Patronsuz Medya

"Psikolojikman"

Necdet Şen - 21 Temmuz 2003  


Hayatımda hiç psikiyatriste gitmedim. Gidenlere sözüm yok. Hele "gittim, çok faydasını gördüm" diyenlere ise şapka çıkarırım. Büyük badire doğrusu!

Geri kafalılığımdan da olabilir, ama günün birinde psikolojik yardıma ihtiyaç duyarsam, öncelikle "ben bu psikiyatristin bilgisine, sağduyusuna nasıl güven duyucam?" engelini aşmam gerekir. Ya tam da benim sorunumun öğretildiği gün, bu arkadaş okulu kırdıysa?

Belki bu durumun da bir adı vardır psikiyatride.

İlgi duyduğum şeylerin listesi çok kabarık olduğu ve elime geçen her şeyi okuduğum için, bugüne kadar birkaç tane psikoloji kitabı ineklemişliğim de vakî. Bu kitaplardan edindiğim kanaat şu:

Psikiyatri, insanlara 'şükürler olsun, akıl sağlığım yerinde' dedirtmemek için tüm kapıları kapatmayı amaçlayan modern bir dindir.

Bu dinin de kendine göre bir ruhanî eliti (terapistler, psikiyatrlar, psikoloji kitabı okumuş dantellektüeller), cemaati (nevrotikler, şizofrenler, sosyopatikler, paranoidler, psikoloji kitabı okumuş ve kafası daha da karışmış dantellektüeller) ve tapınma biçimleri (grup terapisi, psikoanaliz, ilâç tedavisi, yatırarak tedavi, kanırtarak tedavi, saate bakarak tedavi…) vardır.

Her ne kadar üç-beş psikoloji kitabına maruz kalmak ve hayatımın o dönemlerini "acaba nevrotik miyim, acaba şizoid eğilimlerim var mı, acaba babamı tepeleyip annemin koynuna girmek, ya da kakama bakıp haz duymak gibi kendime itiraf edemediğim arzularım var mı, acaba anal dönemde mi takılı kaldım, oral dönemde mi, acaba kurşun kalem fallik bir obje olduğu için mi çizgi romancı oldum?" ve benzeri ciddi soruları sorarak geçirmek dışında, psikoloji biliminin fazla gadrine uğramamışsam da, yine de kafamın bir yerinde şöyle bir soruyu taşımaktan da hiç bir zaman kurtulamadım:

- "Ya günün birinde -Allah muhafaza!- bir terapiste başvurmak zorunda kalırsam ve bu psikoterapist orta zekâlı, hatta belki hafiften mankafa biriyse ve benim sorunumu anlayamayıp, işkembeyi kübradan abuk sabuk yorumlar sallarsa ve zaten karışmış olan kafamı adam akıllı allak bullak ederse ben ne halt ederim?"

Öyle ya, cerrah karın boşluğumda bir iki pense, makas, gazlı bez falan unutsa, en fazla ikinci bir ameliyat yapıp unuttuklarını geri alır. Ama ya gördüğünü ve işittiğini anlamaktan aciz bir ahmak, duvarda asılı olan diplomasının sağladığı otoriteden destek alarak ve her insan gibi bende de mebzul miktarda bulunan suçluluk duygularını kaşıyarak beni olmadığım biri olduğuma inandırırsa, ben o arızayı nasıl onarırım?

* * *

"Bize onlardan hiç gelmez"

Günün birinde bahtımın rüzgârı bir kafede karşıma bir psikoterapist çıkardığında dayanamadım, ona bunu sordum. Dedim ki, "İnsan hukuk fakültesini bitirince, avukat olmak için önce avukatlık stajı yapar. Olur ya da olamaz. Edebiyat fakültesini bitirenler de öyle küt diye öğretmenliğe başlayamaz. Yeterlilik sınavı diye bir şey var. Ondan geçmesi gerek. Peki ya sizin okulu bitirince böyle bir yeterlilik sınavına girilir mi?"

Girilmezmiş. Okulu bitiren herkes, babasının parası varsa muayenehanesini açar hasta kabulüne başlarmış. Ya da devlet hastaneleri, özel hastaneler falan varmış, başvurur işe alınırmışsın.

"Peki" dedim, "sizin üniversiteyi kazanmak ve bitirmek için ille de zekî olmak gerekir mi?"

Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, gerekmezmiş.

Bu durumda, normalde adres bile sormayacağın bazı kazların da o diplomalara sahip olup o kliniklerde boy gösterme ve biz insanların en hassas noktalarımız olan zihinlerimizle oynama olanakları var demek ki.

