Patronsuz Medya

Je ne suis pas Charlie

Necdet Şen - 15 Ocak 2015  


Fikir ayrılıklarının itişmeye dönüştüğü, hele silâhların devreye girip birinin diğerini öldürerek susturduğu yerde, söz değersizleşiyor.

Günümüzde yerkürenin diğer yarısında yaşayan yabancıya dokunmak için Marko Polo olmaya gerek kalmadı; hızla gelişip evrimleşen iletişim ve ulaşım imkânları sayesinde, metropoldeki söz müstemlekeye, müstemlekedeki işsiz metropole ulaşıyor.

Bu karşılaşma ve iç içe geçmenin ne kadar sancılı olduğunu gözlemlemek için haberlere bakmak yeterli.

Ama antropolojiden yardım almaksızın sosyolojiye giriş yapmak da zor sanki. İnsanın evrimleşme hızı teknolojinin epeyce gerisinde kalıyor. Uzaktakine sesimizi duyurmak için mikrofonu ağzımıza yaklaştırmak yeterliyken bile, hâlâ dağdan dağa sesleniyormuş gibi bar bar bağırıyoruz.

İstila edercesine çoğalıp yayılan teknolojik imkânlar hayatımızı hangi yönden kolaylaştırdı bilemiyorum ama gittikçe artan bir bağırtı ve kakofoni denizinde boğulduğumuz kesin.

Gene de şunca lâfazanlık ve slogan denizini yarıp ortasından geçen bir yol bulmaya, sözü evirip çevirmeden en temel soruyu sorarak meselenin adını koymaya çalışalım:

Cinayeti onaylıyor musun?

Gerekçesi her ne olursa olsun. Tepen ne kadar atmış olursa olsun. Velev ki yedi ceddine, Allah'ına, peygamberine sövülmüş olsun. Sen gene de cevap ver:

Cinayeti onaylıyor musun?

Bu soruyu büyük harflerle "HAYIR, ASLA" diye cevaplamayan biriyle, değil tartışmak, selâmlaşmak bile istemem. Çünkü o kişi, aramıza koyduğu şiddet ile, ilişkinin kuralını tek yanlı belirliyor, peşinen tehdit ediyor, irademi tutsak ediyor demektir. İşine gelmeyen herhangi bir anda vahşeti devreye sokabileceğini peşinen ilân ederek, daha baştan hep birlikte bir toplum olabilme şansımızı sabote ediyor, kendisi dışındakileri rehineye, kurbana dönüştürüyor.

Hangi yüce ideal adına olursa olsun, işin içine silâhı (öldürmeyi) katan her türlü yaklaşımla aramıza mesafe koyabildiğimizde üzerinde durulabilecek bir ortak paydamız olabilir. Diğeri çatışma ve cinayettir. Gücü yeten kendi doğrusunu dayatır, gerçekte kimin haklı olduğu anlaşılamaz. Katille neyi niçin nasıl tartışacaksın?

Bu bağlamda, "faşist" öldüren devrimci de, "komonist" öldüren ülkücü de, alevî öldüren sünnî de, ermeni kesen türk de, karikatürist öldüren müslüman da ancak tek bir isimle adlandırılabilir: Canî. Başka hiç bir şey değil; düpedüz canî. Aşağılık bir suçlu.

Hem her şeyi yaratan aşkın bir varlığa (diyelim ki tanrıya ya da özgür düşünceye) inanıp hem de kendi kafasına göre can alan (şirk koşan) kişi, en başta kendi itikadı konusunda sahtekâr değilse nedir?

Bu konuda hemfikirsek meselenin diğer yönüne de bakabiliriz.

* * *

Yıllardır Gırgır türevi dergilerin "siyasal mizah" adı altında yaptığı şeyi eleştiriyor ve bunun aslında mizah değil densizlik ve sorumsuzluk olduğunu söylüyorum. Cephanelikte sigara içtikleri ve eğer o barut fıçıları bir tutuşursa sadece kendilerini değil, bir sürü masumu da yakmaları ihtimalini sezdiğim için. Alabildiğine kızışmış ve çıldırma alâmetleri gösteren bir dünyayı kendi rahat minderlerinden izleyip çocuksu bir özensizlikle yorumladıkları için.

