Patronsuz Medya

Bir Efsane'nin anatomisi

Necdet Şen - 4 Temmuz 2004  


Kapımda bir not

Plaza binasındaki odam yazarlar katındaydı. Bir koridorun iki yanına dizilmiş yan yana bölmelerde birbirimizle pek görüşmeden kendi işlerimize bakan her biri köşe ve şöhret sahibi "mühim" kişilerdik (ben hariç). Oda komşularımızla ilişkilerimiz, koridorda falan karşılaştığımızda selâmlaşmaktan öteye pek geçmezdi. O da bazılarıyla.

Herkesin kendine göre bir "seçkinlik" sıralaması, bir nevî manevî protokolü vardı. Yani bir çeşit rütbe sistemi. Örneğin, bir başyazarın yeni yetme köşe yazarıyla ya da bir kuvvayı milliyecinin bir ikinci cumhuriyetçiyle muhatap olması adetten değildi.

Aynı koridoru paylaşsak da, bazılarımız sadece gazeteyi yöneten kişinin editoryal tercihiyken, bazılarımız gazetenin sahibinin bile ilişemeyeceği kadar "derin" aidiyetlerin tercihi olduğu için, gazete içinde aynı koridoru paylaşıyor olmamız sadece bir iç mimarlık hatasıydı.

Haftanın iki ya da üç günü uğrardım gazeteye. Genellikle akşama doğru gelir, gece çalışırdım. O koridorlardaki hırs, memleket yönetme iddiası, bencillik ve kibir yorardı beni.

Gazeteye gitmediğim günler kilitli kalırdı odamın kapısı. Çalınacak bir şeyim olduğundan değil, biz yokken masalarımızın çekmecelerini kurcalayan, adımıza gönderilmiş mektupları açıp okuyan bazı tiplere fırsat vermemek için. Ama onlar gene de bir anahtar uydurur, açarlardı kapıları. Gazeteye geldiğimde özel eşyalarımın karıştırılmış olduğunu fark ederdim.

Her neyse. Bir gün geldiğimde odamın kapısına bantla yapıştırılmış bir mesaj buldum. Fazla okunaklı olmayan bir yazıyla " sevgili necdet, sohbet ederiz diye ziyaretine geldim, seni bulamadım, beni ararsan sevinirim" türünden bir not yazılmıştı. Ama alttaki imzayı okumak mümkün olamıyordu.

Arada bir ziyaretime gelip çayımı kahvemi içen gazeteden arkadaşları tek tek arayıp "bu notu sen mi bıraktın?" diye sordumsa da bırakanı bulamadım.

Ama ummadığım bir anda, koridor komşularımdan biri "Oğuz Aral kapına not bıraktı, okudun mu?" diye sorunca afallamadım desem yalan olur. "Yanılıyor olmayasın?" dedim, ama arkadaş o kadar emin ki, "yav, işte, uzun boylu, dökük saçlı, kaytan bıyıklı, hafif bir göbeği var, altmış yaşlarında, Oğuz Aral değil mi o, dün buraya uğradı, seni sordu, bulamayınca da kapına bir not bıraktı gitti" dedi.

Hayatım Çizgi Roman

Notu çekmeceden çıkardım, tekrar okudum, imzayı daha da dikkatle inceledim. Oğuz Aral, tam da o günlerde Hürriyet'te çalışmaya başlamıştı. Acaba "artık aynı gazetede çalışıyoruz, necdet'le barışma zamanı geldi" diye düşünüp ziyaretime gelmiş olabilir miydi?

Ama mümkün değildi bu. Oğuz Aral beni ne arar ne sorar ne de kapıma not bırakırdı. Bıraksa da " kahrol düşman!" türünden bir şey bırakırdı her halde. E, kolay değil, vaktiyle karikatürünü çizdiydik, ondan dolayı biraz (epeyce) öfkeliydi. Kulağıma gelmişti hakkımda ettiği lâkırdılar.

Cumhuriyet'te yıllar önce (1985'de) "Hayatım Çizgi Roman" diye bir öykü çizmiş ve Gırgır'ı, oradaki ahvali birazcık gırgıra almıştım.

Neydi içerik? Bir sürü iftira canım, maksat çamur atmak, yoksa gerçeği yansıtan en ufak bir yanı yoktu çizdiklerimin. Neymiş, Abi çok despotmuş da, maiyetindeki karikatürist çocuklarla kurduğu ilişki tanrı-kul ilişkisiymiş de, fabrikasyon çizgiler ve esprilerle çok sığ bir mizah yapılırmış da, falan fişmekân.

Çok kızmıştı Abi buna haklı olarak ve telefona sarılıp usulünce uyarmıştı gazetenin yönetimini, "sizin tirajınız şu kadar, bizimki bu kadar, aleyhinizde bir yayına başlarsak fena olur" diye.

Gazetenin genel yayın müdürü Paşazade Hasan Kaya Bey, her ne kadar yakışıklılığını ittihatçı dedesinden almışsa da, Cemal Paşa kadar gözü kara olmadığından, bu nazik uyarıdan biraz tırsmış ve öykünün altı günlük bölümünü cart diye sansürleyivermişti.

Ama merak etmeyin, " Hayatım Çizgi Roman" öyküsü Parantez yayınları tarafından yayınlanan Hızlı Gazeteci dizisinde, sansürlenen bölümü de dahil olmak üzere kitaplaştırıldı (16. Kitap); isteyen oradan okuyabilir Abi'yi kızdıran şeyin ne olduğunu.

Kitapçı dükkânına gidene kadar idare edecek malûmatı gene de önce benden duyun.