Bu genç psikoterapist hanımefendiye ısrarla şunu sordum o gün:

"Diyelim ki size IQ'su sizinkinden daha yüksek bir hasta geldi ve bu parlak zekâsıyla altından kalkamadığı sorunu için sizden medet umuyor. Ama anlattıkları sizin anlayış kapasitenizin çok üstünde. Bu durumda ne yaparsınız?"

Psikiyatrist hanım "bize öyle bir hasta gelmez" dedi.

O gün aksi gibi inatçılığım üstümdeydi. Daha da eşeledim.

"Yani size hep aptallar mı gelir?"

"Hayır" dedi, "bize sadece alkolikler ve uyuşturucu bağımlıları gelir."

Büyük bir hastanenin alkol bağımlılarıyla ilgili bölümündeymiş. Dayanamadım, gene sordum:

"Yani alkolikler ve uyuşturucu bağımlıları topyekûn salak mıdır? Aralarında sizin anlama kapasitenizi aşacak şeyler soran ya da anlatan birileri çıkmaz mı?"

Genç hanım bir kez daha "bize öyle hastalar gelmez; hepsi alkoliktir ve onların tedavi yöntemleri bellidir" dedi, kestirdi attı. Benim de tepem attı.

"Peki, psikolojik yardım için size başvuran sorunlu kişi, sizin de bir çeşit ruh hastası olmadığınızdan, kafanızın karmakarışık, algı yeteneğinizin bozuk, balatalarınızın sıyrık olmadığından, ya da süzme salak olmadığınızdan nasıl emin olacak?"

"Bizde böyle şeyler olmaz" dedi yine doktor hanım.

Aslında sorumun yanıtını almış sayılırdım. Ama salozluğun bu kadarına tahammül edemediğim için, bir süre daha didiştim haspayla. Sonunda masadaki diğer arkadaş, kardeşinin sevgilisini bu kadar hırpalamama dayanamadı, müdahale etti, ben masanın "huysuz"u olarak damgalandım ve konuşma daha "makul" konulara kaydı.

O gün tatmin oldum mu? Olamadım tabii ki. Kapısına koyunu bağlasan onun da mezun olabildiği bir üniversite düzeninde, gidip gelip, ezberleyip, bina okuyup, dört -ya da altı- yıl sonra diplomasını alan, torpille, şunla bunla bir hastaneye kapağı atan ve sonra da karşısına gelen yaralı insanları "ilâç verilecekler, şoklanacaklar, suçlanacaklar, 'hımmm hımmm' diyerek dinliyormuş gibi yapılacaklar, 'tabii ki sen haklısın, dünya berbat' diyerek sırtı pışpışlanıp eve postalanacaklar" türünden kategorilere ayıran, literatür takip etmesi gereken saatlerde de kafelerde, apartman bahçelerinde lâklâk ederek, televizyona falan bakarak geçiren vasat insanların psikiyatrist, terapist falan olabildikleri bir memlekette yaşıyoruz.

Bırrrrr! Sen beni şaşırtma yarabbim! Doktorun hiç bir türlüsüne, ama özellikle de sıfatı "psiko" diye başlayanlarına muhtaç eyleme! Yürekten amin!

* * *

Tamam, masumsun, da… Kimsin?

Eğer bu didişme kıvamındaki sohbetten bir gün sonra çalan telefon ve hattın diğer ucunda anlam veremediğim bir panikle konuşan kadının sesi olmasaydı, kafedeki o sıradan konuşmayı hemencecik -ve ilelebet- unuturdum. Ama olaylar öyle gelişmedi. Telefondaki tanımadığım ses "ben sizin zannettiğiniz kadar kötü biri değilim!" diyordu yalvarır gibi.

Hattın ucundaki kişiye "Siz kimsiniz? Tanıyamadım." dedim.

Gerçekten de tanıyamamıştım. Bunalımlı, hem de ağır bunalımlı, şanzımanı dağıtmış bir ses, takılmış plak gibi "beni yanlış tanımışsınız, ben sizin zannettiğiniz gibi kötü biri değilim" diye tekrarlıyor, beraatini talep eden bir idam mahkûmu gibi ısrarla "doğru" anlaşılmayı istiyordu.

Tamam, ama konu neydi?

Sıkıldım. "Hanımefendi" diye sordum, "siz kimsiniz, sorun ne, ben sizi hangi konuda yanlış anladım?"

Hattın ucundaki kadın, sinir krizinin eşiğinde olduğunu hissettiren bir panikle "beni hatırlamazsınız, unutmuşsunuzdur çoktan" dedi, açıklamaktan kaçındı.

"Kim olduğunuzu unuttuysam, nasıl oluyor da sizi kötü biri olarak tanıyorum?" diye sual ettim.

Bunun üzerine bir an durakladı, sonra adını söyledi:

"Adım Esra!"

"Peki Esra hanım, sizi nereden tanıyorum ve niçin 'kötü' tanıyorum?"