Bunu "inanç sahibi kalabalıkları incitme" klişesiyle açıklamıyorum. Sorun bir tek bu olsa ne yapalım der geçebilirdik. Hayat bu, hepimiz bir şeylerden inciniyoruz; yine de bir biçimde bununla yaşamayı öğreniyoruz. "Peygamberime dil uzattın, ruhum yaralandı" gibi gerekçelerin tabii ki saygı uyandıran bir tarafı yok. Bu vesileyle yapılan barbarlığın mazereti de yok. Ama bu barbarlığı uyandıracak ufunetli noktaları kamuoyu önünde ısrarla kaşımakta da sağduyulu bir yan yok. Eli kalaşnikoflu ve zihninsel kapasitesi yerlerde sürünen sosyopat meşrep cihat hücreleri toplum içinde sudaki balık misali sinsice dolanırken ve genç yaşlı masum suçlu ayrımı gözetmeksizin kan dökebilirken, penceresinden sokağı izleyen tuzu kuru çocuk rahatlığıyla "ben çok hınzırım, hiç bir şeyden korkmam" diyebilme lüksümüz var mı, bir de bunu sorgulasak…

Ha, bir de "ifade özgürlüğü" denen nesneyi sadece kendi fikirlerimizi tepeden bakan bir tavırla dikte etmekten ibaret sanmasak…

Siyasi tarihimize zekâsının ve belâgatinin parlaklığıyla geçmeyeceği şimdiden belli olan bir Türk büyüğünün gayet net özetlediği gibi "lütfen tüm müslüman ülkelerden lâik olmalarını rica ediyorum" türü inciler yumurtlamasak meselâ.

Çünkü o zaman "bir tane doğru vardır, o da şudur" gibi bir önerme ile kendimizi bağlamış oluyoruz ki, bu da karikatürist öldürerek Allah'a hizmet eden manyaklarla aramızdaki farkı sadece cürüm işlemeye yatkın olup olmayışımıza indirgiyor.

"Je suis Charlie" sloganında da işte böyle bir dayatma algıladığım için, altına imza atasım gelmiyor.

Neden "Charlie" olayım ki? Charlie için üzülen ve tüm insanlık için kaygılanan biri olsam kesmez mi?

Tamam, Charlie Hebdo dergisine yapılan kanlı baskından tüm içtenliğimle azap duyuyorum. Bunu özendiren, yapan ve bu yapılanı onaylayan hastalıklı zihniyetin yüzüne tükürüyorum. Ama bu facianın beni neden maktullerin fikriyatını sahiplenmekle yükümlü kıldığını pek kavrayamıyorum. Bu vahşeti "Charlie" olmadan mahkûm etmenin bir yolu yok mu?

Birilerinin "kutsal" dediği her şeyi biz de kutsal saymak zorunda olmama hakkımız tabii ki var. Ama bu açık fikirliliğimizi o zaman lâik dünyanın "sanatçı" ya da "mizahçı" diye etiketleyerek sorumluluktan azade kıldığı, hikmet sahibi kişiler gibi algıladığı modern kutsallar için de çalıştırmak gerekmez mi? Kendi çocuklarını dünyanın merkezi gibi görüp neredeyse tepesine sıçıran ve bu tuhaf ilişkiyi matah bir şeymiş gibi görüştükleri diğer insanlara da dayatan zamane ebeveynleri gibi davranmıyor muyuz böyle yapınca? Biz mizahçının ölçüsüzce sıçıp sıvamasında keramet görüyoruz diye herkes de öyle mi görmek zorunda?

