanınca göz ardı edivermiş.

İşin bir yere kadar olan kısmı aslında bir tür Keloğlan masalı gibi. Doğal bir seçilimin sonucu olarak değil de kaderin bir cilvesi olarak tam o esnada yolu oradan geçiyorken talih kuşunu başında bulmak gibi bir durum. Bir sürü akıldan münezzeh olgunun 12 gezegen misali arka arkaya dizilip kurnaz bir köylü ergeni padişah yapması üzerine kurulu folklorik bir tema.

Onu bu noktaya çıkaran şey feraseti ve yeteneği mi, siyasî derinliği mi, ataklığı mı, pek belli değil sanki. Hikayenin o sahnesine kadar epeyce yarayışlı olsa da levyeleri ele geçirdikten sonra artık anlamı kalmayan hırs, çarpıtma, kendine yontma becerisi belki. Belki daha fazlası. Jeostratejik bir şeyler muhtemelen. Birikip yoğunlaşmış kitlesel bir arzu. Efendi olma arzusu artık ertelenemeyen yığınların sinerjisi. Düşün dur işin yoksa.

Tamam, bunlarla yarışta öne geçilebilir, seçim de kazanılabilir, hele ki ana muhalefetin akıl almaz derecede çapsız ve miyop olduğu bir zaman aralığı yakalanmışsa. Ama dostum, Devlet denen -az yukarıda paşa çayı yaparak tarif ettiğim- makinenin başına geçtiğinde, yani turnuvanın bir üst etabında, artık rakiplerin Kılıçdaroğlu ya da Bahçeli değil ki, Obama, Merkel, Putin gibi çetin karakterler. Onların dünyasında hangi referanslarınla minderde kalabileceksin?

Söylerken biraz tırsıyorum, ama bizim Usta çakılacakmış izlenimi veriyor. O çakılınca kumanda ettiği makine de çakılacak. Sahadaki börtü böcek (onlar da biz oluyoruz) makinenin o hızla çakılan ağır cüssesinin altında yamyassı olacak.

Tamam, sadede gelmek üzereyim, destansı kahramanımızı övüyor muyum yeriyor muyum anlamayanlara hikâyeyi daha berrak bir dille anlatıp, köşeme çekileyim.

Bütün bu olumsuz faktörlere rağmen, bizim şedit usta gene de ardında çok değerli bir şey bırakacak giderken. Mevzuyu Yılmaz Özdil'in ya da Ahmet Kekeç'in yazılarından izleyerek anlamaya çalışan hamşolar da dahil, geniş halk kitlelerini mücevherat değerinde bilgilerle donatarak silinip gidecek siyaset sahnesinden. (Üç vakit mi otuz üç vakit mi, orasını bilemem, falda görünmüyor.)

Devlet denen opak yapı, olağan koşullarda hükmettiği kitlenin itaatini binlerce yıllık deneyiminin öğrettiği kadim hileyle sürekli kılar: Arkaik bilinç altımıza kazınmış olan müşfik ve rabıtalı BABA rolünü hakkını vererek oynayabilecek en uygun konu mankenini belirler önce, vitrinin en görünür yerine koyar. Kameralar karşısında olabildiğince mimiksiz, renksiz, mutedil görüntü vermektir bu sembolik kişinin rolü. Ağzını nadiren açması, açtığında da en yalınkat yurttaşın bile onaylayacağı türden yavan, totolojik klişelerle konuşması (aslında 'mış gibi' yapması) beklenir. Ancak o tarz (nötr) bir figürün her bireyin istikrar beklentisine cevap veren müşterek bir sembol olma şansı vardır.

Ya bizimki? Susmak bilmiyor. Her konuşması dalaşma kıvamında. Ailenin içinde her daim huzursuzluk kaynağı olan, atsan atılmaz satsan satılmaz, kan bağı hatırına kahrı çekilen birileri vardır ya hani. Bizimki bu. Kem talih!

Her konuda takınılacak menfî bir tavrı olan ve iç içe genişleyen halkalar halinde en sadık yandaşlarını, yol arkadaşlarını dahi hiddetinin kapsama alanına dahil eden -zapt edilemezmiş gibi görünen ama bal gibi tasarlanmış- saldırganlık ve düşmansılıkla dışarıya iteleyen bir liderlik. Payımıza düşen bu. Tamam, bu saldırganlık belki bir süreliğine "yenilmezlik" yanılsaması yaratabilir. Ama Devlet denen o makinenin kontrol kabininde kalabilmek için gözetilmesi gereken çapraşık ittifaklar diyalektiği var. Bunu yıkıcı bir eforiyle darmadağın eden, en sadık yandaşlarında bile "sıra ne zaman bana gelecek" korkusunu yaratıp asabiyetin ve itip kakmanın dozunu katlayan bir kişilik bu. Mühürü onun avucuna koyup kenara çekilmiş olan ama ondan bunun diyetini bekleyen koalisyona daha ne kadar hükmedebilir ki?

Velev ki buldu bir yolunu da hükmetti, o zaman bildiğimiz anlamda bir Devlet'in varlığından yine de söz edilebilir mi? Türkiye, galaksinin dış çeperindeki kendi pişirip kendi yiyen gözlerden uzak bir gök cismi mi?