"Birkaç yıl önce sizi telefonla aramıştım. Öykülerimi göndermiştim hani, okuyun diye…"

"Öyküler? Evet. Şimdi hatırladım galiba. Üç öykünüzü göndermiştiniz."

"Ne olur hakkımda olumsuz şeyler düşünmekten vazgeçin! Ben o kadar fena biri değilim! Çok üzülüyorum!"

Şallak mallak olmamak elde mi? Tanımadığım ve hiç karşılaşmadığım biri kendisinin kötü biri olduğuna kanaat getirdiğimi ve sağda solda bunu herkese anlattığımı düşünüyor. Düşünmekle kalsa gene iyi. Kendi köşeciğinde buna kahroluyor ve üç yıl sonra tekrar arayıp bağışlanma ve iç huzuru dileniyor.

"Esra hanım, lütfen müsterih olun" dedim telefondaki sese. "Tamam, zar zor hatırladım, ama ben sizi çoktan unutmuştum. Bakın, hatırlamakta zorlandım bile. Bu üç yıl içinde hiç aklıma gelmediniz. Hem, üç yıl sonra birden bire nereden icap etti de böyle damdan düşer gibi arayıp savunmaya geçtiniz?"

Hattın ucundaki kadın, ne söylersem söyleyeyim tatmin olacağa benzemiyordu. Belli ki tanışıklığımızı izleyen üç yıl boyunca suçluluk duygularıyla kıvranıp durmuş ve bu duygu her nedense durup dururken bana telefon edip medet dilenecek kadar esir almış kendisini.

Kendisi hakkında hiç bir yargım olmadığına, hatırlamakta bile güçlük çektiğim bir minik ayrıntı için üzülmesinin anlamsızlığına inandırmak için epey ter döktüm. Rahatladı mı bilemem, ama konuşma bitti ve kapattı telefonu.

* * *

Üç yıl önce ne olmuştu?

Cumhuriyet gazetesinin jakoben kemalist bir çete tarafından utanç verici yöntemlerle ele geçirildiği ve buna muhalefet eden tek kişi olduğum için apar topar kapının önüne konduğum, yani Hızlı Gazeteci'nin yayından kaldırıldığı günlerde telefonlarım susmak bilmiyordu. İlk olarak gazetenin santralcisi aramış ve "abi, dört gündür santral kilitlendi, okurlar çok öfkeli, Hızlı Gazeteci'nin neden yayınlanmadığını soruyorlar, onlara senin telefon numaranı vereyim mi?" diye sormuş, ben de ona "Hızlı'yı yayından kaldıran ben değilim, o nedenle sen telefonları yazı işlerine bağla, hatta bizzat Aydınlanma'nın Despotu'na bağla, yanıtı da o versin" dedim.

Yine de eşten dosttan ya da belki sıfır bilmem kaçtan telefon numaramı bulup evi arayan, olayın iç yüzünü soran çok kişi oldu. Herkese elimden geldiğince açıklama yaptım. Kimilerine de (faks cihazı olanlara) evde çizdiğim ama gazete yönetiminin basmadığı çizgi bantları yolladım.

Arayanlardan biri de Selda adında bir okurdu. Sorusunu sorup açıklamalarımı dinledikten sonra da telefonu kapatmayıp, kendisinin de öyküler yazdığını, okuyup fikrimi söylersem çok memnun olacağını söyledi. Okurdum tabii, ama bir fikir beyan etmemek kaydıyla. Çünkü edebiyatçı değildim ve yalan yanlış yorumlar yapmaktan çekinirdim.

Kabul etti ve öykülerini acele postayla gönderdi. Okudum. Yazar kumaşı taşıyordu, ama insanın içini karartacak kadar bunalım kokan öykülerdi. Tekrar aradığında kendisine, sözleştiğimiz gibi, "beğendim-beğenmedim" bağlamında hiç bir yorum yapmadan içeriğe dair bir şeyler söyledim.

"Sizinle aslında ortak bir tanıdığımız var" dedi konuşma arasında. "Kim?" diye sordum, Lâle var ya hani, çocuk kitapları yazan, bir ara aynı yerde çalışmıştık, o da sizi tanıyor, iyi biri olduğunuzu söylemişti" dedi.

Ne güzel. Ortak bir tanıdık. Aynı klandan sayılırız o halde.

Birkaç gün boyunca sürdü bu telefonlar. Muhatabım, "alo" bile demeden damdan düşer gibi konuya giriyor, ben bir şey sormadan kendini anlatıyordu durmaksızın. İşsiz bir üniversite mezunu olduğunu, Cihangir taraflarında loş bir zemin katında yaşadığını, babasının yaptığı para yardımıyla geçindiğini, mutsuz olduğunu, sevgilisinin kendisini daha iyi öpüşen bir kız yüzünden terk ettiğini, hayattan zevk almadığını… Bütün bu anlattıklarını katlanılması zor bir kahır haline getiren mızmız ve dertli bir ses tonuyla anlatıyor da anlatıyordu.