Her ne kadar o yıllarda çizgi roman denen bir sanat dalıyla iştigal etmekteysek de, tohumları Gırgır yıllarında atılmış keskin bir hiciv damarımız da vardı ki, galiba bir zaman sonra bu hicvetme konusunu yanlış anlayıp hicvedenleri hicvetmeye kalkınca arı kovanına çomak sokan Avanak Avni rolünü de üstlenmiş olduk.

Herhalde bu topraklarda kendisine iş verecek olanları ve dirsek dirseğe çalışmak zorunda olduklarını hicvederek kendini dünyanın en yalnız en dışlanmış insanlarından birine dönüştürecek kadar enayi bir başka adam çıkmamıştır. Kafam basmadığı için, hiciv denen can acıtan dikenin uzaktakine ve zayıfa karşı batırıldığında daha makbul olduğunu fark edemedim.

Ey mizahçı! Behemahal bu makbul yolu izlemelisin. Çünkü o zaman senin bir "efsane" olduğunu yazan ve söyleyen çok sayıda insan bulabilirsin. Öteki türlü bu akılsız bîçare gibi hırçınlıkla ve sivrilikle damgalanır, tüm köşeler kapılırken sen ofsaytta kalırsın.

Neyse, aradan geçen zaman zarfında, Gırgır'daki bol kazançlı günlerini özlemle hatırlayan eski kölelerin gaz verdikleri " Gırgır bir efsaneydi, Oğuz abi tanrıydı" şakası, mevzu sıkıntısı çeken necip basınımız tarafından sahi zannedilip ve allanıp pullanıp alevlendirilince, o efsanenin "şeytan" kadrosu da sanırım bu hakir kardeşinize düştü.

Eyvallah, aldık kabul ettik. Bu biçimiyle bile olsa efsaneye dahil olmak şereftir.

Eceli gelen çizer, efsaneyi yazar çizer

Aslında, Abi ve sadık tebaasının bu satırların yazarı tu-kaka çocuğa olan nefret ve husumetleri, daha da evveline (1984'e), Gırgır'ın yetenekli ve mütevazı mizah yazarı İsmet Çelik'in vefatı dolayısıyla duyduğum üzüntüden kaleme aldığım ve yine Cumhuriyet'te yayınlanmış olan "Mizah yazarının en soğuk esprisidir ölüm" yazısına kadar uzanır. O zaman da gazeteyi arayıp "neden bastınız bu yazıyı?" diye hesap soran Efsane Abi, yazı işleri kadrosundan aldığı, "burası gazete, siz de yazın görüşlerinizi, onu da yayınlayalım" yanıtı üzerine daha da öfkelenip, o günlerde dergiyi ziyaret eden bir çizer aracılığıyla bu fakire şu nezih mesajı iletiyordu:

"Döveceğim onu! Yoo, hayır, çocuklara dövdüreceğim! Gazetenin yemekhanesinde yüksek kalorili yemekler çıkıyor, hepsi pehlivan gibi oldu!"

Bu son cümleyi duyduğumda mesajı getiren arkadaşa "şaka yapıyordu her halde" dedim.

"Hayır" dedi arkadaş, "öfkeden kıpkırmızı kesilmişti" .

"Olur mu yaa, koskoca Oğuz Aral karikatüre kızar mı? O ki, pîrimizdir, yaşayan bir efsanedir, bilge bir kişidir. Bu işte bir yanlışlık olduğu muhakkaktır."

"Yok valla, adam sana acaip ifrit olmuş, dövdürmek istiyor."

Gene de inanasım gelmediğinden, bir süre sonra sokakta rastladığım üç Gırgır çizerine "galiba beni dövecekmişsiniz, öyle duydum" diye sual eyleyüp, "eğer korkup da öyküyü yarıda kesseydin o zaman döverdik" diye şaka yollu bir yanıt alınca duruma inanır gibi oldum. Abi hakikaten de öfkeden dellenmiş, ismimin üzerine çizik atmış, öyle dediler.

Bu satırları yazarken, ensemde dikilmiş, yazdıklarımı gizli gizli okuyan on yaşındaki yeğenim şöyle konuştu:

"İşte ben bunu anlayamıyorum. Hayatının büyük bir bölümünü 'mizah 'adı altında cümle alemi hakaret yağmuruna tutarak geçiren bir insanın eleştiriye şakaya karşı azıcık daha hazımlı olması gerekmez mi? Yoksa insan 'efsane'olunca kendisini sahiden de ismi destursuz ağıza alınamayacak mukaddesiyette bir varlık gibi görüp, herhangi bir eleştirel yaklaşımı kendisinden menkul tanrısal varlığına yapılmış bir küfür olarak mı algılar?"

Yaşı küçük de ondan anlayamıyor. Değil tabii ki. Bir efsane asla alınganlık yapmaz, hele kendi rahle-î tedrisinden geçmiş bir karikatürcü, tam da Abi'nin öğrettiği gibi " politikayla değil politikacıyla uğraşır" ise, Abi dediğin keyiflenir, "bakındı hele, bu keratayı ben yetiştirdim, şimdi beni sarakaya alıyor köftehor" diye babacanlık eder.

Yani öyle etse daha fazla saygıdeğer bir duruş olur.

Çocukken okuduğum bir kitapta "politika hayatın her alanındadır" diye bir cümle gözüme çarpmıştı galiba. Çocuk aklımla bunu

Bilemiyorum, belki de dünyada iki tip insan vardır; eleştirenler ve ötekiler. Ve bu insan tipleri asla yer değiştiremezler. Yani, eleştiri ayrıcalığına sahip olan seçkin zümreyi eleştirmemek gerekir. Hele kendimizle aynı klanda olanları asla! Kimi eleştirmeli? Örneğin, Bağdat Caddesi cıvarında oturanlardansak, Bağcılar'da oturan ve parasızlıktan evine çatı yaptıramadığı için yazın pişen kışın donan insanları, dinsizsek dindarları, beyazsak zencileri, yani görüşmediğimiz, bir beklenti içinde olmadığımız uzak insanları eleştireceğiz. Doğrusu budur.