Charlie Hebdo dergisinde yazılıp çizilenlerin, bırak bağnaz dinciyi, orta karar bir Fransız entellektüelini bile hop oturtup hop kaldırtacak türden şeyler olduğunu, katliam vesilesiyle okuma fırsatı bulduğumuz özel sayısına bakarak bile anlamak mümkün. Karikatürlerden sızan bu saygısız-hoyrat tavır, bana fanatizmin zıt uçtaki bir izdüşümü gibi geliyor. Örneklemek gerekirse, varlığı da yokluğu da kanıtlanamayacak olan bir önerme (Tanrı) hakkında, söz konusu varlık/yokluk seçeneklerinden birinde ("yoktur, öyleyse inananlar salaktır" yargısında) karar kılarak ele alan, diğerini aşağılamada sınır tanımayan çocuksu bir tavır bu. Bir yanıyla ufuk açıcı gibi gelebilir ama diğer yanıyla basbayağı edepsiz. İşlek zekâyla sığlığın ilginç bir karışımı. Kendi benliğini ve önemsediği değerlerini de alay konusu yapabilen bu delifişek nihilizme bazılarımız saygı, hatta belki hayranlık duyabiliriz; ama bu hayranlık ortalıkta dolanan ve kendisini değerli hissedebilmenin yolunun kendi meşrebince "ölümsüz" olmaktan geçtiğini sanan intihara meyilli katillerin elini bağlamaz ki.

Başta da söylediğim gibi, fikir ayrılıklarının itişmeye dönüştüğü, hele silâhların devreye girip taraflardan birinin diğerini öldürerek susturduğu yerde söz güdükleşip anlamsızlaşıyor. Kutuplaşmanın tarafları bize dönüp "ya Charlie'sin ya da Kouachi, tarafını seç" demiş oluyor.

Bu korkusuz eylemperverler tarafından korkaklıkla, kaypaklıkla, pasifistlikle falan suçlanma riskini göze alarak, ben gene de "je ne suis pas Charlie" (ben Charlie değilim) diyorum. Saldırının faili Kouachi de değilim. Bugüne kadar kimsem gene o kişiyim. Olan bitene kendi gözlerimle bakmaya, vicdanımı kampanyalara ödünç vermemeye, şu ya da bu tarafın askeri, fedaisi olmamaya, fikirler ve olgular arasında katı ve değişmez tercihler yapmamaya özen gösteriyorum. Bu dünyada kendi var oluş hakkım kadar diğerlerinin de taciz edilmeden var olma hakkı olduğunu hep aklımda tutuyorum.

Konunun kıtlığına kıran girmediğine göre, mizahçılar için, dünyanın gözleri önünde manyaklarla rus ruleti oynamak dışında da üzerinde kalem oynatılabilecek kıyamet kadar mevzu olduğunu görebiliyorum.

O nedenle, kimseye ne "ey müslümanlar siz de lâik olun, kavga bitsin" ne de "ey zındıklar, kesin sesinizi, yoksa sıra size de gelir" diyenlere yüz veriyorum. Tavrımı anlamaktan ve hemhal olmaktan yana koyuyor, tektipçiliği ve dayatmayı reddediyorum.

Yorumlar

Sadece birkaç cümle…

Öteki, nefret, şiddet, hep olacak, bu çok doğal. Ama doğal olan başka şeyler de var, sevgi, paylaşma, şevkat, merhamet ve karşılıklı saygı gibi…

Soru, bu duygular nasıl dengelenecek; ve ilk grubun çarpanı olarak konformizm ne derece azaltılabilecek?

Selamla…

Yavuz İnan - 16 Ocak 2015 (16:42)

Haklıya hakkını teslim etmek bu kadar mı zor? Dedirtiyor insana etrafı biraz dinleyince. Kayıtsız şartsız tek doğruluk iddiasını hastalıklı ve kısır bir süreç olarak görüyorum. Dayatılıyor diye kızdığına sen dayatıyorsun, şizofrenik bir durum. Bir de kendini daha medenî olarak addettiğin için dinleme antenlerinin olmaması da durumu kötüleştiriyor…

Not: İmla kuralları uyarısı muhteşem bir fikir teşekkür ederim:)

Nesrin Bal - 11 Mart 2015 (15:19)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

98
Derkenar'da     Google'da   ARA