O yıllar bugün anımsadığımda öfkeye kapılmama neden olacak kadar kibar ve tahammüllü biriydim. O nedenle mi bilemem, karşıma çıkan hemen herkes beni bir ağlama duvarı gibi kullanır, içinin bütün kirini boca ederdi üzerime. Sessizce katlanırdım, onlarla birlikte üzülür, "nasıl hallolur?" diye sorunlarına kafa patlatır, dinler de dinlerdim. Bokunu yemiş deli bile yapmaz o kadarını, ama ben sızlanmaksızın yapıyordum. İyiliğin kendimi kullandırtmaktan geçtiğini sandığım yıllardı.

Çocukken okuduğum Tommiks'ler fitil fitil geliyordu burnumdan besbelli. Kendimi "iyilik" yapmaya adamıştım. Ortada haydutlar, Apaçiler, Binbirsuratlar yoktu, ama bin bir kılıkla dolanan mızmızlık, hayattan zevk almama ve başkalarının enerjisinden geçinme salgını vardı. Popüler bir uğrak yeriydim o sıralar yas kervanları için. Günah çıkarma kulübesiydim.

Buna rağmen, ona ancak üç gün dayanabildim. Üçüncü gün konuyu değiştirmek için, "ister misin, senin tipini tarif edeyim?" dedim.

"İsterim" dedi.

"Sen" dedim, "orta boylu, esmer, yağlı siyah saçları olan, saçını arkadan lastikle bağlayıp at kuyruğu yapan, sigarayı tutarken parmaklarının uçları içeri doğru kıvrılan, dizini karnına doğru toplayarak hafiften kambur oturan, dalgın bakışlı, tırnaklarındaki ojeler dökülmüş, küpe takmayan, cildi sarı-kahverengi, sivilcelerini farkında olmadan tırnaklayan, bej ve kahverengi tonlarda giyinen birisin. Doğru mu?"

"Ay! Evet."

"Şu anda üstünde siyah ya da neftî bir kadife pantalon ve bej tonlarından oluşmuş pötikare bluz var. Tek kişilik koltukta oturuyor ve çorabınla oynuyorsun. Sigaranın külü uzamış, düşmek üzere. Bildim mi?"

"Evet. Pardon! Bi dakka! Sigaranın külünü silktim son anda. Sağol."

"Ama yine de halının ve koltukların üstünde bol bol sigara yanığı var ve parmaklarının kenarları da tütün sarısı. Öyle mi?"

"Evet. Hep bırakmak istiyorum da, bugünlerde çok zor."

"Şu anda mutfakta içine sigara izmaritleri bastırılmış, günlerdir yıkanmamış, kirleri katılaşmış, bulaşık tabaklar var. Bildim mi?"

"Şey… Bugün yıkamayı düşünüyorum. Nereden biliyorsun?"

"Sadece tahmin. Bak Selda. Sana karşı açık olsam kırılır mısın?"

"Bilmem. Nasıl yani?"

"Selda. İlk gün aradığında çok memnun olmuştum. Duştan çıkmıştım. Islaktım. Üşüyordum. Bir saatten fazla konuştuk, ama yine de kapatalım demedim."

"Ah! Özür dilerim! Bilmiyordum!"

"Yok, o kısmı hiç sorun değil. Sen de bir yazarsın aslında. Konuşmaktan zevk aldım. Ama sonraki günlerde ses tonun ve anlattıkların o kadar baydı ki, içim kabarmaya başladı. Çok uzun monologlar halinde yakınıyor da yakınıyorsun. Bir düşün istersen, daha yüzünü bile görmediğin birinin üzerine bu kadar dert boca etmek, 'uygun musun?' diye sormadan doğrudan yakınmaya başlamak ve her gün en az bir saatini telefonda yakınarak geçirmek bencillik sayılmaz mı?"

"Ama ben… Seni…"

"Selda. Çok sıkıldım! Daha beş gün oldu işsiz kalalı. Ödemem gereken araba taksitleri var, ev kiram, kredi kartı borcum, şunum bunum var. Bunların altından nasıl kalkacağımı bilemiyorum. Yayınlanmayacağı aşikâr olduğu halde ısrarla çizdiğim ve her gün onlarca farklı adrese faksladığım çizgi bantlarımın çizilmesi için zamana ve sakin bir ortama ihtiyacım var. Senin bunalımından önce bunlara kafa yormam gerek. Moralimi diri tutabilmeliyim. Yani ben artık sırf okurumsun diye sana daha fazla bedava psikoterapistlik yapmak istemiyorum."