Her neyse. Bu satırların yazarı olan çizer eskisi, bendeniz necdet şen, hepi topu iki yıl çalıştığım Gırgır dergisinde kötü bir davranışa maruz kalmadım. Abi, adeta bir melekti. Yani en azından bana karşı. En azından başlangıçta. Amatörce bir şeyler çiziktirirken kardeşi Tekin ile tepeme dikilirler, yeteneğimi öve öve göklere çıkarırlardı. Yok, hayır, yetenekli olduğumdan değil, sahi zannedip mutlu olayım diye. Onlar orada biz ıvır zıvır çocuklar mutlu olalım para kazanalım diye vardılar. Melektiler çünkü.

Askere giderken, Abi hepi topu iki karikatürüme neredeyse on karikatür ücreti yazdığında mahçup olup, "yazmayın abi, bu karikatürler o paraya değmez, karşılığını ödeyemem" dediğimde Abi başını önünden kaldırmadan "şimdi öyle diyorsun ama gün gelir karşıma dikilip 'sen patronun adamısın!' diye bağırırsın>" diye yanıtladığında, içimden "bu adam evliya galiba" diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Daha önce birileri yapmış mıydı bilemiyorum ama ben hiç bir zaman öyle bir şey yapmadım. Yani karşısına dikilip kırıcı bir söz söylemedim. Abi o zamanlar patron karşısında ezilip büzülen biri değildi. Sadece 40 yaşındaydı, tığ gibiydi, sosyalist fikirler taşıyordu ve ben ona tanrıya inanır gibi inanıyordum.

Tam da o yıllarda elime geçirdiğim bir kitapta (Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, Erich Fromm) şunca zaman sonra aklımda kaldığı kadarıyla, " otoriter davranışların arkasında sadizmi, sadizmin arkasında da nekrofiliyi aramak gerekir" gibi bir şeyler okuyunca, bunu Abi'nin karizmasına karşı atılmış kuru bir iftira olarak algılamıştım.

Yani yazar, otoriter insanların hükmettikleri sosyal çevredeki insanların bireyselliklerini yok ederken, onları nesneleştirdiklerini, hiçleştirdiklerini, bunun arka planında yaşayan nesnelere karşı duyulan korkunun yattığını ve onları cansız (dolayısıyla kontrol edilebilir) nesnelere dönüştürerek bu korkuları bertaraf etme eğiliminin olduğunu falan ileri sürüyordu.

Muhtemelen bu Alman asıllı Amerikalı, vaktiyle Gırgır'a karikatür falan getirmiş, oradaki birileri tarafından kovulunca da Abi'ye düşman olmuştur. Çünkü böyle olur genellikle. Efsaneler kıskanılır.

Ben niye ayrıldım?

İlk zamanlardaki Abi'ye beslediğim bağnazca hayranlık geçtikten sonra yerimin orası olmadığını anladım. Abi'nin "tembellik etme, tek karikatür yetmez, sayfa hazırla" yollu özendirmelerine rağmen, gözüm hep kapıya baktı. İlk burun sürtme denemesinde de hiç bir açıklama yapmaksızın çıktım gittim. Ama kızgınlıkla değil, "vakit o vakittir" diyerek. Yolumu çevirip " karikatürü bırakıyor musun?" diye soran bir " gidemeyen"e de " asıl şimdi başlıyorum" diyerek.

Diğerleri gibi Abi de uzun süre inanmak istemedi sahiden gittiğime. Orada kalan cici çocuklara " nerede bizim kaçak?" diye sorduğunu işittim zaman zaman. Ama dönmeyi hiç düşünmedim. Belli kalıplara hapsolmadan çizgi roman yapmak istiyordum. Öyle patates burunlar, güldürmek için ıkınarak bulunmuş esprilerle falan sınırlanmadan, içimdeki esinti beni nereye sürüklerse oraya doğru akıp gitmek. Yolum farklıydı yani.

Gerçi dergideyken de kendi bildiğimi yapıyor, karikatürümün kurşun kalem çizimlerini Abi'ye hiç göstermeden mürekkepleyip sayfa sekreterine veriyor, Abi'nin " ooo necdet Bey, karikatürlerinizi dergide görüyoruz, bizi artık tümüyle devre dışı bıraktınız" yollu sitemlerine muhatap oluyordum. Ama yine de bir tarzı vardı o derginin, bunu dayatan kişinin de haklı ya da haksız, kendince nedenleri vardı; uyan uyar uymak istemeyen giderdi. Ben gidenlerden oldum.

Fiili çoğul yazdığıma bakmayın, ikinci bir örnek hatırlamıyorum.

Zaten oradaki ortam kusardı beni kalmak istesem de. Abi'nin gözüne girmek için birbirinin gözünü oyan çocuklarla, eski arkadaşlarımla anlaşamazdım muhtemelen. Abi gitgide kötü davranmaya başlamıştı onlara. İşitiyordum. Kapısına zil taktırmış, hademe çağrır gibi çağrıyordu çizerleri ve espricileri. Ben, kendimi ne sanıyorsam artık, buna gelemezdim.