Bu bağlamda, Usta'nın bize öğrettiği şeyler var. Bunların başında, şoför seçerken bile oyumuzu bitirimden değil çelebiden yana kullanırsak, menfaatimizin uzun süreli huzurumuzun kaim olabileceği bilgisi var meselâ. Zayıfı ezmeyi yiğitlik zanneden, beş bin korumanın ortasından sokaktaki yayaya posta koyan, ölümden kıl payı kurtulmuş felâketzedeye maiyeti eşliğinde dayak atan, kapısına destursuz varamadığı devletlere uzaktan efelenen -ve güldüren- adamı kılavuz bellemiş şaşkınların bile öğrenebileceği şeyler.

Biz istenmeyenler, sıçılıp sıvananlar, kertik kürtük bilincimizin ve zaten kör topal yol alan demokrasi yolculuğumuzun hangi arazlarla malûl olduğunu, binanın hangi noktalardan bel verdiğini yeni muktedirin enerjik pratiği vesilesiyle öğrendik, ezber ettik. Yaşamakta olduğumuz süreç, hangi temel ilkeler üzerinde uzlaşmamız gerektiğini ite kaka gözümüze soktu. İnsanları "bizden olanlar" ve "olmayanlar" diye ayırmak yerine, sağduyu nerede diye bakmamız gerektiğini öğrendik. Hayatımızın yularını çapından büyük lâflar eden hayalperestlere emanet etmememiz gerektiğini de öğrendik. Örgütlenmiş kötülüğe karşı kenetlenmenin önemini de. Hangi marazî belirtilere karşı uyanık ve açık fikirli olmamız gerektiğini de. Devlet'ten lütuf beklemeyi bırakıp, hakkımızın ve hukukumuzun bizzat takipçisi olmamız gerektiğini de. Seçmen olmanın kurtarıcı ya da vasi seçmek olmadığını da.

Usta, vehbinin kerrakesini kavramamız için eşi menendi bulunmaz bir örnek olarak hayatımızı işgal etti. O bizim baş öğretmenimiz. Sırf bunun için bile kuvvetli bir alkışı hak ediyor. Adamlığı el yordamıyla da olsa öğrenmek isteyene, her sözü, her davranışı, eşi bulunmaz hayat dersi.

Demek ki bize böyle bir ders gerekiyormuş, manitu yüzümüze gülmüş.

Sağol baş efendi, ellerinden öperiz. Yoldaşlarına da selâm olsun. Bundan sonraki rotamızı çizerken bize öğrettiklerin kulağımıza küpe olacak. Sakınmamız gereken kayalıkların yerini gösteren haritamız pusulamız oldun. Bağışıklığımızı güçlendirdin. Sayende korkularımızı yendik ve sayende devlet adamında öncelikle nelerin aranması gerektiğini gördük, idrak ettik.

Fakat usta, aşk olsun yani. Sonunda hicranı öğrettin bize, biz sana sevmeyi öğretemedik.

Yorumlar

Futbolda al da at denilen paslar gibi bu yazı. Sosyologlara alın buradan yürüyebilirsiniz diyor. Canetti, Kitle ve İktidar'ı Hitler'i yücelten kitleleri anlamaya çalışmak için yazmış. Adamcağız 30 yılını vermiş o kitaba. Bizde de rahmetli Meriç bugün sağolsaydı keşke.

Necdet abim, sizin çok kibar bir ruha sahip olduğunuzu düşünen ve yazılarınızda kelimelerinizi özenle seçtiğinizi bilen bir Derkenar okuru olarak ben meselâ "güldüren adamı kılavuz bellemiş şaşkınlar" ifadenizin üzerinde onlarca cilt yazılabilecek bir ara pas olduğunu düşünüyorum.

Tarihe doğruluğu şüpheli şu küçücük katkımı yapmak isterim sadece: Asıl şaşıranların, şaşıp ve apışıp kalmışların, [1-"güldüren adamı kılavuz bellemiş şaşkınlar"] kümesi olduğunu üzülerek gözlemliyorum. Yani birisi Necdet abi burada müthiş bir kara mizah yapmış dese haksız olmaz bence. Tek umudum, benim gözlemleyebildiğim kümenin çok küçük bir küme olmasından dolayı vardığım bu noktanın yanlış çıkma olasılığı.

Saygılarımla.

Hain Domdom - 3 Mart 2015 (12:16)

Bir şarkı vardı yıllar öncesi, "Yanına mı kalır sandın, sıra sana gelecek. Bakalım o zaman seni kim kurtaracak" diye devam ederdi. Sevgili Necdet, o berbat şehirleri bırakıp, bademin bol, havanın temiz, balığın leziz olduğu yerlere yerleştin. Bizler kurtulmayı düşlerken daha da berbat batıyoruz. Seni örnek alsak evlâd-ı iyal var. Fakat usta bize hicranı değil "kaçmaları öğret". Bu yazı sabah sabah neden yazıldı sanıyorsun, bıktık gari.

Levent Bozkurt - 1 Nisan 2015 (09:19)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

95
Derkenar'da     Google'da   ARA