Telefonun ucundaki ses donuklaştı.

"Tamam, anladım. Hoşçakal!"

Çat diye kapattı. Derin bir soluk aldım. Belki de hayatımda ilk kez kendimi korumayı başarmıştım.

* * *

İki gün boyunca aramadı. "Eh, en azından halden anlayan biriymiş, üstelemedi" diyor seviniyordum. Ama yanılmışım. İkinci günün sonunda 'zırrr' telefon, açtım, gene o.

Öncekilerden de berbat, karabasan gibi bir ses. "Sana bir itirafta bulunmak istiyorum" dedi. "Benim adım aslında Selda değil, Esra. İşsiz de değilim. Falan yerdeki hastanenin madde bağımlılarını tedavi merkezinde psikoterapist olarak çalışıyorum. İlk baştan çekindiğim için senden gerçek kimliğimi sakladım. Aslında seninle dost olmak isterdim."

Kanım dondu. Dost olmak şöyle dursun, daha da resmileştim. Öfkemi bastırmaya çalışarak, ağır ağır, sözcükleri seçe seçe konuştum.

"Yani siz üç-dört gün boyunca karşıma sahte bir kimlikle çıktınız, yalan hikâyeler uydurdunuz, beni kandırdınız ve şimdi dost olmak istediğinizi söylüyorsunuz."

"Evet. Bana kızmadınız değil mi?"

"Kızmak ne kelime? Öfkeden kuduruyorum!"

"Ama ben. Gerçeği söylemeye hazır değildim."

"Ben hazırım ve söylüyorum. Bakın Esra hanım. Ya da Selda hanım. Her kimseniz. Bundan sonra sizden ne bir telefon ne bir kartpostal almak istemiyorum. Tanışmak, görüşmek de istemiyorum. Çok kızgınım. Sahte bir yüzle karşıma çıkıp, yalan-dolan öyküler anlatarak iyi niyetimi kötüye kullandınız. Şimdi telefonu kapatıyorum. Bir daha ararsanız, karşınızda aynı kibarlıkta birini bulamayabilirsiniz. İyi günler."

Telefonu kapattım. Hakikaten çok öfkelenmiştim.

O zamanlar kibar olduğum kadar sertmişim de anlaşılan. Oysa ne olacak, kendini gerçek kimliğiyle tanıtmaktan ürkmüş her halde. Hayat dediğin Şekspir trajedisi değil ki. Dünya hali.

(Hamiş: Bu arada, buradaki adların hepsinin uydurma adlar olduğunun bilinmesinde yarar var. İsim hafızam zayıftır, aradan geçen zaman zarfında gerçek adlar aklımdan silindi, onların yerine salladım işte bir şeyler.)

* * *

Tesadüfün bu kadarı Türk filmlerinde bile olmaz!

O telefonlardan birkaç gün -ya da belki birkaç hafta sonra- bir resim sergisinde onunla ortak tanıdığımız olan yazar Lâle'ye rastladım (bu isim de sallama). Söz nereden açıldıysa, ona Esra'dan söz ettim. "Haa, evet!" dedi, "Bizim Esra. Bana hep seni sorar. Koyu hayranın. Noolmuş?"

Olan bitenden kısaca söz ettim. Çok şaşırdı.

"İnanılır gibi değil! Falcı mısın sen? Hiç görmediğin birini sanki karşındaymış gibi nasıl böyle tıpatıp tarif edebildin?"

"Bilmem" dedim, "hissi kablel vuku her halde."

"Tevekkeli değil" dedi, "kız bunları duyunca sana kafayı iyice takmış olmalı!"

"Allah esirgesin!" dedim. Korkarım gerçekten de böyle şeylerden. Üzerine abanılan biri olmak, ne erkek için ne de kadın için hoş bir şey değildir. Bağımsızlığına düşkünse tabii.

"Ben ona gösteririm gününü!" diye söylendi Lâle, "beni alet ederek birini rahatsız etmek neymiş, anlasın!"

"Aman Lâle!" dedim, "Bu konunun seninle ilgili hiç bir tarafı yok. Şikâyet etmek amacıyla sormadım. Sormasaydım keşke. Arkadaşının niyeti kesinlikle rahatsız etmek falan değildi. Sadece ben onun mutsuz ses tonundan sıkıldım ve bunu da ona söyledim, konu kapandı. Lütfen, bak, rica ediyorum, ona hiç bir şey sorma ve katiyen çıkışma. Daha da fazla üzülmesine neden olursun!"

Ne kadar sıkıştırdıysam, bunun aramızda kalacağına dair yemin falan aldıysam da Lâle yememiş içmemiş, konu sanki odağında kendisinin olduğu, onun onurunu hedefleyen bir rezaletmiş gibi, ertesi gün kızı arayıp çatmış. İyi halt etmiş. Zaten yaralı olan bir arkadaşını sırf kendi egosunu yatıştırmak için daha da beter yaralamış.