Oysa bir parça bilgelik bulaşsaydı damarlarıma, anlardım ki Abi bu zili oradaki çocukların kulakları çağdaş melodilere alışsın diye taktırmıştır. Düşünün ki Zen ustaları da öğrencilerinin kuyruk sokumlarındaki kundalini enerjisini harekete geçirtmek için, onları kıçtaki sakrum kemiği üstünde zıp zıp zıplatır. Hatta sopayla dövenleri bile vardır. Amaç, sadece ve sadece nirvanaya ulaştırmaktır.

Bir dergi yöneticisinin emrindeki kullarına biraz zulüm etmesinde ne gibi bir sakınca olabilir? Dövmüyordu ya, aşağılıyordu alt tarafı. Parası neyse ödüyordu işte. Hem de öyle az buz değil, cukka paralar ödüyordu. O parayı kaybetmek istemeyen itaatkâr kardeşlerim, öyle gurur vekar gibi nafile kavramlarla kendilerini yormuyorlardı. Nasıl olsa dışarıdan bilinmiyordu bunlar. Bilenler de zaten, aynı muameleye maruz kalan diğer arkadaşlardı, cümbür cemaat yazılıp çizilip klikleşilip gidiliyordu. Daha bıyıkları terlemeden ev araba sahibi olanlar vardı aralarında, değmez miydi birazcık itilip kakılmaya?

Zaman zaman bir yerler şişiyor ve yeni dergi çıkarmak için gizli toplantılar kotarılıyor, fırsat yakalanınca da hep birlikte Abi'ye ihanet ediliyordu.

Çıkarılan o dergilerde yapılan ilk icraat olarak, derginin ikinci üçüncü sayfalarına "Abi'nin (hâşâ huzurdan) ne kadar emek düşmanı, sömürücü, despot ve diğerleri" olduğuna dair zehir zemberek yorumlar kaleme alınıyor, "bu sömürüye artık boyun eğmeyecek olan" onurlu kardeşlerim, manifestolar yayınlıyor, Gırgır'a ve Abi'ye "hodri meydan" çekiyorlardı.

Sonra o dergiler iki seksen uzanıyor, bazen de Abi'nin karşı ataklarıyla gidenlerin bir kısmı ayartılıp tekrar geri getiriliyordu. Ortada dönen bir çark, para basan bir makine (Gırgır) vardı, öyle ufak tefek kırgınlıkların çarkın dönmesine engel teşkil etmesine gerek yoktu sanırım.

Etmedi de. Abi ve klonları, doğrusu esneklik ve geçmişe sünger çekme konusunda efsanevî bir beceri gösterdiler. Hatta diyebilirim ki, katakullinin en kolay affedildiği ve zamlı maaşla ödüllendirildiği yer Gırgır camiası oldu. Ne de olsa " okul" du orası ve Abi bir hocaydı, "piyasa" da tutunmanın yolları öğretiliyordu.

Ben hiç öğrenemedim bu yolları. Yaya kaldım.

Efsane is coming back

Bu kadar açıklamadan sonra Hürriyet'in yazarlar koridorunda, elimde kapıma bırakılmış not, kimin yazdığını bulmaya çalışmaktan vazgeçip, "her kimse tekrar arasın" diye düşünmeye başlamışken, bir arkadaşın " bu notu Oğuz Aral bıraktı" demesine neden şaşırdığımı sanırım anladınız.

Elinden gelse beni yeryüzünden kazımak istediğini her fırsatta belli eden, ama efsanevî kişiliği nedeniyle yok saymayı daha kolay ve katlanılır bulduğunu sandığım Abi, dergisi elinden alınıp, üstüne üstlük bağımsız ama kadir kıymet bilmeyen Türk adaleti tarafından bir de " evrakta sahtecilik yoluyla abone paralarını zimmetine geçirme" suçlamasıyla 11 buçuk ay hapis cezasına çarptırılıp, küskün ve değeri bilinmemiş bir biçimde evine çekildikten yıllar sonra, her nasılsa bir biçimde yeniden "keşfedilmiş", o vakitler çalıştığım Hürriyet gazetesinde, çiçeği neresindeyse artık, mükemmelin de mükemmeli karikatürler çizmeye başlamıştı.

Artık aynı gazetede çalışıyorduk Abi ile. Ben gazetenin kıdemli ama "tutunamayacak" olan çizeri, o istikbali parlak "çiçeği burnunda" sı olarak.

Lâtife yapıyorum tabii; efsane hep efsanedir.

Gerçi Abi'nin o dönemi için "neredeyse çöp adamlar çiziyordu, esprileri eski çizdiklerini aratacak türdendi" gibi yorumlar yapılsa da, çizgi sanatının ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu bilen biri olarak, çizerliğe ara vermiş kişilerin tekrar başladıklarında bir parça tutukluk yaşayacaklarını bilenlerdenim.

Abi biraz yorulmuştu sanırım, ama olsun, gene de çiziyordu işte. İleride daha iyilerini de çizerdi belki o anki tutukluğunu attıktan sonra.

Bana kalırsa Abi, yılların kazandırdığı süzülmüş ustalıkla (siz buna deha da diyebilirsiniz) çocukların bile anlayabileceği yalınlıkta çizme ve yazma becerisini kazanmıştı. İletişimin zirve noktası budur, ben beceremedim.

Bir zamanlar öyle ya da böyle hayranı olduğum bir karikatüristin yaşlılık günlerinde bu kadar "yalın" şeyler çizmesi bir parça hüzün veriyorsa da, bir köşede unutulmuş olmaması bu hüznü silip atıyordu yine de.

Tam burada bizim ufaklık yeğenin gene tepemde dikilip yazdıklarımı okuduğunu fark ettim. O da benim fark ettiğimi fark etti ve açtı ağzını:

"Ama senin Abin kendisi gibi karizmatik bir çizere yakışmayacak derecede hesap kokan karikatürler döktürüyordu birbirinin ardı sıra. Her gün gazetenin bir başka köşe yazarına yağ çekiyordu köşesinden."