Buymuş meğer üç yıl aradan sonra bile hâlâ kendini zan altındaymış gibi hisseden ve temize çıkmaya çalışan psikoterapist bayanın sebeb-i yâresi.

* * *

Peki, bir gün evvel bir kafede başka bir psikoterapistle yaptığım tartışmanın hemen ertesi günü, onun, önceki gün sorduğum sorunun muhatabı sanki kendisiymiş gibi savunmaya geçmesi sadece bir rastlantı mıymış? İşte bunu ona sormayı unutmuştum. Daha doğrusu, konuşma sırasında bu rabıtayı henüz kuramamıştım.

Biraz daha düşününce köşeli jeton da yerine oturdu. Önceki gün "bize o tarz hastalar gelmez" diyerek sığlığını ikrar eden cici kızımız belli ki ertesi gün işyerindeki arkadaşlarına "dün necdet şen adında bir uyuzla tanıştım, saatlerce 'ya sizden daha zekî bir hasta gelir de siz onun karmaşasının ne olduğunu çözemezseniz?' diye kafamın etini yedi" diye mavra yapmış olmalı.

Nereden bilsin o an orada bulunan ve bu ayrıntıyı dinleyen arkadaşlarından birinin tam da bu konuda kanayan bir yaraya sahip olduğunu?

Ya da belki haberi vardır, "bak, necdet şen dün bana bunları sordu, yoksa seni mi kastetti?" diye de sormuş olabilir.

Nereden nereye? Dünya mı küçük, yoksa bizim çizgi romanları okuyanların sayısı bir avuç da ondan mı bilemem, çizerlik hayatım boyunca bu tarz ilginç rastlantılar sık sık geldi başıma. Halen de geliyor. Ama biriyle sadece telefonda diğeriyle de bir kafede konuştuğum ve de birinin "sorunlu" diğerinin "vasat" olduğunu düşündüğüm iki psikoterapistin bıraktığı izlenim, maalesef, günün birinde bu meslektekilere işim düşerse onların aklıselimine pek güvenemeyeceğimi ve mümkünse kendi göbeğimi kendim kesmem gerektiğini düşündürttü bana.

Zaten hazreti Freud aleyhisselâm da bir kitabında "insanlar en fazla 45-50 yaşlarına kadar psikoterapiye yanıt verebilir, ondan sonraki yaşlarda kişilikleri kemikleştiği için sen sağ ben selâmet" dediğine göre, bu meslek grubuyla olan işim -muhtemel hasta olarak- hemen hemen bitmiş demektir.

Ola ki bu yaştan sonra kudurur, balataları sıyırırsak, bu fakiri nerenin paklayacağını sanırım hepiniz biliyorsunuzdur efendim.

Zaten teneşir tahtasıyla terapi divanının görsel ve mecazî benzerliği de insanı bu yönde düşünmeye sevk etmiyor değil. İkisine de sırt üstü uzanıyor ve ruhu teslim ediyorsun.

Aradaki fark şu: Zebaniler alaylı, doktorlar mektepli.

Yorumlar

Necdet abi merhaba…

Eh bu psikolojik yazınızın üstüne herkes psiko anılarını anlatıyo mu size bilmem ama ben anlatcam.

Depresyona girmiş bulunduğum zaman (e psikiyatrım söyledi canım, bana göre ise hayatımın ebleh dönemlerinden biriydi sadece) okulumdaki psiyatriste utana çekile ilâçlar hakkında bi sürü şüpheylen gittim.

Hamfendinin yanında birileri daha vardı (nasıl olsa öylesine havadan sudan bahsetcem ya ona göre, yalnız kalmaya gerek duymadı) ve ben sizin bahsettiğiniz teneşir koltuğa deil de bildigimiz sandalyeye oturduğumda ilk olarak "neyin var?" diye sordu.

Bi ona bi yanındakine endişe ile bakarken iki "hık-mık" dan sonra "ne bileyim neyim olduğunu, ama bi şeyim var ki size geldim" dedim. Hayır sanki ben diycem ki şiddetli oksürüğüm ve ateşim var, o da iki aspirin bi şurup yazıp beni yolluycak. Gerçi fazla fark etmedi, iki lâklâk bi antidepresanlan yolladı beni. Hafif üşütmüşüm işte!

Ve aynen dediğiniz gibi, ilâçlar nedir ne deildir nasıl iş görür gibi sorularıma o anki halet-i ruhiyem içinde kafamı iyce karıştıran bi hikâyecik anlatarak cevap verdi: Güya kurtcuklar varmış (tahta kurdu misali, ülkücü kurtlardan deil), iki yanda da elektrik alan taşıyan metal plakalar. Kurtcuklar bu levhalara değerse çarpılarak kızarıp ölüyolarmış. Bütün hepsi öldükten sonra da bu kurtçukların cesetcikleri yamyam misali diğer kurtcuklara yediriliyormuş ve bu yeni kurtçuklar hiç dokunmadan elektrikli levhaların arasından yürüyüp geçiyolarmış.

Diye anlattı, "ne? nasıl? nedir?" diyemeden de postaladı. Allah allah, yok ya! Kurtçuk deince anında kıllandım. Zaten beynimde sorun olup olmadığını düşünüyorum günlerdir. Bi de mikrop olsa hadi neyse ama kurtcuklar çıktı başımıza. Fakat hakkını yememek lâzım yine de psikiya hanımın; verdiği ilâçlar işe yaradı galiba. Çünkü kurtcuk kurtcuk die düşünmekten sıyırmadan önce kendi kendime doğru da olsa yanlış da olsa bi anlam çıkarmak zorunda kaldığımı hatırlıyorum.

Hafif uzamış ama kusra bakmayın notepad'de boyle gözükmüyordu!

Terapistsiz günler, saygılar.:)

Rusuhi Cantay - 23 Temmuz 2003

Psikiyatristlerin bu mesleği seçişinde acaba hiç mi kendi sorunlu çocukluklarının etkisi yoktur? İnsan merak etmeden duramıyor.

Merih Akoğul - 16 Mayıs 2007 (11:07)

Bu konunun rahle-i tedrisından geçmiş (Klinik Psikoloji), masterler ve doktoralarla cebelleşmiş ve irfanına irfan katıp ziyadesiyle irşad etmiş, ömrüne ömür katmış, boyu uzamış ve başı arş-ı alâ'ya değmiş biri olarak fetvam şudur:

Psikolojik yardıma gereksinim duyduğunuzda size İd, Ego, Süperego, Psikoanaliz, Freud, rüya yorumları, Elektra, Odiopus kompleksi gibi lâflar eden "akıl doktoru" taifesinden ebedîyen uzak durun (Böylece Freud denilen saçmalık yığını ve onun müridlerinden uzak durmuş olursunuz). Yoksa, 3-5 yıl bu adamların muayenehanelerine taşınır, var olan dengenizi de kaybeder, eşek yüküyle para harcar ve sonunda hatanın annenizde veya babanızda olduğunu öğrenir, öyle bir rahatlarsınız, öyle bir huzurla dolarsınız ki şak diye iyileşirsiniz.

Çoğunlukla gâvur ellerinde yaşamama rağmen bazen memlekette TV izlerken Psikoterapist rolü oynayan Psikiyatr (ve bazen de Psikologları) gördükçe vah bu adamların ellerine düşenlere demekten kendimi alamıyorum. Adamlar insan denilen varlığın sırrını çözmüş ermiş-evliya pozları kesiyorlar.

Bir zamanlar mesleğin içinde bulunmuş (ve terk-i diyar eylemiş) biri olarak sözüm şudur: Bu adamların medyada boy gösteren, millete akıllar, fikirler bahşeden akıl danelerinden özellikle uzak durun. Ellerinde "Akıl Doktorluğu" diploması olması ve insanları atlatmayı becerecek meslekî inceliklere sahip olmaları kendi problemlerini dışarıda bir taraflara rahatlıkla yansıtmalarına imkân tanıyor.

Psikiyatri Tıp içinde statüsü en düşük daldır. Diğer alanlardakiler onları Doktor yerine bile koymaz. Psikiyatristler TUS sınavıyla bu alana gelirler, çok ince elenip sık dokunması gereken bir kişilik özellikleri mülâkatından geçmezler, uzmanlıklarını alır giderler. Medyada millete akıllar fikirler ihsan ederken aslında buram buram kendi patolojilerini sererler ortaya, tabii ki görebilen bir göz için.

Kâmuran Kızlak - 14 Aralık 2007 (20:45)

Bir psikolog arkadaşım var. Bizim sınıfın yüzde doksanı problemliydi demişti. Onun saptamasına göre bu bölümü seçenlerin amacı; hastalara yardım etmek değil, kendi problemlerini çözmek. Bazıları mesih olduğunu beyan edecek kadar ileri gitmiş. Bu yazıyı okuyunca geldi bu ayrıntı aklıma.