Nereden çıkarıyorsun bunları dünkü kerata? Benim Oğuz abimi hiç tanımamışsın sen. Mutlaka bir bildiği vardır, ama bizim aklımız yetmez bunu anlamaya.

"Belki de tümüyle unutulduğunu sandığı bir dönemde başına konan bu talih kuşunu elinde sımsıkı tutabilmek için yerini sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Olamaz mı?"

Olabilir. Herkes necdet efendi kadar çatal dilli olmak zorunda değil ki. Hem bir karikatüristin altmış'lı yaşlarında, yani "olgunluk" döneminde, henüz tanışmadığı mesai arkadaşlarına biraz hoşluk yapmasında ne gibi bir sakınca olabilir? Gazete mensuplarını, en hırçın biçimde yermek çok elzemse, ben yapıyordum zaten. Efsanevî Oğuz abim de bunun tersini yaparak, bir nevî Yin ve Yang karşıtlığı oluşturuyor, efsanesini daha da pekiştiriyordu.

Fakat, gazetenin alt katındaki benim hiç kullanmadığım ayrıcalıklılar barında elinde içki kadehiyle tanımadığı insanların yanına çöküp bıktırıncaya kadar kendini övdüğü, insanların kadehlerini kapıp usulca onun yanından sıvıştığı gibi asılsız dedikodular çalınıyordu kulağıma, üzülüyordum. Bir efsane asla böyle yapmazdı. Gevezelik, böbürlenme, yağcılık vesaire gibi huylar, bizim gibi sıradan insanların dünyasına aitti. Yalandı mutlaka, bunları onu çekemeyen birileri uyduruyor olmalıydı.

Zaten bilirsiniz, birisi Oğuz Aral'ı eleştiriyorsa, mutlaka bir kuyruk acısı vardır. Gırgır'a karikatür falan götürmüş ama ona ulaşmayı başaramayıp, orada çalışan ofisboylar tarafından kovulmuştur umumiyetle. Bu tarz insanlar 30 yıl kadar bekler ve sonra içlerindeki kini kusarlar. Ama bir efsane bunlara güler geçer ve kapışmayı klonlarına havale eder. Çünkü o artık bunları aşmıştır.

Abi benimle konuşmak istemiyor

Neyse, biz gene o güne dönelim. Kapımdaki notu bulduğum o güne. Tabii o zaman notu bırakanın kim olduğunu bilmiyorum. Kapı komşum da ısrarla " Oğuz Aral bıraktı" diyor, üstüne bir de yemin ediyor inandırmak için.

Aklıma pek yatmasa da, notun sahiden de Oğuz Aral tarafından bırakılmış olması ihtimalini en azından test etmek için santralden Abi'nin dahilî numarasını istedim. Bir üst kattaydı odası, çat kapı gidip "merhaba abi, hoş geldiniz ziyaretine geldim" demek daha uygundu belki ama nedense buna pek cesaret edemedim.

Telefon numarasını tuşladım, Abi açtı, kendine özgü genizden sesiyle "efendim?" dedi.

"Merhaba abi" dedim, "ben necdet, galiba benim odanın kapısına bir mesaj bırakmışsınız" .

Abi bir an durakladı, sonra donuk bir sesle "ben senin kapına mesaj falan bırakmadım" dedi, "ben senin odanın nerede olduğunu bile bilmem" .

Tüh! Tabii yaa! Aynen beklediğim gibi. Ama bir kere aramış bulunduk, telefonu çat diye kapatmak olmaz, nezaketi elden bırakmamak lâzım.

"Benim oda bir alt katta abi" dedim, "aynı gazetede çalışacak olmamızdan dolayı memnunum, müsaitseniz bir çayınızı içmek ya da burada size kahve falan ikram etmek isterim" .

Kısa bir an sessiz kaldı Abi, sonra olabildiğince mesafeli bir tonda "meşgulüm canım, odamı yerleştiriyorum" dedi.

"Tamam abi, siz ne zaman müsait olursanız ben o zaman gelirim" dedim, seyyar satıcı savuşturur gibi bir tavırla "çok işim var, müsait değilim" dedi.

Belli ki görüşmek istemiyor. Olabilir. Ben de bir efsane olsam öyle ıvır zıvır tiplerle görüşmem. Hele beni hicvetmek cüretini göstermiş densizlerle asla görüşmem. Hatta tanımazlıktan gelirim.

Ama efsane falan olmadığım için, beni "eleştiren" kişilere kızgınlık ve kin besleyemem. Örneğin, "iç evreni karanlık bir zibidi" olduğum gerçeğini köşesinden topluma duyuran sayın Hikmet Çetinkaya'yı, fotografımı bulup alnımın üzerine "işte zırtapoz" yazan sayın Deniz Som'u, hatta "Ankara'daki Atakule'yi ya da İstanbul'daki Galata kulesini malûm mıntıkama sokmayı" önerip tercihi bana bırakan Kuvva-yı Medya dergisinin zarafet timsali sayın imzasız yazarlarını bile canım ciğerim gibi sever ve sayarım. Onları bu memleketin zarafet timsali evlâtları olarak görür ve yaptıkları bu rafine eleştirileri de fikir hayatımızın önemli kilometre taşları olarak algılarım.

Her neyse. Abi'ye iyi günler dileyip telefonu kapattım. Konuyu da kapattım kafamda. Bin küsur insanın çalıştığı, aynı koridordakilerin bile pek selâmlaşmadığı, gökdelen benzeri yapıda herkes herkesle görüşecek diye bir kural yok ki. Zaten orası bir işyeri.

Yavuz geliyor Yavuz!

Günlerden bir gün, olayın eksik halkası tamamlandı.

Genç sayılabilecek bir yaşta küt diye gidip hepimizi üzüntüye boğan suskun romantik Yavuz Gökmen, Hürriyet'in Ankara'dan yazan bir yazarıydı. İstanbul'a her gelişinde uğrardı bana. Birlikte viski ya da neskafe içer, bağıra çağıra ve yazarlar katının koridorlarını çınlata çınlata " cenderme biz sosyalistiz!" türküsünü söylerdik. Yavuz'un sesi maşallah Tanju Okan'a rahmet okutacak kadar davudî, benimki de onunkini bastıracak kadar Cem Karaca meşrep. Ortalık yıkılırdı seslerimizle. Ne Venceremos kalırdı ne Partizan ne de 1 Mayıs.

O binada, hem de yazarlar katında, bu türküler ne daha önce ne de daha sonra bir daha hiç söylenmemiştir.

O aralar, günlerden bir gün yazı işlerinde Yavuz'a rastladım.

"Geçen sefer geldiğimde seni aradım, yoktun, kapına not bıraktım, almadın mı?" dedi.

Neee? Yavuz Gökmen miymiş o notu bırakan? Valla Kurthan Fişek'de dahil bir sürü tanıdığı arayıp "abi sen mi bıraktın o notu?" diye sordumdu da Yavuz gelmediydi aklıma.

Pek meraklıydı Yavuz, Hızlı Gazeteci'nin öykülerine. Köşesinde zaman zaman bir "filozof" olduğumu falan yazıyordu.

Estağfurullah! Bilirsiniz bizim camiayı. Ortalık ermişten, filozoftan, efsaneden geçilmez. Kim kiminle kankaysa efsane de odur filozof da. Ne var ki, Yavuz'la tanışmamız da zaten onun Hızlı'nın öykülerine karşı duyduğu muhabbet hisleri nedeniyle olmuştu. Kanka sayılmazdık. Yavuz da öyle klikleşilecek, bozacıyla şıracı ilişkilerine girilecek biri değildi. Sevdi mi ölümüne seven, içindekini de kimseye aldırmadan söyleyen biriydi. Ama bendeniz yine de bu "filozof" payesini almak, alana da mani olmak istemem.

Her neyse, Yavuz "hadi aşağıda sana viski ısmarlayayım" dedi. Canım çekmedi. Bir ilke kararı almıştım, gazetenin yazar-çizer-müdür tayfasına sağladığı özel tabldot, bar, jimnastik salonu gibi ayrıcalıkların hiç birini kullanmıyordum.

"Burada demlenelim" dedim Yavuz'a, o da "hadi kırma beni, gel inelim, bu sefer ben sana ısmarlayayım" dedi.

Kıramadım. İndik alt kattaki imtiyazlı bara. Oturduk, içkimizi yudumlayıp sohbet ediyoruz. Ansızın yaşayan efsane Oğuz Aral beliriverdi tepemizde.

İçimden "herhalde düşündü taşındı, cezamı tecil etti, bana bunu tebliğ edecek" diye geçirdim, ama yanılmışım, Yavuz'la tanışmaya gelmiş.

"Merhaba" dedi kendine has ses tonuyla, "ben Oğuz Aral, siz de Yavuz Gökmen'siniz sanırım."

Yavuz biraz "cool" bir adamdı. Abi'nin bana duyduğu husumetten habersiz ise de, sohbetin içine limon sıkılmasından rahatsız mı oldu, bilemiyorum, Efsane'ye karşı da başlangıçta biraz mesafeli davrandı.

Yavuz'dan cevap alamayınca "birkaç gün önce köşemde sizi çizmiştim" dedi Abi.

"Aaa öyle mi, görmemişim" dedi Yavuz.

Ofisboy çağrılıp yukarıdan o günün gazetesi getirtildi. Vıcık vıcık yağ kokuyor gazetenin o sayfası. Herhalde depodayken üstünde zeytinyağlı bir şey yemişler.

Yavuz baktı etti, "eh, o zaman bana imzalarsınız artık" dedi.

Üstad kalem bulup övgü dolu birkaç cümle yazdı ve imzaladı. Üç beş kuplelik sohbetten sonra da bizi öksüz bırakıp masasına gitti.

* * *

Bunu niye mi anlattım?

Şundan. Bütün bu konuşmalar sırasında, oturduğum yerde, burnumun birkaç santimetre uzağında duran mübarek bir kıçı seyretmek zorunda kaldım. O yer bolluğunda efsanevî üstad getirdi pantalonunun gerisini burnuma dayadı, mahçubiyetimden sesimi çıkaramadım. Sandalyemi geri çekecek yerim de yoktu arkamdaki duvar yüzünden.

Doğrusunu isterseniz, ben bu harekete o zaman da bir anlam verememiştim, şimdi de. Üstad bana ne anlatmak istedi acaba? "Kıçımı ye" demeye mi getirdi? Yoksa pantalonunun kumaşını incelemem için bir fırsat mı tanıdı? Benimle göz göze gelmemek için en uygun açının o olduğunu mu düşündü? Görünmez adam idim de farkında mı değildim? Zen ustalarının verdiklerine benzer bir hayat dersi mi vardı bunda? Hangisi? Bunun mutlaka felsefî bir anlamı olmalı ama şu ana kadar çözebilmiş değilim.

Unutulması mümkün olmayan lepiska saçlarım

Farkındayım, zaman içindeki ileri-geri zıplamalarla kafanızı iyice karıştırdım, ama bir kez daha geriye dönelim.