Seyit Balkuv - 19 Aralık 2007 (09:37)

Psikiyatri ve psikoloji dallarıyla uğraşan insanlara biraz sert tepki gösterildiği kanaatindeyim. Bunun sebepleri arasında, verilen örneklerdeki kişilerin tutarsız davranışları ve bu kişilerin ellerindeki yetkinin (bir insanı akıl hastanesine gönderme, haklarından mahrum edebilme gücü, vs) etkili olduğunu düşünüyorum. Böyle bir şey insanı korkutuyor ama bu dalların, emekleme aşamasında olduğunu ve dayandığı temellerin sağlam -henüz sağlam- olmaması da gözardı edilmemeli (en azından benim gözlemlediğim bu). Bu dallar yıllar sonra, daha çok dallara ayrılabilir ya da başka dallarla birleşebilir, daha sağlam temellere oturabilir. Şu anda önemli olan bu dalların eğitimini alan kişinin, "cevaplar bende" gibi bir tavır takınmaması ve İnsan yaradılışına etki eden diğer etmenleri de (psikiyatri ve psikoloji dışında) sorgulayabilmesidir.

Emre Yüce - 2 Mart 2008 (01:56)

Ne tesadüf! Az önce yine bu sitede bir yazı okumuştum ve orada da benzer bir saptama vardı:

"Bütün koşullanmalarımız bu üç sözcükte gizli. Adına 'psikiyatri' denilen ve 'bilim' diye tanımlanan o şeyin, olsa olsa bir koşullandırma bilimi -dizginleme - uyuşturma, yapay sosyalleştirme olduğunu bugün uzaktan bakınca daha iyi anlıyorsun."

Dikkat! Alkol Var! (Ahmet Erhan)

Daha önce hiç böyle bakmamıştım olaya. Bu siteyi okumak ufuk açıyor.

Sıla - 9 Mayıs 2008 (16:16)

Bu konuda görüş serdedecek kadar akıllı değilim. Çok kısa diye kabul etmiyorsunuz ama testinin içindeki kadarı dışarı sızar.

Naci Koç - 23 Kasım 2009 (17:03)

Psikiyatri/Psikoterapi konularına nedense hep kuşkuyla bakmama neden olan bir açmaz, bu kez de mesleğin bir erbabı tarafından ele alınmış.

Sözüne güvenilen biri olmanın en elzem koşullarından birisi de, kendisine -ya da içinde bulunduğu camiaya- karşı dürüst ve sorgulayıcı bakmak olduğu kanısındayım. Aksi takdirde, bütün o kasılmalar, "ben senin ciğerini okurum" pozları, artistlikten öte anlam taşımaz.

Bakın neler anlatıyor meslek erbabı:

"Terapiden geçmemiş ve geçmeyen psikiyatr ve psikoterapistler bu nedenle zamanla narsistik bir yapı geliştirirler. Düşünün bir, danışanlarınız belki de en yakınlarına bile söylemedikleri, anlatmaktan çekindikleri, en derinlerinde sakladıkları sırları size açıyor ve sizden ilişkilerindeki, iş hayatlarındaki sorunlar için çözüm yolları üretmenizi ya da üretmelerine yardım etmenizi bekliyor. Bütün gün bir bilir kişi gibi insan hayatları içinde dolanıyor, onların en gizli dolaplarını fütursuzca karıştırıyorsunuz. (…)

Kendi hayatınızda çözmekte zorlandığınız bir sürü konuda danışanınızla birlikte kendinizden gayet emin bir şekilde çalışıyorsunuz. Bu durumun yarattığı ruhsal yarılma kendisi terapiden geçmemiş psikiyatrda yetersizlik ve başarısızlık duyguları uyandırmaz mı?

Yetersizlik ve başarısızlık şemalarıyla boğuşan psikiyatr çoğunlukla narsistik bir savunmaya geçer. Bir de bakarsınız, yalnızca psikiyatri branşında değil, hayatın her alanında bir uzman gibi konuşmaya, yazıp çizmeye başlamış. Üstelik her şeyi bildiğine kendi de inanmış. Tanınır olmanın peşine düşmüş, TV programlarında çıkmayı narsistik bir tatmin olarak yaşamaya başlamış. Kendi mesleğine kendi ihanet eder hale gelmiş.

Hele kariyer basamaklarında yükselmiş, yaşını başını almış psikiyatrların yaptıkları terapiler için birinden süpervizyon, danışmanlık almaları düşünülemez bile. Bu da psikiyatrı narsistik bir yalnızlık içine sürükler, ilişkilerinde sorunlar yaşadığında yetersizlik duyguları daha da artar.

Belki de, zayıf ve güçlü yanlarıyla "normal" bir insan olduğunu kendisine anımsatacak bir terapiste en çok psikiyatrların ihtiyacı vardır. İnsan olmanın yolu kendimizi olduğumuz gibi kabul edebilmekten geçer çünkü…"

Yazının tamamını okumak isteyenler için: Terapisti kim tedavi eder? (Dr. Alper Hasanoğlu - Radikal)

Necdet Şen - 15 Nisan 2012 (09:42)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

318
Derkenar'da     Google'da   ARA