Kapımdaki mesajı bulup da bir gaflet eseri "o notu siz mi bıraktınız?" diye Oğuz Aral'ı aramamdan birkaç gün sonra koridorda karşılaşacağımız tuttu.

Gazetedeki ilk yüz yüze karşılaşmamız.

Bilen bilir, upuzun bir koridoru vardır Hürriyet binasındaki üçüncü katın. O karşıdan geliyor, ben de o tarafa doğru yürüyorum, bizden başka hiç kimse yok koridorda.

Abi beni fark eder fark etmez koridorun diğer tarafından yürümeye başladı. Eh, ikimiz de uzunuz, adımlarımız da uzun dolayısıyla, hızla yaklaşıyoruz, neredeyse omuzlarımız birbirini yalayarak geçişeceğiz ve onca yılın Abi ile kardeşi birbirimize yokmuş muamelesi çekeceğiz. Bu bana uymaz.

Tamam anladık, bu fakire (yerden göğe kadar) haklı nedenlerden dolayı kızgın. Ama abimizdir yahu, kızgınsa yapışır kulağıma, "ulan köftehor!" der, "neydi o beni hicvetmeler falan? Efsane hicvedilir mi hiç?"

"Pardon abi" derim ben de, öperim elini, barışırız. Ben de bir daha kimseyi (en azından muktedirleri) hicvetmem, yeniden sulh olur memlekette. Bu ne? Kan davası mı? Karikatür alt tarafı.

Yanımdan geçip gitmesine izin vermedim, " merhaba abi" dedim. Durdu, boka bakar gibi baktı yüzüme. Yadırgamadım. Gırgır'da takıldığım iki yılın sonlarına doğru da görmüştüm bu ifadeyi yüzünde defalarca. Artık sevmemeye başladığı insanlara böyle bakıyordu. E, ben de pek sevilecek birisi değildim haliyle.

Kim olduğumu hatırlayamamış olma ihtimaline karşı kendimi tanıtma ihtiyacı duydum.

"Ben necdet şen abi."

"Takdim etmene gerek yok canım, biliyoruz" dedi kendine özgü ses tonuyla.

Muhatabına "canım" diye hitap edenlerde hep bir düşmansılık ve aşağılama eğilimi algılarım nedense. Benim kuruntum olmalı.

Sanki ziyaretine gitmeyişim benim ihmalimmiş gibi, ağzımın içinde "gelemedim abi kusura bakmayın" gibi bir şeyler geveledim. Konu yaratmaya çalışıyordum aslında. Bir nevî "selâm dünyalı, biz dostuz" mesajı vermeye çalışıyordum. Ama dünyalının bu dostluğu kabul etmeye niyeti varmış gibi gözükmüyordu.

İşte o an, efsanevî kişiliğini kanıtlayan derin bir cümle döküldü Abi'nin dudaklarından:

"Saçların da dökülmemiş."

Hafızaya bakar mısınız?

Burada filmi geriye, yani o karşılaşmanın gerçekleştiği andan 19 yıl öncesine (1978'e) sarmamız gerekiyor.

Gırgır dergisi'nde çok az oda vardı. Oğuz Aral'ın odası, yani Gırgır'ın yönetim yeri, Tekin Aral'ın bir dönem benimle paylaştığı odası, yani Fırt'ın yönetim yeri ve onun bitişiğinde de her iki derginin elemanlarının çalıştığı, ecir odası.

Ecir odasında toplam beş küçük masa vardı. Eski tip, ufak tefek, formika kaplı masalar. Pencere kenarındakiler rahmetli İsmet Çelik ve rahmetli Mehmet Polat'a ait. Polat abinin masasına bitişik masa sayfa sekreteri İbrahim Tapa'nın masası. Ve kapı tarafında kalan son iki masa da hepimizin münavebeli olarak kullandığımız masalar. Kalanlar çöp tenekesinin üstüne oturup kucağına da bir yayvan film kutusu koyar, onun üzerinde çizerdi karikatürünü. Bir masaya üç kişinin yan yana oturduğu olurdu. Bazen masa yüzünden kavga falan çıkardı.

Oğuz abi o odaya, ecirleri ziyarete gelmiş, sohbet ediyor. İsmet ve Polat abilerin masasının arasındaki bir sandalyeye oturmuş.

İşte tam o sırada ben girdim içeri ve girer girmez Oğuz abi beni gösterdi ve " meselâ bunun saçları dökülmeyecek" dedi.

Konu neydi bilmiyorum. Herhalde biz erkeklerin en hassas olduğu konuda, kimin saçı dökülecek kiminki kalacak konusunda bir sohbet vardı.

"Ama abi" diye itiraz edecek oldum, dedim ki, "22 yaşındayım ve daha şimdiden dökük saçlı sayılırım."

"Yok oğlum" dedi efsanevî Abi, "senin saçın dökük değil, alnın açık, alın açıklığı başka, kellik başka, yaz bir yere, senin saçların dökülmeyecek" .

Hep demiyor muyum ben "Oğuz Aral mübarek bir adam" diye, hayatta en fazla arzuladığım şeyin gerçek olacağını müjdeliyor. Artık Allah mı söyletiyor, yoksa Allah'a vekâleten bizzat o mu söylüyor, bilemiyorum, ama " saçın dökülmeyecek" diyor.

Depresyondayım, unutuldum! Neredeyse kel oldum!

Şimdi geliyoruz tekrar Hürriyet'in koridorundaki karşılaşma anına. Abi benle konuşmak istemiyor. Hatta belki ayağının altına alıp paspas gibi çiğnemek istiyor. Ama 19 yıl önce girdiği iddiayı kazandığını hatırlatmadan da yapamıyor.

Bana sorarsanız, o zaman da yaşıma göre dökük saçlıydım, şimdi de. Üstelik artık hem dökük hem kır. Arkadan dede gibi görünüyorum.

Neyse, mevzu bu değil, Abi'nin hafızası. Baksana, 19 yıl önce yaptığımız kısacık konuşmayı hatırlıyor ve bana da hatırlatıyor.

Sonra "iyi günler" falan demeden yürüyüp gitti yanımdan ve daha sonraki karşılaşmalarda da tanışlık vermedi. Muhterem mabadını burnuma dayadığında bile.

Neyse ki bu iddiayı da kazandığını tebliğ etme fırsatını bulmuş oldu en azından. Belli ki görüşmediğimiz 19 yıl boyunca televizyonda falan gördüğünde "bak işte dökülmemiş, ben demedim mi?" diye keyiflenmiş ve "bir gün rastlaşırsak söylerim" diye de bekletmiş bunu dağarcığında. Orada karşılaşmışken ve konuşmak zorunda kalmışken haklı çıktığını bildirip bir yük atmış oldu üstünden.

Canım yav! Çok şeker! Sanatçı duyarlığına bakar mısın! Bu ebedî kişilik hiç bir ayrıntıyı unutmuyor!

Fakat bazen de unutacağı tutuyor

Yıllar sonra, bugün, 4 Temmuz 2004'te bir gazetecinin " necdet şen Gırgır dergisini ve sizi anlatan bir makale yazmış, ne dersiniz?" sorusuna şöyle cevap veriyor Oğuz Abi:

"O kişiyi hatırlamıyorum."

Ve sonra ekliyor:

"Bir sürü genç çocuk gelip çalışırdı. Necdet Şen de gelip çalışmıştır; fakat benim ilgim olmadan arkadaşlar tarafından işten çıkarıldı diye biliyorum."

"(Bkz: Necdet Şen Gırgır'ı da çizdi)"

Hımmm. İlginç. 1996 yılında, Hürriyet'in koridorunda yukarıda naklettiğim sözleri sarfeden Oğuz abinin sekiz yıl sonra bunları söylemesi sizce ne anlama geliyor olabilir? Sesli düşünelim:

a) Abi bana çok kızgın. O kadar kızgın ki, beni hatırlıyor olma şerefini bile çok görüyor. Hatta bununla yetinmeyip dergiden "kovulduğumu" ve bundan dolayı kin güttüğümü, o öfkeyle Gırgır'ı ve kendisini eleştirdiğimi ima ediyor. Dahası, kendisi değil de çömezlerinin kovduğunu söyleyerek, "anlayın artık, o kadar ehemmiyetsiz birisidir, dolayısıyla eleştirileri geçersizdir" demeye getiriyor.

b) Abi bu yakınlarda geçirdiği beyin enfarktüsü nedeniyle, sahiden de ben de dahil bir sürü teferruatı hatırlamakta güçlük çekiyor.

Eğer öyleyse, üzücü. Abilerin en efsanevî olanına acil şifalar dilerim ve herhangi bir zamansız tecelli vukuunda bu dünyadan kırgın ayrılmamak için onu her şeye karşın öz abim gibi sevdiğimi bilmesini isterim. Sahiden de üzerimde çok hakkı vardır, helâl etmesini isterim. Bu dünyadan tüm husumetleri sıfırlamış, herkesi ve kendimizi bağışlamış olarak gitmek gerekir emr-i hâk vacip olduğunda.

Bu dünya bir sınav yeridir abi. Hakkınızı helâl ediniz.

Ama bu durumda, Abi'nin hakkını yanlış birilerine helâl edip beni yine inayetinden mahrum bırakması ihtimaline karşı ona kendimi daha net hatırlatmam gerekir.

"Abi, ben necdet, hani şu saçları 'dökülmeyen' çocuk, hani şu dövdürtmek istediğiniz, hani muhterem poponuzu burnuna dayadığınız tahammüllü delikanlı…"

Umarım hatırlar.

Ve umarım bir daha hiç kimse için böyle tatsız tuzsuz yazılar yazmak zorunda kalmam.

Yorumlar

Bence ne kadar kızzanız da içinizde ona karşı sevgi ve saygı var oguz abi için de geçerli ayrılma sebenizi biliyorum keşke olmasaydı tek fark var diger karikatürcüler gibi şunu çiz denmesine karşı olmanız karikatürcü de öyle olmalı kendi dünya görüşünü yansıtmalı saygılar…

Ali Şur - 17 Mart 2009 (16:48)

Sanırım, Oğuz Abi'den memnun insan kadar memnun olmayan da vardır. İyi yönü o kadar çok çizer, yazar çıkardı ki o dergiden bu bile yeterli. Ben de falsolu, dengesiz, densiz, yersiz eleştirilerini duydum ve gördüm ama sonuçta o ayrı bir dünya yarattı, başta patlıcan burunlu çizen ama her biri farklı yerlere varan, özgünlüğünü bulan (veya bulamayan) birçok çizer yarattı. Şöyle düşününce karikatür de Gırgır, Çarşaf, belki karikatürcüler derneği çalışmaları ve çizgiroman da Ali Recan, Suat Yalaz, Alfa yayıncılık vb ekoller çizer yetiştirdi. Her biri önemli çizim dünyamız için, farklı tarzlar, kötü karakterler, melek ustalar vs ama vardık bir yerlere.

Oğuzhan Kayan - 9 Ağustos 2017 (17:55)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

65
Derkenar'da     Google'da   ARA